Aşağıda okuyacağınız Söyleşi, Yeni Adana Gazetesi Yazarı Sayın Ahmet Erdoğdu ile Cumhuriyet’in kabulünün 99 uncu yıldönümü için yapılmış ve Yeni Adana Gazetesinde, “Türk’ün Cumhuriyet Mucizesi” başlığı ile 29 Ekim 2022 günü yayınlanmaya başlamıştır.
Ahmet Erdoğdu- Cumhuriyet’in İlanın 99. Yıldönümü nedeniyle, Osmanlı’dan günümüze tarihi bir söyleşi yolculuğuna çıkarken, söyleyeceklerinizi almak isteriz.
Hikmet Uluğbay– Öncelikle şunu belirtmek isterim, Cumhuriyet’in Devlet’e, ulusa ve bireylere kazandırdıklarının mantığını çok iyi anlayıp onlara sahip çıkmalı ve korumalıyız.
Bugün, Atatürk’e ve O’na Kurtuluş Savaşında ve devrimlerinde destek veren arkadaşlarına sonsuz teşekkür, sevgi ve saygılarımızı sunarak, Cumhuriyet’in kabulünün 99 uncu yıldönümünü ulusça büyük coşku ile kutlayacağız.
Cumhuriyetimizin kurulmasından bu yana 99 yıl geçmiş olmasına ve ulusumuza, bireylerimize ve Devletimize çok büyük ve çok önemli kazanımlar sağlamasına rağmen, uzunca bir süredir, Osmanlı Devleti dönemine öykünme ve övgüler artarken, Cumhuriyet’i ve dolaylı olarak Atatürk’ü hedef alan olumsuz yayınların giderek arttığını, devrimlerin erozyona uğratıldığını hayret ve üzüntü ile gözlemlemekteyiz. Cumhuriyet karşıtı bu olumsuz yayınların, Avrupa’da aydınlanma, keşifler, dünya ticaretinin yaygınlaşması ve sanayi devriminin yer aldığı yüzyıllarda, Osmanlı Devletinin neden duraklama ve çöküş dönemi yaşandığı konusunda karşılaştırmalı tarihin, tüm eğitim kurumlarımızda yeteri kapsamda işlenmemiş olmasının yol açtığı bilgi noksanı nedeniyle, bazı yurttaşlarımızı etkileyebildiğini de gözlemliyoruz.
Sayın Erdoğdu, siz de bu gözlemlerime katılıyorsanız, Cumhuriyet’in insanlarımıza ve ülkemize kazandırdıklarına ilişkin söyleşimizi, Osmanlı Devletinin gerileme ve çöküş sürecine nasıl girdiğini, o çöküş sürecine yönelik Osmanlı aydınlarının gözlemleri, eleştiri ve uyarılarını da içerecek şekilde yapmamızın, Cumhuriyet’in kazandırdıklarını toplum olarak daha iyi anlamamıza ve değerini bilmemize yardım edeceğini düşünüyorum.
Sorunuzu, önce, “Cumhuriyet” sözcüğünün tanımını anımsayarak başlamak istiyorum. Arapça halk anlamındaki cumhur sözcüğünden türetilmiş olan bu kelimenin anlamı; “Milletin, egemenliği kendi elinde tuttuğu ve bunu belirli süreler için seçtiği milletvekilleri aracılığı ile kullandığı ve denetlediği devlet yönetim biçimidir [i].” Bu yönetim biçiminin en önemli iki ilkesi de kuvvetler ayırımının ve laiklik ilkesinin sistemin kilit taşları konumunda yer almasıdır. Millet sözcüğü, elbette hiçbir ayırım yapmaksızın toplumun seçmen yaşına gelmiş ve gelmemiş bütün kadın ve erkeklerini içermektedir. Selçuklu ve Osmanlı İmparatorlukları döneminde böyle bir ulusal egemenlik anlayışı ne yazık ki hiçbir zaman var olamamıştır. Yöneticilerde bu anlayış egemen olmakla birlikte, Osmanlı Devletinde 1800 lü yılların ikinci yarısında muhalif gazetecilerce, cumhuriyet tarzı yönetim anlayışı dile getirilebilmiştir. Bu konuda Cengiz Özakıncı’nın, 29 Ekim 2022 günü “Tarihin Bilinmeyen Yüzü” programında, Selçuklu İmparatorluğunun son yıllarında, Ankara’da kısa ömürlü bir “Ahi Cumhuriyeti”nin kurulmuş olduğunu belirtmiş ve Osmanlı Devleti döneminde ise, başta Ali Suavi ve Namık Kemal olmak üzere yurt dışına gitmek zorunda kalan Osmanlı aydınlarının, orada yayınladıkları gazetelerde, “cumhuriyet” sözcüğünü kullanmaksızın “Şur’a” ayetine (konuşma, görüşme) gönderme yaparak ve “meşveret” (danışma) sözcüğünü kullanarak cumhuriyet tarzı yönetim yapılanması görüşlerini ileri sürdüklerini belgeler eşliğinde anlatmıştır. Bu bilgiyi de okurlarla paylaşmak isterim.
Osmanlı Devletinin, bir İmparatorluğa dönüşmesi ve yükselmesi Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u alması ile başlamış, Yavuz Sultan Selim ile sürmüş ve Kanuni Sultan Süleyman ile zirveye yükselmiştir. Bu yükselişe önemli katkı yapan unsurların başında, Türklerin Orta Asya’dan beri devlet yönetimine temel yaptıkları “Örfi Hukuk” anlayışı yer almakta idi. Bu yasa geleneği konusunda Prof. Dr. Halil İnalcık’ın makalesinden kısa bir alıntı yapmak istiyorum. “Osmanlı Devleti, şeriatı aşan bir hukuk nizamı (kuralı) geliştirmiştir. Buna imkân (olanak) veren prensip (ilke) ise, örf, yani hususi manasında hükümdarın sırf kendi iradesine dayanarak şeriatın şümulüne girmeyen sahalarda kanun yapma salâhiyetidir (yetkisidir). … bu merhaleye (aşamaya), daha Osmanlıdan önce kurulmuş olan Müslüman Türk Devletleri vasıtasıyla erişilmiş bulunuyordu. … Bu gelişme, klasik hilafet mefhumunu (kavramını) yeni bir şekle soktu. Rahat’us-Sudûr’daki (yazılışı 1203) meşhur parça yeni durumu veciz bir şekilde ifade etmektedir. ‘imamın vazifesi hutbe ve dua ile meşgul olmak … Padişahlığı (hakimiyeti) sultanlara havale etmek ve dünyevi saltanatı onların eline bırakmaktır.’ … İslam alemine hakim bir unsur olarak girip yerleşen Türkler, Orta Asya’dan eski ve sabit bir devlet anlayışı ile geliyorlardı.[ii]” Bu gelenek nedeni ile Fatih ve Kanuni İmparatorluğun yönetimine yön verecek geçmiş padişahların koyduğu yasaları da toplayarak ve bunlara eklemeler de yaparak bir yasalar düzeni kurmuşlardır. İlerleyen dönemlerdeki padişahlar ne yazık ki, bu yasal temeli aşındıracak ve bozacak kararlar almışlardır.
Osmanlı Devletini önce gerilemeye ve sonra aşama aşama çöküşe götürecek bazı kararların, İmparatorluğun zirveye yükseliş sürecini yöneten Fatih Sultan Mehmet’ten Kanuni Sultan Süleyman dönemine uzanan süreçte alınmış olduğunu çoğu insanımız bilmiyor. Fatih Sultan Mehmet döneminde bu yönde etki yapacak ilk karar, İstanbul’un fethinden sonra kentte yerleşik olan Cenevizliler ile Venediklilere verilen (kapitülasyonlar) kapsamlı ayrıcalıklardır. Kanuni Sultan Süleyman benzeri ayrıcalıkları Fransa’ya ve diğer bazı devletlere de tanımış ve ardılları padişahlar da bunları yenilemiş, yeni ülkelere vermiş ve kapsamlarını da genişletmişlerdir.
Fatih döneminde verilen bu kapsamlı ayrıcalıkların metinlerine göz atarsak, bunların ileride İmparatorluğun çöküşüne nasıl yol açtıklarına yönelik olarak sunacağım bilgileri çok daha kolay anlaya bileceğiz. Önce kapitülasyonlar konusundaki bir açıklamaya göz atalım. “Kapitülasyonlar ile, Osmanlı Devleti ile çeşitli Batı Devletleri arasında yapılan bir seri antlaşmalarla o devletlerin uyruklarının Osmanlı topraklarında hangi koşullar altında yaşayacaklarının ve etkinliklerde bulunacaklarının hukuku belirlenmiştir. Genel olarak, Sultanlar ve ardılları tarafından belirlenen ve sürdürülen ayrıcalık koşulları, verilen devletler tarafından uyruklarının rahat ve güven içinde yaşamalarının güvencesi olarak kıskançlıkla korunmuştur.[iii]”
Ahmet Erdoğdu– Mahmut Esat Bozkurt’un, kapitülasyonlarla ilgili bir doktora tezinin olduğunu biliyoruz. Bu Tez’le ilgili neler söylersiniz?
Hikmet Uluğbay-1924-1930 döneminde Adalet Bakanı olarak görev yapan Mahmut Esat Bozkurt (1892-1943), 1928 yılında tamamladığı doktora tezinde kapitülasyonların kökeni konusunda şu bilgiyi vermektedir. “Kapitülasyonların ilk izlerini Orta Çağ’da, konsolosluk kurumlarında görüyoruz. Ticaret konsolosluğu özellikle Haçlı Seferleri sırasında örgütleniyor, gelişiyor ve yaygınlık kazanıyor. Gerçekten de, Cermen Hukuku’nun önerdiği yasaların kişiselliği sistemi, kökeni ile değilse bile en azından biçim bakımından bizim dönemimizin kapitülasyon rejimine giderek yaklaşıyor: Bu usulde, yargıç, “professiolegis” kuralına göre, ya da aile reisinin yasasına göre hareket ediyordu.[iv]”
Bozkurt, Osmanlı İmparatorluğunun temel hukukunu oluşturan İslam Hukuku uygulaması çerçevesinde İmparatorluk bünyesine katılan Hıristiyan Prensliklerine vergi ödemek kaydı ile dinlerini, eğitimlerini, adalet hizmetlerini, örf ve adetlerini sürdürme iznini verdiğini belirtmiştir. Fatih Sultan Mehmet 1453 yılında İstanbul’u fethettiğinde, Haliç’in Galata kıyısında duvarlarla çevrili bir alanda Cenevizlileri, Bizans İmparatorlarının Milan Düküne tanıdığı kapitülasyonlar çerçevesinde Milan uyruğu olarak kendi yasaları ve kendi seçtikleri podesta (belediye başkanı) yönetiminde yaşar olarak bulmuştu. Padişah fethi izleyen günlerde, Cenevizlilerin duvarları yıkmaları koşuluyla aynı statüde İstanbul’da yaşamaya devam etmelerine izin vermiştir[v]. İstanbul’un kuşatması sırasında, kentin savunmasına aktif olarak katılan Venedik Cumhuriyeti uyruklulara da, Fatih’in, Bizans döneminde sahip oldukları haklarla kendi seçtikleri balio (belediye başkanı) yönetiminde kentte yaşamalarına 1454 yılında izin verdiği belirtilmektedir[vi].
Mahmut Esat Bozkurt İsviçre’nin Fribourg Üniversitesinde verdiği Doktora Tezinde, Osmanlı Devleti’nin, yabancı bir devlete ilk kapitülasyonu Sultan I. Bayazid’ın Ulah Prensi Mircea I. e verdiğini, Prens’in de Devlet’e vergi ödemeyi kabul ettiğini belirtmektedir[vii].
Bozkurt kitabında ayrıca Osmanlı Devletinin kendi uyruğu Hıristiyanlara ve diğer ülkelere verdiği kapitülasyonlara ilişkin belgelerin Türkçe metinlerine de yer vermiştir. Bu bağlamda, Cenevizlilere verilen kapitülasyonun başlangıç bölümünü aşağıya alıntılıyorum. Bozkurt, bu belge için dip notunda kaynak olarak, von Hammer, Histoire de L’Empire Ottoman’ı, Yunanca metin için, bkz. aynı yazar, aynı zamanda, bkz. Actes internationaux de l’Empire ottoman, Noradounghian, (M. Noradounghian’a göre tarih, Hicrî 855’tir), aynı zamanda bkz. Miltitz, (Noradounghian)’dan naklen, şeklinde belirtmiştir.
“Ben, Yüce Senyör ve Yüce Murat Bey’in oğlu, Yüce Senyör ve Yüce Emir, Sultan Mehmet Bey, yeri göğü yaratan Tanrı’nın adıyla, Yüce Peygamberimiz Muhammed adıyla, Kur’an’ın yedi türlüsü adıyla yemin ederim ki, biz Müslümanlar Tanrı’nın yüz yirmi dört peygamberine inanırız ve büyükbabamın ve babamın ruhuna, çocuklarımın üstüne ve belimi kuşatan kılıç üstüne yemin ederim ki, Galata Mahallesi’nin sakinlerini egemen olduğum bütün ülkelerde âdet olduğu gibi, kendi yasaları ve bağışıklıklarında özgür bırakıyorum ve bunu çok onurlu arkont’ların (*), Senyör Bay Paraban’ın, Senyör Marchera Drifangho’nun ve bu kentin Katolik arkontları tarafından Bâb-ı Âlimiz nezdinde görevlendirilen çevirmen Nicolas Pelazoni’nin bunu benden rica etmeleri üzerine yapıyorum; sonuçta, Galata duvarları yerle bir olmuştur, fakat orada oturanlar bütün mallarını, evlerini, dükkanlarını, bağlarını, değirmenlerini, gemilerini, bankalarını, ticarethanelerini, karılarını, çocuklarını muhafaza edecekler ve onlar üzerinde nasıl isterlerse öyle tasarruf edeceklerdir; onların mallarını İmparatorluğun her yerinde satmalarına izin verilmiştir, denizde ve karada istedikleri gibi seyahat edebileceklerdir; hiçbir gümrük vergisine ve hiçbir zorunlu hizmete tâbi olmayacaklardır; fakat, [İmparatorluğun] egemenliği altındaki diğer bütün ülkelerde olduğu gibi bir baş vergisi -“haraç”- ödemek zorunda olacaklardır. Yasalar ve âdetler bugünden itibaren ve her zaman aynı kalacaktır, onları koruyacağım ve kendi şahsım gibi savunacağım. Orada oturanlar kiliselerini ve tarlalarını ellerinde tutacaklardır, fakat onların çan çalmaları yasaktır. Kiliselerini camiye dönüştürmeyeceğim, fakat yeni kiliseler inşa edemeyeceklerdir. … Dünyanın yaratılışının 6961. yılında ve Cemaziyel-evvel ayı sonuna doğru Hicrî 857 yılında düzenlenmiştir. İmza: Zaganos[viii]” (Bu yazı boyunca yapılmış olan vurgulamalar tarafımdan yapılmıştır. H.U.)
Bu metinden de görüldüğü üzere, Zagonos Paşa, Fatih Sultan Mehmet adına imzaladığı bu belge ile Padişah, bu hakları ve ayrıcalıkları bir lütuf olarak Hıristiyan uyruklarına vermiştir. Aynı haklar izleyen yıllarda, Rum, Ermeni ve diğer Hıristiyanlara ve Musevilere de tanınmıştır.
Ahmet Erdoğdu– Fatih’ten sonraki gelişmeleri Mahmut Esat Bozkurt nasıl anlatıyor?
Hikmet Uluğbay- Fatih’in kendi egemenliği altında olan bu üç gruba tanıdığı ayrıcalıkların benzerlerinin yabancı devletlere de verilmeye başlaması Kanuni Sultan Süleyman dönemindedir ve 1535 yılında Fransa’ya verilmiştir. Birkaç yıl sonra da İngiltere’ye tanınmıştır. İlerleyen zaman içerisinde de kapitülasyon verilen ülkeler Avrupa sınırlarını taşarak ABD ve Japonya’ya kadar yayılmıştır.
Tahta yeni çıkan padişahlar, kapitülasyon verilen devletlerin istemi üzerine bunları yeniledikten başka dönemin koşullarına bağlı olarak kapsamlarını da genişletmişlerdir. Bu konuda da Bozkurt’un doktora tezinden III. Murat (1574-1595) döneminde Fransa ile yenilenen kapitülasyonun başlangıç bölümünden bir alıntı yapmak istiyorum.
“Sonu Mesih kuşağının en şerefli ve en değerlilerinin iyiliği ve mutluluğu olsun, Fransa İmparatoru Henry (Henri), Germales (Jermal) Satosu Baronu, Danışman ve Büyükelçi Jacques Germiny (Jak Jermini). Kendilerinden, yazılı ve imzalı, saf ve içten bir mektup aldık, söz konusu mektup gerçektir ve kesinlikle onundur; geçmişten günümüze kadar, yüce öncülerimiz, atalarımız ve dedelerimiz döneminde, her şeye gücü yeten Tanrı onların eserlerinin izlerini parlatsın, onlar ile Fransız imparatorları arasında iyi niyet ve anlayış ile kendisini gösteren bir dostluk bulunuyordu, Majesteleri de bunun eskiden olduğu gibi sürmesini ve teyit edilmesini arzu ettikleri için, Fransız imparatorunun elçilerine, aracılarına, çevirmenlerine ve tacirlerine ve diğer tebaasına sıkıntı veya güçlük çıkarılmaması ve bizim gölgemizde ve adaletimizde huzur içinde oturmaları için, Tanrı ruhuna huzur versin, babamız Sultan Selim Han Dönemi’nde anlaşmanın yüksek hükümleri verilmişti; onun ölümünden sonra Tanrı imparatorluk tahtını bana verdiği için, bunların içerikleri tıpkı babamın zamanında verildikleri şekliyle, olduğu gibi korunarak yenilenmesi bizden istendi. Ben de aynı şekilde, onları teyit ediyorum, bu yeminli imparatorluk kapitülasyonu geri dönüşsüz olup bu şekilde yayınlansın. . .
“Bölüm 20. – … ve atam Sultan Süleyman Han’ın anısı üzerine, onun zamanında verilmiş olan yüksek kapitülasyonları, içeriğine göre aynı biçimde teyit ediyorum; onlara uyulsun ve hiçbir şekilde aykırı davranılmasın.[ix]”
Başlangıç döneminde kapitülasyonlar, bu örneklerde görüldüğü gibi, Hatt-ı Şerif (Padişah Buyruğu) veya Ferman olarak yayınlanırken, ilerideki dönemlerde bunlar antlaşma metni haline getirilerek sürdürülmüştür.
Fransa ile olduğu gibi diğer kapitülasyon verilen ülkelerle de padişahlar değiştikçe yenilenme yoluna gidilmiştir. Ülkelere verilen kapitülasyonların içerik farklılıkları oluşmaması için yine bu ülkelerin istekleri üzerine anlaşma metinlerine “en ziyade müsaadeye mazhar ülke” ibaresi eklenerek, en kapsamlı kapitülasyon anlaşmasının içeriğinden tüm ülkelerin yararlanması yoluna da gidilmiştir[x].
Ahmet Erdoğdu-Açıklamalarınıza devam etmeden önce okurların aklına gelebilecek bir soruyu arada sormak isterim. Padişahlar bir lütuf olarak bahşettikleri bu ayrıcalıkları geri alamazlar mıydı?
Hikmet Uluğbay- Başlangıçta belki alabilirlerdi. Ancak ilerleyen yıllarda, kapitülasyon alan ülkeler bunu önleyecek önlemi aldılar. Rusya’nın 31 Ekim 1870 tarihinde 1856 Paris Antlaşması’nın Karadeniz ile hükümlerini geçersiz kabul ettiğini açıklaması üzerine, 13 Mart 1871 günü Almanya, Avusturya, Osmanlı Devleti, Birleşik Krallık, Fransa, Rusya ve İtalya imzaladıkları ve 1871 Londra Antlaşması olarak bilinen belge ile, hiçbir ülkenin kendisini, imzaladığı antlaşmaların hükümlerinden tek taraflı olarak çıkaramayacağını, değiştiremeyeceğini, antlaşmaların imzalayan tarafların dostça karar vermeleri hali dışında değiştirilemeyeceğini kabul etmişlerdir[xi].
Yabancı devletlere verilen kapitülasyonlara ilişkin olarak da 1740 yılında Fransa’ya tanınan ayrıcalıkların giriş bölümlerini yine Bozkurt’un kitabından alıntılamak istiyorum. “Dünya fatihi, bu anlı sanlı ve kudretli varlık, gücünü Tanrı’nın yardımından alan bu soylu ve yüce simge şunları ferman buyurur. Yüce Tanrı’nın sonsuz inayeti ile ve peygamberler peygamberinin (ki kendisine, ailesine ve yoldaşlarına bol bol selam olsun) kutsal mucizelerle dolu yüceliği sayesinde, anlı sanlı sultanların sultanı, güçlü imparatorların imparatoru, tahtlarına oturmuş olan Hüsrevlere taç dağıtan, Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi, bütün Müslümanların dileklerini gönderdiği yüce ve kutsal yerler olan iki ünlü ve soylu kent Mekke ve Medine’nin hizmetkârı, Kutsal Kudüs’ün koruyucusu ve sahibi, üç büyük kent Konstantinopolis, Edirne ve Bursa’nın, keza cennet kokulu Şam’ın, Trablus’un, Suriye’nin, yüzyılın eşsiz dünya cenneti Mısır’ın, bütün Arabistan’ın, Afrika’nın, Barca’nın, [Kayrevan’ın, Halep’in, Arap Irak’ın, Acem’in, Basra’nın, de Sahsa, de Dilem ve özellikle Halifeler başkenti Bağdat’ın, Rakka’nın, Musul’un, Şehrezur’un, Diyar Bekir’in, Züleradriye’nin, güzel Erzurum’un, Sebast’ın, Adana’nın, Karaman’ın, Kars’ın, Tehildir’in, Van’ın, Mora, Kandi, Kıbrıs, Sakız ve Rodos Adalarının, Barbarya’nın, Etiyopya’nın, Cezayir, Trablus ve Tunus Kalelerinin, Ak Deniz ve Kara Deniz Adalarının ve Kıyılarının, Anadolu Ülkelerinin ve Rumeli Krallıklarının, bütün Kürdistan’ın, Yunanistan’ın, Türkomanya’nın, Tataristan’ın, Sirkasya’nın, Kabarta’nın ve Gürcistan’ın, Tatarların soylu kabilelerinin ve onlara bağlı tüm grupların, Kaffa’nın ve onu çevreleyen diğer bölgelerin, bütün Bosna’nın ve ona bağlı yerlerin, müstahkem mevki Belgrad Kalesi’nin, Sırbistan’ın, keza orada bulunan kalelerin ve şatoların, Arnavutluk Ülkelerinin, bütün Eflâk’ın, Moldavya’nın ve bu nahiyelerde [cantons] bulunan irili ufaklı kalelerin hükümdarı, adlarının burada sayılmasına ve övülmesine gerek olmayan çok sayıda kentin ve kalenin sahibi; ben, imparator, adaletin sığınağı ve krallar kralı, zaferin odağı, sultan oğlu sultan, imparator, Mahmut: Fatih, Sultan Mustafa’nın oğlu, Sultan Mehmet’in oğlu, ben ki mutluluğun kaynağı gücümle, iki cihan imparatoru unvanının sahibiyim, hilafetimin yüceliğine ek olarak, iki deniz imparatoru unvanını taşıyorum.
“İsa inancına sahip yüce prenslerin en yücesi, Mesih’in dininin yüce ve görkemli kişilerinin en seçkini ve Hristiyan ulusların davalarının hakkemi ve arabulucusu, gerçek şeref ve liyakat nisanlarına bürünmüş, yücelik, şan ve görkem dolu, Fransa’nın ve ona bağlı diğer geniş krallıkların imparatoru, çok görkemli, çok şerefli ve samimi, (Tanrı’nın kendisine tüm başarı ve mutluğu vermesini dilediğimiz!) eski dostumuz Louis (Lui) XV. , Hilafet’in merkezi olan Yüce Divanımıza en eksiksiz samimiyet ve en özel sevgi, saflık ve doğruluk gösteren bir mektup göndermiştir ve söz konusu mektup, Yüce Tanrı’nın sonsuz iyiliği ile en görkemli Sultanların ve en saygı değer imparatorların sığınağı olan bizim Yüce Mutluluk Kapımız içindir; Hristiyan senyörlerin modeli, becerikli, tedbirli, değerli ve şerefli Bakan, Villeneuve Markisi, hali hazırdaki Devlet Danışmanı ve Mutluluk Kapısı’nda onun büyükelçisi (ki sonu mutluluk dolu olsun! ) Louis-Sauveur (Lui-Savör), söz konusu mektubu sunmak ve teslim etmek için izin istemiş, bu izin Divanımızın eski âdetine uygun olarak, yüksek rızamız ile kendisine verilmiş ve sonuçta, adı geçen büyükelçi nur ve san ile çevrelenmiş tahtımız karşısına kabul edildikten sonra, orada söz konusu mektubu teslim etmiş ve iltifatımıza ve İmparatorluk lûtfumuza mazhar olarak görkemimize tanık olmuştur, daha sonra, onun sevgi dolu içeriğinin çevirisi sunulmuş ve Osmanlıların eski âdetine göre, dünyanın süsü, halkların düzeninin sürdürücüsü, imparatorluğumuzun bekçilerinin âmiri, tacımızın şanının nişanesi, kral hazretlerinin benimle bağlantısı, kararnamelerimizin mutlak çevirmeni başbakanımız, benim saygı değer ve saadetli bakanım, orduların komutanı çok şerefli Elhac-Muhammed Paşa (ki Tanrı onun gücünü ve refahını sürdürsün ve muzaffer etsin!) aracılığı ile ulu tahtımızın ayağına getirilmiştir.
“Bu dostane mektuptaki ifadeler Majestelerinin arzusunu aşağıdaki şekilde belirtmekte olup, anlı sanlı atalarımız (Tanrı’nın nuru onların üzerine olsun) ile çok görkemli Fransa imparatorları arasındaki çok eskiye dayanan dostluktan beri şimdiye değin sürmüştür ve bu mektupta, Fransa’nın imparatorluğumuza karşı her zaman göstermiş olduğu içten dostluk ve bağlılık göz önünde tutularak, ömrü boyunca sanlı, soylu, cömert, ölümünde mutlu atamız rahmetli Sultan Mehmet’in yönetimi sırasında Hicrî 1084 yılında daha önce yenilenen İmparatorluk kapitülasyonlarının şanlı yönetimimizin mutlu döneminde tekrar yenilenmesi, güçlendirilmesi ve birkaç madde eklenerek açıklığa kavuşturulması söz konusudur; bu kapitülasyonların amacı Fransa’nın büyükelçilerinin, konsoloslarının, çevirmenlerinin, tacirlerinin ve diğer uyruklarının korunması ve rahat bırakılmasıdır ve bilgimize ulaştığı kadarıyla bu hususlar adı geçen büyükelçi ile Bâb-ı Âlimizin bakanları arasında görüşülmüştür; Fransa Sarayı ile Bâb-ı Âli arasında sağlam bir şekilde çok eski bir zamandan beri sürmekte olan dostluğun temelleri ve Majestelerinin şanlı saltanat dönemimiz konusunda özellikle ortaya koyduğu inandırıcı kanıtlar, böyle bir dostluk bağının ancak daha da sıkılaşabileceği ve güçlenebileceği umudunu vermektedir; bu gerekçeler bizde bu arzulara uygun duygular uyandırdı. Ve ticarete bir etkinlik ve gidip gelenlere bir güvenlik sağlamak amacıyla, ki bunlar dostluğun vermesi gereken meyvelerdir, sadece eski ve yeni kapitülasyonları değil, söz konusu tarihte konulmuş olan maddeleri de bütün kapsamları ile onayladık, tacirlere daha fazla rahatlık ve ticarete daha fazla güç kazandırmak amacıyla, onlara her zaman ödedikleri [masdariyye vergisinden] bağışıklık, aynı şekilde ticaret ile ve gidip gelenlerin güvenliği ile ilgili birçok konuda haklar sağladık; bu hususlar, yukarıda adı geçen, gerekli yetki ile donatılmış büyükelçi ile Bâb-ı Âlimiz tarafından görevlendirilmiş kişiler arasında bu konuda yapılan çeşitli konferanslarda usûlüne uygun olarak tartışıldıktan, müzakere edildikten, düzene konulduktan ve işlemler tamamlandıktan sonra, benim yüce ve mutlak [Baş vezirim] bunları divanımıza iletti ve bizim de arzumuz, bize kalbindeki içtenliğin özel işaretlerini veren Fransa imparatorunun eski ve kararlı dostluğuna olan takdir ve itibarımızı bu münasebetle göstermek olduğundan, üzerinde anlaşmaya varılmış olan yeni maddelerin uygulanması için İmparatorluk mührümüzü vurduk ve sonuç olarak, yenilenmiş olan eski kapitülasyonlar başlangıçta kelimesi kelimesine yazıldıktan ve tam olarak aktarıldıktan ve ardından yeni düzenlenmiş ve verilmiş olan maddeler konulduktan sonra, bu İmparatorluk Kapitülasyonları izlenen sıra içinde adı geçen büyükelçinin ellerine teslim ve emanet edilmiştir ve onların uygulanması için, işbu İmparatorluk Fermanı şu şekilde çıkarılmıştır…” Bu alıntıdan da görüldüğü üzere, metin geniş ölçüde padişaha övgüler sıraladıktan sonra eski kapitülasyonların aynen korunması yanında yeni kapitülasyonların verildiği, eskiden alınan masdariyye vergisinin (Tanzimat öncesinde şarap ve diğer bazı maddelerden alınan vergi[xii]) artık alınmayacağı da belirtilmiştir. Görüldüğü üzere Osmanlı Devleti kendi uyrukları için hiçbir ayrıcalık almaksızın, Fransız uyruklarına çok kapsamlı ayrıcalıklar tanımaya devam etmiştir. Osmanlı Devletinde, savaş giderlerinin artmasından kaynaklanan mali sıkıntıların giderek arttığı dönemde şarap ve diğer bazı maddelerden alınan vergiden bile vazgeçilmiştir.
Ahmet Erdoğdu– Osmanlı Devletinin dış ticarette ve sanayi devriminde yeterince etkin olamaması sizce nelere yol açmıştır?
Hikmet Uluğbay- Geride kalma ve çöküşe giden yolun taşlarını döşemiştir. Osmanlı Devletinin, dış ticaret zenginleşmesi ve sanayi devrimini yaşayamamasının iki büyük nedeni olduğunu düşünüyorum. Bunlardan birincisi başlangıçta tek taraflı bahşettiği kapitülasyonlar ise ikincisi de dış ticaret pazarları bulacak, sanayi kuracak ve işletecek nitelikte insanları yetiştirecek lâik nitelikte eğitim yapılanmasını kurmamış olmasıdır.
1878 Tarihli Berlin Antlaşması da, kapitülasyonlarla Konsolosluklara tanınmış olan yargılama yetkisinin, antlaşmaların tarafların mutabakatı ile değiştirilmedikçe yürürlükte kalacağı hükmünü getirmiştir.
Böylece, başlangıçta Padişahların tek taraflı fermanları ile lütfu olarak verilen kapitülasyonlar, 1871 ve 1878 Antlaşmaları ile çok taraflı koruma altına alınmış ve böylece Osmanlı Devletinin kapitülasyonları tek taraflı olarak geri alma hakkı da elinden alınmış oldu.
Başta İngiltere olmak üzere 1750 den sonra Avrupa’da başlayan ve giderek ABD ve Japonya’ya yayılan sanayi devrimi ile bu ülkeler rekabet içinde süratle birer sanayi gücü haline gelmişlerdir. Osmanlı Devleti aydınlanma, coğrafi keşifler ve sanayileşme sürecindeki gelişmelere ayak uyduramadığı için ekonomik, sosyal ve askeri bakımdan kısa sürede geri kalmış bir ülke konumuna gelmiş ve bir yandan isyanlar ve savaşlar nedeni ile toprak kaybetmeye ve parçalanmaya başlamıştır. Bu gelişmelerin sonucunda, Osmanlı Devletinde 1784-1791 yılları arasında Fransız Büyükelçisi olarak görev yapan Choiseul-Gouffier, 1788 yılında “Osmanlı İmparatorluğu Fransa’nın en zengin kolonisi olduğunu” söyleyebilmiştir[xiii].
Ahmet Erdoğdu– Sayın Uluğbay, Birinci Dünya Savaşı başında Osmanlı Devleti, kapitülasyonlar konusunda nasıl bir karar almıştır ve ne tepkiler almıştır?
Hikmet Uluğbay- Birinci Dünya Savaşının başlamasından hemen sonra Kasım 1914 ayında, Osmanlı Devleti kapitülasyonlara son verdiği açıkladı ise de, bu karar, müttefikleri Almanya ve Avusturya dahil tüm kapitülasyon elde etmiş ülkelerce protesto edilmiş ve tanınmadığı açıklanmıştır[xiv]. Birinci Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı Devletince imzalanan Sevr Antlaşmasında kapitülasyonlar aynen korunmuştur.
Ülkemizde ve diğer ülkelerde Osmanlı Devletinde uygulanan kapitülasyon rejimi konusunda yazılmış bulunan kitaplardan seçilmiş bazıları Liste 1 de yer almaktadır.
Liste 1 de yer alan Mahmut Esad Bozkurt’un kapitülasyonlar üzerinde İsviçre’nin Fribourg Hukuk Fakültesi tarafından kabul edilen doktora tezinin Fransızcası ülkemizde 1928 yılında basılmışken Türkçe tercümesi nedense ancak 2007 yılında basılabilmiştir. Osmanlı İmparatorluğunun batışına neden olan kapitülasyonlara ilişkin olarak yabancı ülkelerde yazılmış olan kitap ve makaleler sayıca ve içerik olarak, ülkemizde yayınlanmış olanlardan çok daha fazla ve kapsamlıdır. Liste 1 de bunlardan ancak çok azına yer verilebilmiştir.

Liste 1 in sonunda yer alan Maurits H. Van Den Boogart’ın kitabı 2014 yılında Türkçeye çevrilmiştir.
Osmanlı Devletinin ikili ve çok taraflı olarak imzaladığı antlaşmalar, Büyükelçi İsmail Soysal’ın Türk Tarih Kurumu tarafından ilk baskısı 1983 yılında yapılan, “Tarihçeleri ve Açıklamaları İle Birlikte Türkiye’nin Siyasal Andlaşmaları 1920-1990” 2 Ciltlik kitabı gibi yayınlanmamıştır. Ancak, Necdet Kurdakul, birinci baskısı Mart 1981 de Döler Neşriyat tarafından yapılan “Osmanlı Devleti’nde Ticaret Antlaşmaları ve Kapitülasyonlar” isimli 423 sayfalık kitabını saptayabildim, kitap, Şubat 1535 tarihinde Fransa’ya verilen kapitülasyonun metni ile başlayıp, 23 Şubat 1868 tarihinde Portekiz ile yapılan antlaşmaya kadar imzalanan metinleri içermektedir, ne yazık ki saptayabildiğim kadarı ile tek baskı da kalmıştır. Oysa söz konusu antlaşmaların tamamına yakını Fransa’da ve ABD’de yayınlanmıştır. Bunlardan ilki, Osmanlı Devletinde 1908 de Nafıa ve Ticaret Nazırı ve 1912-13 Hariciye Nazırı olarak görev yapan Gabriel Effendi Noradonghian (1852-1936) tarafından ilk cildi 1897 de ve dördüncü cildi de 1903 yılında Paris’te yayınlanan “Recueil D’Actes Internationaux De L’Empire Ottoman” başlıklı ve 1300-1902 dönemindeki antlaşmaları içeren eserdir. Bu eserde yer alan metinler ile Osmanlı arşivlerinde yer alan Osmanlıca ve Fransızca metinlerin karşılaştırmalı çevirilerinin yapılıp yayınlanması ve en azından üniversiteler ile devletçe kurulan kütüphanelere konulması, ülkemiz araştırmacıları ve tarih öğretmenleri için çok yararlı olacaktır. İkincisi ise, Le Baron Testa’nın ilk cildi 1864 te ve 11 inci cildi de 1911 de Paris’te yayınlanan Osmanlı Devleti’nin imzaladığı antlaşmalar, dış işlerine yönelik fermanlar ve diplomatik yazışmalar yanında diğer belgeleri içeren “Recueil Des Traites de la Porte Ottoman” isimli eserdir. Bu eserde yer alan belgelerin arşivlerdeki metinlerinin veya çevirilerinin Türkçe olarak yayınlanmaması ülkemizde tarih araştırmaları, eğitimi, tarih öğrenimi ve genel kültür bilgisi açısından büyük noksanlık yarata gelmektedir. İsimlerini verdiğim bu iki yayının kitaplarına internet ortamında ücretsiz ulaşılabilmektedir.
Osmanlı Devleti’nin imzaladığı antlaşmaların İngilizce çevirilerinin yer aldığı iki ciltlik bir kitap da 1956 yılında ABD’li tarihçi J. C. Hurewitz tarafından “Diplomacy in the Middle East A Documentary Record 1535-1914 ve Cilt 2, 1914-1956” yayınlanmıştır. Bu eserler, Batı ülkelerinde Osmanlı tarihi üzerinde araştırma yabanlara büyük kolaylık sağladığı gibi, ülkemiz tarihçilerinin başvurduğu kaynaklardır. Türkçelerinin yayınlanmamış olmasını büyük bir noksanlık olarak görmekteyim.
Namık Kemal, 1838 yılında İngiltere ile imzalanan ticaret antlaşmasının Devleti nasıl bir çöküntüye sevk ettiğini 10 Ağustos 1868 günü Hürriyet Gazetesinde yayınladığı makalesinde açıklamıştır. Kurdakul’un kitabında yer verdiği bir bölümünü okurlarla paylaşmak isterim. “Devlet, ticaret hürriyetini öyle bir zamanda ilan etti ki memleketimizde zanaat ve marifet tamamiyle çöküntü halindeydi. O yolda çok ileride olan Avrupa halkı yurdumuza yığıldı. Sanayi ürünlerinin güzelliği ve pahaca ucuzluğu cihetiyle bizde yapılan şeyleri gözden düşürdü. Tezgâhlar kapandı. Zanaat erbabı iflas etti. Bizim dış ticaretten bir para istifade edemediğimiz şöyle dursun, dahili ticareti dahi yirmi yıldır bütün bütün ellere kaptırdık. Buna neden olan mahut antlaşmadır. Çok açık bir meseledir ki bir memlekette imtiyazlı bir fırka oldukça imtiyazsız kesimler onunla rekabet edemez. … Adı geçen antlaşma ile iç ticarete olanak bulan Avrupalılar ise sermaye ve bilgilerinin genişliği bir tarafa, elçiliklerinin himayesi nedeniyle iç ticaretimizi bütün bütün elde ettiler.[xv]”
Kapitülasyon anlaşmaları konusunda daha fazla bilgi edinmek isteyenlere, Mahmut Esat Bozkurt’un ve Necdet Kurdakul’un kitaplarını öneririm.
Ahmet Erdoğdu– Söyleşimize başlamadan önce yaptığımız sohbette, Fatih döneminde alınan ikinci bir yanlış karar olduğundan söz etmiştiniz.
Hikmet Uluğbay- Evet şimdi onu açıklayabilirim. Fatih döneminde İmparatorluğu ileride gerilemeye ve çöküşe götürecek ikinci karar ise, dönemin yükseköğrenim kurumları olan medreselerdeki eğitimin Gazali’nin mi, yoksa İbn-i Rüşt’ün mü çizgisinde sürdürüleceğine ilişkin seçimdir. Bilindiği üzere, Gazali, İslam dünyasında inancın temelini vahyin oluşturduğunu, Kur’an ayetlerinin, felsefe ve akıl ile yorumlanıp içtihat yapılamayacağı kuralını koymuştur. İbn-i Rüşt ise, dini kuralların akıl ve mantıkla çelişmesi durumunda akla göre yorumlanmasının doğru olacağını savunmuştur. Fatih, bu konuda izlenecek yolu belirlemek üzere, konuyu Hocazade ile Alaeddin Tusi’nin incelemesini ve birer rapor vermelerini istemiştir[xvi]. Tarihçi Halil İnalcık bu olayı şöyle yazmıştır. “… Liberal düşünceli Fâtih Sultan Mehmet, din ve felsefe arasındaki ilişki üzerine Gazâlî’yle [1058-1111] İbn Rüşd [1126–1198] arasındaki tartışmayı yeniden açarak dönemin iki büyük ilâhiyatçısı olan Alâeddin Tûsî’yle Bursalı Hocazâde’ye, konu üzerinde birer risâle yazmalarını önerdi. Dönemin ulemâsı Hocazâde’nin yapıtını üstün buldu. …İbn Rüşd, Gazâlî’ye karşı, felsefe ve dinin uzlaştırılabileceğini ve tam bir Tanrı bilgisi edinebilmek için aklî istidlâlin (akla dayanan tanıt getirmenin H.U.[xvii]) gerekli olduğunu savunmuştu. Hocazâde, aklın mantıkî ilimlerde kusursuz olmakla birlikte, ilâhiyatla ilgili konularda kullanılmasının yanlışlara yol açtığını söylemiştir. Hocazâde, bazı bakımlardan yanlış olan Gazâlî’nin yöntemini düzelttiğini de ileri sürmüştür. Ayrıca, amacının, felsefenin iddialarına karşı şeriatı savunmak olduğunu da açıkça söylemiştir. Böylece, Averroizm yani İbn Rüşd felsefesi İtalya’da çalışılmış ve Rönesans düşüncesinde önemli bir etmen olurken, Osmanlı medreselerinde kapsamlı bir skolastik felsefe yerleşmekte idi…[xviii]”
Bu kararın medrese eğitimini nasıl etkilediğini tam anlayabilmek için Gazali öncesindeki İslam coğrafyasında bilim insanlarının yaptıkları çalışmalardan bazı örnekler vermem yaralı olacaktır.
Tarihçi Halil İnalcık, 2015 yılında yayınlanan eserinde Müslüman bilim insanlarının inanç temelli eserlerinin yanında felsefe ve pozitif bilimler konusundaki eserlerine ek olarak müzik konusunda yaptıkları çalışmalar konusunda şu bilgileri vermektedir. “… eski zamanlardan beri müzik sanatı, felsefe, matematik bilimlerini oluşturan dört bilimden biri sayıldığı için Doğu’nun ünlü Ortaçağ bilginleri kendi kitap/ansiklopedilerinde müzik teorisine mutlak bir yer ayırıyorlardı. Esas mesleği müzik olmadığı halde dahi, müzik nazariyesi (kuramı) ile ilgili bir kitabın yazılması, o dönemde bilginin mükemmellik seviyesinin önemli bir göstergesi idi. Ar-Râzi (1149-1210), Horezmî (780-850), İbn Sinâ (980-1037), Nasîreddin Tûsi (1201-1274), Kutbeddin Şirâzi (1210-1292) gibi birçok Ortaçağ astronom, riyaziyeci, tıp uzmanı, filozoflar müzik üzerine risale (kitapçıklar) yazarlardı. … Burada musiki sanatının matematik bilimi ile olan bağlantılarını, ünlü matematikçi ve astronom Nasîreddin Tûsi, Öklides (Euklides), Nicomacus, Fisagor (Pythagoras), Aristo (Aristoteles) ve Eflatun’un (Platon) müzikle ilgili görüşleri aktarmaktadır. Özellikle, Fisagor’un müzik ilmini ortaya koyduğu, gezegenlerin hareketinde müziğin duyulduğu ve bu sanatın/ilmin amacının sadece eğlenmek için değil, icat sebebinin ruhları birbirine alıştırması olduğu iddia edilmektedir. … Risalenin birinci bölümünde … Safiyuddin Urmevi’nin 17 perdeli ses sisteminin açıklaması, matematik ağırlıklı ifadelerle anlatılır. …[xix]” Bu bilginlerinin yaşadığı dönem İslâm’da aklın ön planda olduğu bilimde yükseliş çağıdır.
Osmanlı medreselerinde Gazali çizgisinde eğitim, vahiy esası üzerinden devam ederken, Avrupa ülkeleri, Rönesans ile başlayan süreçle birlikte, aydınlanma çağı Müslüman bilginlerinin eserlerini, önce dönemin ortak kültür dili olarak kabul ettikleri Latinceye ve daha sonra da ana dillerine çevirmişlerdir. Bu bağlamda, başta Cabir İbn-i Hayyan (721-813), El Biruni (973-1048), el-Kindi, İbn-i Sina ve İbn-i Rüşt’ün olmak üzere İslam’ın aydınlanma çağının bilim insanlarının eserlerini üniversite düzeyindeki okullarında okutmuşlar, yorumlamışlar ve sorgulama, tartışma, akla uygunluk çizgisinde eğitim vermeye başlamışlardır. İslam aydınlanma çağının önde gelen düşünürlerden sadece birkaçının eserlerinin ne zaman Avrupa dillerine çevrildiğine ilişkin bilgiler Liste 2 de yer almaktadır.

İnternet ortamında araştıran okurlar, çok daha kapsamlı kendi listelerini oluşturabilirler. Avrupa ülkelerinin eğitim, öğrenim ve araştırmada, kutsal kitabı değil, bilim ve araştırmayı ön plana çıkarması coğrafi keşiflere, üretim tekniklerini geliştirme sürecine ve daha sonra da sanayi devrimine yol açmıştır. Bu gelişmeler Avrupa ülkelerini sadece tarım ve sanayi üretiminde büyük atılımlara sevk etmemiş aynı zamanda savaş sanayilerinde de büyük atılımlar yapmalarına ve Osmanlı İmparatorluğunun Batı ve Güney daha sonra da Doğu topraklarını yitirmesine de neden olmuştur.
İslam’ın bu çağında bilimin yükselişi ve çöküşü konusunda daha fazla bilgi edinmek isteyen okurlara iki kitap önermek isterim. Cengiz Özakıncı, “İslam’da Bilimin Yükselişi ve Çöküşü 827-1107” Otopsi yayınları, ikincisi ise, Frederick S. Starr’ın “Kayıp Aydınlanma, Arap Fetihlerinden Timur’a Orta Asya’nın Altın Çağı”, Kronik Kitap Yayınları.
Fatih döneminde medrese eğitiminde Gazali çizgisinin izlenmesi, İmparatorluğun eğitim öğrenimin vahiy çizgisinde sürdürülmesi, bu kurumlardaki eğitim kalitesinin ileride göreceğimiz üzere ciddi ölçüde bozulmasını önleyememiştir.
Ahmet Erdoğdu-İlk eğitim düzeyine ilişkin eğitimin içeriğine yönelik Padişahlarca bir kural konmuş mudur?
Hikmet Uluğbay- Evet. Fatih’in ardılı II. Beyazıt döneminde ise yaygın halk temel eğitiminin kuralları şekillenmiştir.
Fatih döneminde, sabi (buluğ çağına gelmemiş çocuk) denilen beş altı yaşındaki kız ve erkek çocukları okutmak amacıyla açılmış olan ilköğrenim yapılanmasına sübyan okul adı verilmiştir. Fatih kendi adını taşıyan caminin dört bir tarafına her türlü ilim (medrese), sağlık ve sosyal yardım hizmeti verecek birimler kurdururken, sübyan okulları açılmasına da özen gösterdiği belirtilmektedir[xx]. Fatih Sultan Mehmet’ten sonra tahta geçen oğlu II Beyazıt kendi açtırdığı sübyan okulu için vakfiye yazdırdığında güncel Türkçemizle şu kuralı koydurmuştur. “Okulu … öğretmen ve yardımcısının yetimlere ve fakir çocuklarına Kur’an’ı Kerim’i öğretmeleri için vakfettim. Saygın bir Kur’an hafızı ve namazın kural ve şartlarını da bilen ve çocuk eğitmeye uygun ve yetenekli bir kimse, okulda otuz yetim ve fakir erkek çocuğuna Cuma günü dışındaki günlerde Ulu kitaba bakarak, Kur’an’ı güzel okutarak ve layık olduğu şekilde öğretip bildirsin ve geçmişte ve geçmiş derslerde öğrendiklerini dinleyip ve namazla ilgili bilgileri okutup anlatsın. Terbiye edilmesi gerekenleri terbiye etsin, hizmetinde daima ciddi olsun, çocukların evlerine dönme zamanı geldiğinde bu Vakfı yapanların ruhu için okunan ve yetimlerin okudukları Kur’an’ın kabulü için dua ettirsin…[xxi]” Vakfiye’de “erkek çocuklar” ifadesi yer alması ilerleyen yıllarda kız çocuklarının da devam etmesini engellememiştir. Ergin kitabında, Fatih ve II. Beyazıt’tan sonra da okul yaptıranların da bu kuralları Vakfiyelerine aynen aldıklarını belirtmiş ve daha sonraki Vakfiyelere kaligrafi ve diğer bazı dersleri de konulduğunu da eklemiştir.Vakıf metninden de görüldüğüüzere, sübyan okulunun ders kitabı Kur’an’ın Arapça metnidir ve okul bitene değin bu kitap okutulacaktır. İlerleyen yıllarda Kur’an dışında günlük gereksinimi karşılayacak kadar aritmetik ve Arapça kaligrafi de dersleri de eklenmiştir. Sübyan okullarına Türk ve Müslüman çocuklar devam ederdi. Ergin kitabının önsözünde, 1453-1918 dönemini, “Araplaşma ve iskolastik tedris devridir … Bu devir milli değil daha ziyade dinidir” olarak tanımladıktan sonra “… 1773 den 1923 e kadar 150 sene suren devre de ne tamamiyle milli, ne tamamiyle dini diyemiyeceğimiz gibi yine tam manasiyle garplılaşmak da sayamayız” açıklamasını yapmıştır[xxii]. Ergin kitabında, bu okullarda Türk öğrencilere ana dillerinin öğretilmediğini, eğitim dilinin Arapça olduğunu, Osmanlıcanın Türkçe diye okullara girmeye 1839 yılında Tanzimat Fermanı sonrasında başladığını da belirtmektedir[xxiii]. 5-6 yaşındaki çocuklara anadili dışında bir dil ile verilen eğitim ile çocukların anlayarak bir şeyler öğrenemedikleri, sadece namaz dualarını anlamını bilmeden ezberlediklerini söyleyebiliriz.
Sübyan okullarında okuyanlar, okulu bitirdikten sonra medrese düzeyine devam etmedikleri taktirde, esasen okuma ve yazmayı tam öğrenmedikleri için kitap, dergi ve gazete gibi okumaya devam etmelerini sağlayacak malzemeleri o dönemde bulamadıkları için bir süre sonra işlevsel olarak okuma yazma konusunda öğrenebildiklerini de unutup, işlevsel olarak okumaz-yazmaz konuma dönmek zorunda kalmışlardır.
Ahmet Erdoğdu– Osmanlı Devletinin eğitim dilinin Türkçe yerine Arapça olması nelere yol açmıştır?
Hikmet Uluğbay- Önemli sıkıntılar yaratmıştır. Bunlara değinmeden önce ilginç bulacağınız bir bilgiyi paylaşmak isterim. Osmanlı Devletinde okullarda Türkçenin anadil olarak okutulmadığı bu süreçte, Avrupa ülkelerinde dil bilimi üzerinde çalışmalar yapanlar Sümer, Hitit ve Etrüsklerin dillerinin Turan dil kökeninden geldiğine ilişkin çalışmalar yapmaya başlamıştı. 1855 yılında Max Müller “The Languages of the seat of War in the Near East, with survey of the language Semitic, Arian and Turanian” (Yakın Doğu’da savaşın merkezindeki diller, Sami, Aryan ve Turan dilleri incelemesi) isimli eserini yayınlamıştır. 1871 yılında George Smith “The Phonetic Values of the Cuniform Characters” (Çivi yazısı harflerin ses değerleri), 1874 yılında Isaac Taylor, “Etruscan Researches” (Etrüsk araştırmaları) ve 1887 yılında C.R. Conder “Altaic Hieroglyphs and Hittite Inscriptions” (Altay yazıları ve Hitit yazıtları) isimli eserlerini yayınlamıştır. Bunlara ek olarak Jules Oppert ve François Lenormant’ın da benzeri çalışmalar yapmıştır. Bu kitaplara internet ortamında ücretsiz olarak erişebilmek mümkündür. Bu kitaplar Osmanlıcaya çevrilmediği için dil üzerinde çalışmalar ancak 19 uncu yüzyılın sonlarında aydınlar arasında gündeme gelebilmiştir.
Osmanlı Devleti, eğitim dilini Arapçaya dayandırarak çok ciddi bir şekilde mantığa aykırı bir yol izlemiştir. Zira yukarıda kapitülasyon metinlerinden de gördüğümüz üzere Hıristiyan ve Musevi uyrukları olan Rum, Bulgar, Hırvat, Sırp, Ermeni, Arnavut, Eflak-Buğdanlılara ve Museviler ile Araplara ana dillerinde eğitim ve inançlarını öğrenme olanağını vermişken, İmparatorluğun kurucu unsuru Türklere anadilinde okuma yazma öğretmediği gibi inancını da anlayarak öğrenme olanağı tanınmamıştır. Bu durum, ilerleyen yüzyıllarda, gayrı Müslimlerin Avrupa ülkelerinde başlayan Rönesans aydınlanması yanında Fransız İhtilalinin yol açtığı ulusal bilinçlenmeden kolayca yararlanmasına yol açarken, kurucu unsur Türklerin bu gelişmeleri izleyip yararlanabilmelerini 1900 lü yılların başlarına kadar geciktirmiştir. İmparatorluğun Arap unsurları esasen ulusal bilince Arap İmparatorluğu döneminden beri sahiptiler.
Osmanlı İmparatorluğunun gerilemesine ve çöküşüne yol açan diğer karar da Yavuz Sultan Selim’in Mısır’a yaptığı sefer sonrasında, İstanbul’a hareket etmeden önce, idari bir önlem olarak, Kahire’deki bazı hükümdar oğulları ile, halife ve akrabalarını, nüfuzlu âlim, şeyh ve beylerden tehlikeli olanları ve aynı zamanda mimar, mühendis ve sair sanat erbabından çoğunu ve kütüphanelerdeki kitaplardan değerli bazı eserleri deniz yolu ile başkente göndertmiştir[xxiv]. Uzunçarşılı’nın Mısır’dan İstanbul’a gönderildiğini belirttiği bu tehlikeli “nüfuzlu âlim, şeyh ve beylerin” başkentte hangi görevleri aldığı ve yaptıklarına ilişkin bir bilgi kitabında yer almamaktadır. Merdan Yanardağ, kitabında bu kişilerle ilgili olarak şu ifadeyi kullanmıştır. “Bu âlimler grubu Arap Sünni İslam anlayışını İstanbul’da yeniden işleyerek Osmanlı ulemasına hâkim olacak, Osmanlı Devleti ve medreselerinin yeniden yapılandırılmasında önemli rol oynayacaktı.[xxv]”
Ahmet Erdoğdu– Peki efendim, kötü gidişe ilgili olarak padişahları uyaran hiç kimse olmamış mıdır?
Hikmet Uluğbay- Elbette uyaranlar olmuştur. Osmanlı Devletinde bozulmanın başladığını gözlemleyip Padişahı ilk uyaranlardan birisi Koçi Beydir. 1631 yılında Sultan IV. Murat’a sunduğu Risalelerinde, devlet merkez ve yerel yönetimlerindeki bozulma, eğitimde, toprak tahsislerinde ve vergi toplamada başlayan kötü uygulamalar konusunda örnekler vermiş ve bunların düzeltilme zorunluluğu üzerinde durmuştur[xxvi]. Bu Risalelerde yer alan önemli uyarılardan birkaçını okurlara anımsatmak isterim.
“Evvelce Beylik ve Beylerbeyliği ve diğer padişah memurlukları memleket idaresinde iş görmüş, emektar, doğru ve dindar kimselere verilip, karşılığında bir akçe ve bir habbe rüşvet ve bahşiş alınmazdı. Bilhassa sancak beyleri ve beylerbeyleri yirmişer, otuzar yıl yerlerinde kalırlardı.[xxvii]”
“… sonra gelen vezirler, ister istemez iç (saray) halkına uyup isteklerini onayladılar, her ne murat etseler esirgenmez oldular. Onlar da nice işlere müdahaleye başladılar; gazilerin ve savaşa katılanların hakları olan, nice yüz yıl evvel fetih olunmuş köyleri ve tarlaları, bir yolunu bulup kimini paşmaklık, kimini arpalık, kimini temlik ettirdiler. Kendileri tamamen doyduktan sonra her biri kendi maiyetine (emrindekilere) nice tımarlar ve zeametler verdirip, kılıç erbabının dirliklerini kestiler.[xxviii] ”
“Bugün ilim yolu da fevkalade bozulmuş ve aralarında yürürlükte olan kadim kanun da işlemez olmuştur. … [1594] tarihine gelinceye kadar sahn muidlerinin (öğretmen yardımcısının) şimdiki müderrisler (medrese öğretmenleri) kadar ağırlığı ve itibarları vardı. Danişmend olup nice zaman medreselerde ilim ile meşgul olmayınca (kimse) mülazım yazılmazdı. Ve kimse kimsenin icazetsiz (izinsiz) danişmendini alamazdı. İlim yolu fevkalade düzenliydi. … [1594] tarihinden beri bu düzen bozuldu. …[xxix]” Koçi Bey Risaleleri, Osmanlı Devleti’nin çöküşüne yol açacak hataların, 16 ncı yüzyıldan beri yapılmaya başladığını açıkça ortaya koyan ilk yazılı belgelerden birisidir. Koçi Bey Devlette “ilim yolunun fevkalade bozulmuş” olduğuna da işaret ettiği için bu konuda kitap yazmış bulunan İsmail Hakkı Uzunçarşılı’dan kısa bir alıntı yapmak isterim. “Daha evvelki (önceki) tarihlerde müderrislik kanuna aykırı tek tük yapılan usulsüzlükler istisna edilecek olursa bilhassa (özellikle) XVI. Asır (yüzyıl) sonlarına doğru hem müderris kalitesi itibariyle ve hem de tedrisat (öğretim) ve talebe (öğrenci) cihetiyle (yönünden) medreseler bozulmaya başlamış ve seneler geçtikçe bu bozukluk artmak suretiyle devam etmiştir. … Bundan başka medreseler kanununa aykırı olarak müdahaleler vukuu ve bir kısım ulema zâdelere on beş yaşından evvel müderrislik rüûsları (görevlendirme belgesi) verilmesi, medreselerin inzibatı kalmayarak talebelerin para ve rüşvet ile mürettep ulûm görmeden müderris olmaları …[xxx]” Uzunçarşılı, II. Bayezid döneminde padişahın doğrudan kayırmacılık yapmaya başladığını belirtmektedir[xxxi]. Uzunçarşılı ayrıca medrese eğitimi görmüş hocaların kendi çocuklarına müderrislik vermelerine ilişkin olarak da şu örnekleri vermektedir. “Padişah hocaları, oğulları yaşı on dört ve on beşe gelince ibtida (başlangıç) elli akçeli Dahil müderrisi (kadrolu hocalık) ve şeyhülislam oğlu ise, aynı sinde elli akçeli Hariç müderrisi (kadrosuz hocalık) sonra o da Dahil müderrisi olurdu, kazasker oğulları ibtida kırkar akçeli medrese müderrisi ve taht yani eyalet kadıları oğulları ise yirmi beşli ve otuzlu medreselere hiç sıra beklemeden küçük yaşta müderris oluverirlerdi.[xxxii]”
Uzunçarşılı’nın, medrese eğitiminin 16 ıncı yüzyıldan başlayarak ciddi biçimde bozulduğuna yönelik örneklerinden sonra şimdi de bu okulların 19 uncu yüzyılda içinde bulunduğu durumu da tarihçi Ord. Prof. Enver Ziya Karal’ın kaleminden öğrenelim. “İlmiye sınıfı, önceki devirlerdeki gibi, Tanzimat başlarında da müderrisler, kadılar ve müftülerden kurulmakta idi. Medrese bu sınıfların kaynağını teşkil ediyordu. Medrese Osmanlı Devletinin kuruluşu ile hizmete başlamış ve Fatih Sultan Mehmet ile Kanuni Süleyman tarafından genişletilmişti;[xxxiii] … Bir orta çağ müessesi olan medrese İmparatorluğun kuruluş ve yayılış yüzyıllarında devlete büyük hizmetler gördü. Fakat zamanın fikir ve içtimai cereyanlarını takip edemediği için XVII nci yüzyıldan itibaren geri bir manzara göstermeye başladı. Bu gerilik ilkin bilgi ve usul sahasında kendini göstermeye başladı. Medresenin başlıca öğretim konuları filoloji, mantık, matematik, geometri, metafizik, fıkıh, hadis ve tefsirden ibaretti. Katip Çelebi (1609-1657), zamanındaki medreselerde yalnız şer’i derslere ehemmiyet verip, akli ilimlere yer verilmediğinden ve Fatih, İstanbul’da açtığı sekiz medresenin programlarında felsefe dersleri koymuş iken sonraları taassup yüzünden bunların kaldırılmış olmasından şikayet etmiş ve riyaziye bilmeyen müftü ile kadının verecekleri hükümlerin ne kadar yanlış olacağını misallerle göstermiştir. Öğretim usulüne gelince; iskolastik idi: Orta çağda ileri sürülmüş olan fikirler ve bu fikirleri ihtiva eden eserler medrese çalışma ve düşüncesinin kesin sınırlarını teşkil ediyordu. Avrupa’da Rönesans’tan beri kilise dışında gelişmiş bulunan ve müşahade (gözlem) ile tecrübeye (deneyime) dayanan tetkik usullerine medrese tamamen yabancı kalmıştı. Bundan başka dünyada, ihtilal ve inkılâplarla meydana gelen millî ve siyasi ve içtimai (sosyal) olayları da inkâr ediyordu. Avrupalıların, Latincenin yanında millî dillere değer verme suretiyle çağdaş edebiyatları kurarken, medrese resmi dil olarak Arapçaya sarılmakta devam ediyor ve Türk topluluğu ile arası gittikçe açılıyordu. Müderrislik mesleğine girmek için kazanılması gereken diploma para ile satın alınmaya başlandı. … Nüfuzlu bazı devlet adamları liyakatsiz evlatlarını, mevcut usul ve kaidelerin dışında öğretim üyeliklerine geçirmeye başladılar. … Müderrislerin bazıları medreselerinin nerede olduğunu bile bilmezlerdi. Bu suretle ilmin ölçüsü ortadan kalktı. İlim bir ihtikâr (vurgunculuk) konusu haline geldi. Medreselerde görülen suiistimallerin tepkileri yargı teşkilatı demek olan kadılıkta da görüldü. Şahsi menfaat amme menfaati yerine geçmeye başladığı için bu müessesenin nizamları bozuldu ve nizam kuvvetinde kötü gelenekler kuruldu. Kadılığa geçmek için mülâzemet (stajyer) diplomaları para ile satılmaya başlandı. Kadılar memuriyet yerlerine bizzat gidecek yerde ehliyetsiz naipler (vekil) göndermeye başladılar. Naipler para karşılığı elde ettikleri bu memuriyetlerinde halkı soymak suretiyle kazanç sağlama yolunu tuttular. Kadılık bu hale gelince, halk da adalete ve hükümete olan itimadını kaybetti[xxxiv].” Karal, kitabının 1856-1861 dönemini incelediği II. cildinde yer alan bu bilgilere, 1876-1907 dönemini değerlendirdiği IV. ciltte şu hususları da eklemiştir. “Abdülaziz devrine kadar, kadı ve naiplerin maaşı yoktu. Bunlar ve maiyetlerinde çalışan kâtip, muhzır (şeriat mahkemelerinin bir görevlisi) ve hademenin geçimi şeriat mahkemelerine işi düşen kimselerden alınan harçlara bağlı idi. Bu durumda adalet tevzi edilmiyor fakat satılıyordu. Bir yere tayin edilen kadı, gideceği yerde, zengin, ihtiyar ve ölümü yakın kimseler bulunup bulunmadığını tahkik ediyor, çoğu kere memuriyetini de naip adıyla birisine para mukabilinde devrederek kendisi İstanbul’da kalıyordu. Naip ise verdiği parayı çıkarmak, dünyalık temin etmek için halkı soyuyordu. Abdülaziz döneminde kadılara maaş bağlandı ise de kökleşmiş olan halktan para sızdırmak hırsı devam etti. (Abdülaziz döneminde, şeriat mahkemelerinin yanında kurulma adımı atılan) Nizamiye mahkemeleri için imtihan ile alınan memurlar kifayetsiz ve maaşları az olduğu için onlar da şeriat hâkimlerinin açtığı yolda yürümekte bir beis görmüyorlardı[xxxv].” Karal, bütün bu olumsuzluklara rağmen Katip Çelebi’nin gözlemlerini destekleyen bir gözlemi de III. Ciltte vermiştir. “Medreseden yetişenler içinde kendi gayreti ile, kendisini yetiştirmiş tek tük bilginlere de rastlanmakta idi. Fakat bu gibilerin en büyük düşmanı yine mutaassıp medreseliler idi. Medrese kendi kendini ıslah etmeği düşünmek şöyle dursun, devlet eğitiminin gelişmesine ve çağdaş bir manzara almasına engel oluyordu. Rüştiye okullarında çocukların oturmaları için sıra konulmasına bile tahammül edememiş ve ‘Kur’an’ı Kerim’in diz çökerek hasır veya minder üzerinde okutulması lazımdır, sıra üzerinde oturarak ve bacak sallamak suretiyle Kuran okumak günahtır’ sözü ile sıraları kaldırtmıştır.[xxxvi]”
Ahmet Erdoğdu- Anımsadığım kadarı ile bu bozulmalar konusunda Padişahları ilerleyen yüzyılda uyaran başka Osmanlı aydınları da vardı, onlardan da kısaca söz eder misiniz?
Hikmet Uluğbay- Elbette. Osmanlı Devleti’nin gerileme ve çöküş sürecine girdiğini erken fark edip uyarılarda bulunan bir diğer Osmanlı aydını Vak’anüvis (döneminin olaylarını yazan devlet tarihçisi) Halepli Mustafa Naima Efendi’dir (1655-1716). Naima, Halep’te yerleşmiş bir yeniçeri ailesine mensuptur. Naima da Osmanlı Devletinde çeşitli görevlerde bulunmuş bir aydın olarak, devletin çöküşüne yol açacak gelişmeleri gözlemlemiş ve Amca-zade Hüseyin Paşa’nın özendirmesi ile Naima Tarihi olarak bilinen 6 ciltlik eserinde bunları kaydetmiş ve döneminin ve sonrasının padişahları dahil yöneticilerini uyarmak istemiştir.
Naima’nın gözlemlerine göre Devlet’in çöküşüne yol açmakta olan uygulamalardan bazıları şöyledir. “… yeni fetihler dolayısıyla istenilen vazifelerin çokluğuna mukabil isteyenlerin azlığı yüzünden devlet memuriyetleri huddâm-ı askere tevcih babından devlet erkanının zaruri olarak müsamahaları vaki olur. Bu suretle edânî zümresinin yüksek mertebelere vusulüne sebep olur. [xxxvii]” Osmanlıca ağdalı sözcüklerin bolca yer aldığı bu ifadeyi genç kuşakların kolayca anlayabilmeleri için sadeleştirdim. ‘Yeni fetihler dolayısı ile çokça yeni yönetici kadroları açılmasına karşılık, bu görevlere gelmek isteyenlerin sayıca az olması nedeni ile bu görevlere küçük rütbeli askerler atanmasına devlet yönetimi göz yummak zorunda kalmıştır. Böylece ehliyetsiz kimselerin yüksek görevlere girmesine neden olunmuştur.’
Naima’nın din görevlileri atamalarındaki bozulmaya ilişkin gözlemleri de şöyledir. “… Arada Bahai Efendi ile görüşüp, eskiden tanışıklığı ve beraberliği olmakla, Vezir-i Azam’a; sana boyun eğecek ve her hususta sana tabi olacak bir müftü lazımdır. Bahâi Efendi keyf ehli bir adamdır. Anı (Onu) müftü eyle deyu. … Fetva mansıbı sahiplerini on seneden beri sürgün etmek usulü peyda olmuş iken, bu kere katl (öldürme) ve yok etmek usulünün dahi ilave olunması yara üzerine yara olmuştu. … Osmanlı Devleti’nin başlangıcından beri bir misli görülmemiş olan tayinler ile evlâdını ve adamlarını öne geçirip ilmiyye sınıfının ihtiyarlarını mahzun ve itiraz etmelerinden çekindiği büyükleri sürgün etmek ve zulüm etmekle hallerini acınacak şekle koydu.[xxxviii]”
“Fakat giderek mevki sahibi kimseler arasında hased (kıskançlık) ve fesada (bozgunculuk), şahsi garezler (kin, düşmanlık) yüzünden azil (görevden alma) ve nasplar (atama) başlar, rakiplerini bertaraf edip yüksek mevkide kalmak isteyenler adalet yolundan ayrılır, rüşvet açığa vurulur, işleri çevirmekle mükellef devlet adamları mala düşkün olur. Şahsi istidat (kişisel yetenek) ve hakiki istihkaka riayet edilmez olur.[xxxix]”
“Cemiyetler de kemal devresinden sonra fertler ziynet (süs eşyası) ve sefahate düşer, şan ve şöhretini artırmaya çalışır hale gelir. Orta sınıf halk, mesken ve giyim kuşamda vezirlere hatta padişahlara benzemeğe çalışır. Böylece fertlerin ve cemiyetin masrafı artar. Artık zevk ve istirahat örf ve adet haline gelir. Bu halde harp adamları, sulhu harbe tercih ederler. Birçok meşakkatleri (sıkıntıları) icap ettiren seferlerden kaçarlar. …[xl]”
“… Bu sefere (1594 Macaristan seferi H.U.) gelen asker kadar hiçbir tarihte Engerus-Macar- seferlerinde asker toplandığı görülmemiştir. Yalnız otuz bin kadar Kapıkulu var idi. Rumeli askeri nihayetsizdi. Sultan Süleyman merhumdan (ölmüş olan) sonra Engerus seferi vaki olmamakla halk ganimet ümidiyle çok istekli idi. Ve Rumeli askeri kadar dirliksiz asker gelmişti.[xli]”
Naima’dan yapılan bu birkaç alıntı da, Koçi Bey ve biraz sonra alıntı yapacağım Defterdar Sarı Mehmet Paşa’nın gözlemlerine son derecede uyumludur.
Osmanlı Devletinde, devletin ve eğitimli Müslümanların basılı belge ve kitap gereksinimine yanıt vermek üzere, 1719-1720 yılında Osmanlıca basım yapacak matbaayı kuran İbrahim Müteferrika (1674-1747), Osmanlı Devletine esir düştükten sonra Müslüman olan bir Macar’dır. 1732 yılında yayınladığı güncel dilimizdeki anlamını “Bilimsel Yöntemlerin Toplumların Düzenindeki Önemi” olarak çevrilebileceğini düşündüğüm “Usûlü’l Hikem Fî Nizâmi’l-Ümem” isimli siyasetname niteliğindeki kitabında[xlii], Avrupa ülkelerinin hızla geliştiği bir dönemde Osmanlı Devletinin geride kalmasının nedenlerine yönelik önemli gözlemlerde bulunmuş ve çözümler de önermiştir.
Müteferrika’nın bu kitabı, bugün dahi ilgi ile okunacak zengin bir içeriğe sahiptir. Kitapta, bilimsel araştırmanın ve coğrafya bilgisinin Devlet yönetimindeki önemini vurguladığı bölümlerden bazı bilgileri ve aktarmakta yetineceğim. Yazar Hıristiyan devletlerin savaş sanayindeki gelişmelerinde bilimsel araştırmaların çok önemli rol oynadığını da belirtmektedir[xliii].
Müteferrika, Osmanlı Devletinin büyüme ve genişleme sürecinde, Asya topraklarından atılan ve bu yeni devlet karşısında Avrupa topraklarında da gerilemek durumunda kalan Hıristiyan devletlerin, bu yenilgilerden yılmayarak çözüm arayışlarını sürdürdüklerine işaret etmiştir. Avrupa devletleri, Asya’nın diğer bölgelerine ulaşmak için denizcilik konusunda yaptıkları araştırmalar ile amaçlarına ulaştıklarını, buna karşın Osmanlı Devletinin bu gelişmeleri izlemediği ve öğrenme çabası içine girmediğinin altını da çizmiştir[xliv].
Müteferrika, Devlet yöneticilerinin, ülkelerinin yerleşim yerlerini olduğu kadar sınır boylarının ve sınırdaş olduğu devletlerin coğrafya ve topoğrafyasını, ulaşım yollarını, su kaynaklarını, komşu toplumların yaşam tarzları hakkında kapsamlı bilgi sahibi olmaları gerektiğini vurgulamıştır[xlv]. Devlet adamları ile kamuda çalışanların yeryüzünde yer alan olayları günü gününe izlemeleri, bu olayların analizlerini yapmaları ülkelerini etkileyecek boyutlarını belirlemeleri gereği üzerinde de durmuştur. Ayrıca, Osmanlı donanmasının denizciliğin bilimsel boyutlarını içeren kitap ve haritalar olmadan Akdeniz ve Karadeniz’de başıboş dolaşmalarının da yararsız olduğunu belirtmiştir[xlvi]. Yazar, coğrafya bilgisinin aynı zamanda tarihin daha iyi anlaşılmasına da yardımcı olduğuna da işaret etmiştir. Kitabında Müteferrika, haritaların önemi konusunda da; Hıristiyan ülkeler uzun süreden beri harita çalışmaları yapageldikleri halde, Müslümanların henüz kendi ülkelerinin haritalarını bile çizemediklerine de dikkat çekmiştir[xlvii]. Yazar, haritaların devletlerarası müzakerelerde de devlet adamlarına yardım eden önemli bir araç olduğuna da vurgu yapmaktadır[xlviii]. Müteferrika, kitabının sonunda, Osmanlı Devletinin gerilemesinin nedenleri olarak da aymazlığın, tembelliğin ve cehaletin yaygın olmasını açıkça belirtmektedir[xlix].
Müteferrika’nın Devlet için haritacılığın önemini vurguladığı 1732 yılı öncesi ve sonrasında, İmparatorluğun önde gelen eğitim kurumu olan medreselerde saptayabildiğim kadarı ile coğrafya ders programları içinde yer almıyordu. Osmanlı Devletinde coğrafyanın ders programlarına girmesi 1848 yılında kurulan Darülmuallimin (erkek öğretmen okulu), 1868 yılından başlayarak Rüştiye öğretmen okulu olarak isimlendirilmesinden sonra okulun ders programı içine coğrafya dersi konulmuştur. 1869 yılında Maarif-i Umumiye Nizamnamesi çerçevesinde rüştiye okullarının ders programlarına haftada iki ders olmak üzere coğrafya dersi konulmuştur[l]. Bu dersin içeriği şöyle belirlenmişti; dünyanın şekli, ada, körfez gibi coğrafi yapılanmaların tanımlanması, dört kıta ile ilgili bilgiler gök cisimlerini tanıtma[li]. 1869 yılından sonra okullara konulabilen coğrafya dersinin içeriği, Müteferrika’nın öngördüğü içeriğin çok uzağında kalmıştır. Ayrıca Coğrafya dersinde harita kullanılması bir ara yasaklanma noktasına da gelmiştir. Mustafa Reşit Paşa’nın 1848 yılında sadrazam olduğu dönemde ona sert muhalefeti ile bilinen damat Said Paşa’nın (kısa boylu olması nedeni ile küçük Sait paşa olarak da anılmakta idi) rüştiye okullarında öğrencilere resim yapmak öğretiliyor söylentisini çıkarması üzerinde coğrafya derslerinde harita kullanmanın yasaklanmasının gündeme geldiği belirtilmektedir[lii]. Bu gelişmeler sonrasında Mustafa Reşit Paşa sadrazamlıktan 28 Nisan 1848 günü azledildi ise de, kısa süre sonra 12 Ağustos 1848 de yeniden sadrazamlığa atanmıştır. Ahmet Cevdet Paşa Tezakir’de olayı şöyle anlatmaktadır. Said paşanın bu söylemleri üzerine Mekatib-i Umumiye’de görevli Vehbi Molla, “Meclis-i Maarif Dairesi teftiş olunur korkusuyla, ne kadar harita müsveddesi (taslağı) var ise hela kuburlarına (tuvalete) atmış idi.[liii]” Bu olaydan da açıkça görüldüğü üzere, tutucu kesim eğitimde yapılmak istenen çağdaşlaşmayı engellemek için her fırsatı kullanmıştır. Reşit paşanın yeniden göreve başlaması ile okullarda harita kullanımı sürdürülebilmiştir. Osmanlı Devletinde, askeri okullar dışında, coğrafya bilgisinin yetersiz olmasının yarattığı sıkıntılar konusunda bir örnek vermekle yetineceğim. Osmanlı Devleti, 1768 yılında Rusya’nın Polonya’nın içişlerine karışmaya son vermesini ve 30.000 e çıkardığı askerlerini geri çekmesini talep etmiş, Rusya’nın bu istekleri kabul etmemesi üzerine savaş ilan edilmiştir. Savaş sürerken, Rusya, Mora yarımadasında isyan çıkarmak üzere Kont Orlov’u bu bölgeye göndermişti. İsyancılara da kısa sürede yardım için Rusya’dan asker ve savaş donanması gönderileceği söylenmişti[liv]. Rusya 1770 yılında Amiral Spiritov komutasında bir Filoyu Cebelitarık boğazı üzerinde Ege denizine göndermişti. Tarihçi Hammer, Bir Rus Filosunun Ege Denizine gelmekte olduğu haberine Osmanlı Vezirlerinin, Baltık Denizindeki Kronştad ile Akdeniz arasında bir suyolu olmadığı için başlangıçta inanmadığını, ancak haberin diğer kaynaklardan da doğrulanması üzerine, Bab-ı Ali’nin tercüman aracılığını ile Venedik Hükümetine, Rus donanmasının Baltık’tan kalkıp Adriyatik üzerinden Akdeniz’e girmesine izin verdiği için sitemde bulunduğunu yazmıştır[lv].
Ahmet Erdoğdu– Bu arada askeri okullarda daha iyi bir eğitim verilmesi bir gerçek değil midir?
Hikmet Uluğbay- Doğrudur. Askeri okullarda coğrafya ve harita konularında daha iyi eğitim verilmesinin nedeni ise bu okullarda görev yapan Alman, İngiliz ve Fransız subaylarının bu konuları işlemelerinden kaynaklanmaktaydı.
Müteferrika’dan biraz önce yaptığım alıntıda, Osmanlı Devlet adamlarının, yeryüzünde yer alan olayları günü gününe izlemeleri gerektiği gibi, komşu olduğu ülkelerin coğrafi bilgileri yanında o ülkelere ilişkin çok ayrıntılı bilgi sahibi olmalarının Devletlerarası görüşmeler bakımından büyük önem taşıdığına da değinmiştim. Bu da yabancı ülkelerde Büyükelçilikler ve Konsolosluklar kurma yanında, askeri ateşeler ve haber alma (istihbarat) görevlilerini de yurt dışına göndermeyi gerekli kılmaktaydı. Çünkü önde gelen Avrupa ülkeleri, uzun süredir, zaman zaman İstanbul’da sürekli elçiler ve ticari öneme sahip kentlere konsoloslar göndermekte idi. Osmanlı Devleti ise, III Selim’den önce sürekli diplomatik temsilcilikler oluşturmamıştı. III. Selim döneminde ilk sürekli elçilikler kurulmaya başlanmıştır. Osmanlı Devleti’nin diplomatik temsilcilikler açmadan önce ve açtıktan bir süre daha Avrupa ülkelerindeki gelişmelerden haber alma yöntemi konusunda tarihçi Ord. Prof. Enver Ziya Karal’ın Büyük Osmanlı Tarihi isimli kitabında yer alan bilgileri okurlarla paylaşmak istiyorum. “Komşu bulunduğu Batı dünyasını tanımak, Osmanlılar için son derece önemli bir problemdi. Bunun için de Avrupa devletlerinin yüzyıllardan beri kullanmakta oldukları devamlı elçilik usulünü kabul etmeleri lazımdı. Halbuki yakın çağların başında Osmanlılar, henüz bu usulü kabul etmemiş bulunuyorlardı. Babıâli, Avrupa olaylarını iki kaynaktan öğreniyordu. Birinci kaynak, Eflak ve Buğdan beyleri idi. Bunların Avrupa başkentlerinde ajanları vardı. Avrupa havadislerini beylere gönderirler, onlar da bu havadisleri İstanbul’a iletirlerdi. İkinci kaynak, Babıâli’nin Divan-ı Hümayun tercümanı idi. … Eflak ve Buğdan beyleriyle Divan-ı Hümayun tercümanları Rum idiler. Türkler, yabancı dil öğrenmeyi henüz aşağılık iş saydıkları ve yabancı memleketlerde uzun müddet yaşamayı din bakımından uygun görmedikleri için, diploması hizmetinde Rumları kullanmayı çok tabii buluyorlardı. Hâlbuki Eflak ve Buğdan beyleri olsun, Divan tercümanları olsun zaman zaman yabancı devletlerin çıkarına çalışarak Osmanlı hükümetine ihanet ediyorlardı. … Bundan başka 18 inci yüzyılın ikinci yarısında Avrupa büyük devletleri, Osmanlı topraklarını paylaşmak hususunda geniş ölçüde çalışmalara başlamışlardı. Bu nedenle de bu devletlerin genel ve özel siyaset düşünceleriyle endüstri, ekonomi ve eğitim alanlarındaki ilerlemelerini yakından ve doğru bilmek çok gerekli idi. Oysa ki, Osmanlılar devamlı elçilik usulünü kabul etmedikleri için bu mümkün değildi.[lvi]” Yaptığım bu alıntıda yer alan “Türkler yabancı dil öğrenmeyi henüz aşağılık iş saydıkları” ifadesindeki Türkler yerine Müslüman uyruklar sözcüğünün kullanılmasının daha doğru olacağını düşünüyorum. Zira Osmanlı devletinde kamu görevlerinde Türklerden çok devşirmelere yer verilmekte idi. Diğer taraftan, İzleyen sayfalarda da değineceğim üzere, gerek Divan tercümanları ve gerek Eflak ve Buğdan Beyleri büyük çoğunlukla Fener Rum Mekteb-i Kebir’inde eğitim görmüş kişilerdi. Bilindiği üzere, Devletlerarası ilişkiler ulusal çıkarların korunması bakımından büyük önem taşır. Bu bağlamda da diplomatların niteliği ve ulus bilincinin çok önemli rolü vardır. 19 uncu yüzyıl milliyetçilik akımları yanında ulusal çıkar kavramının dış ilişkilerde çok ön plana çıktığı bir dönemdir. Bu diplomatların ulusal çıkarları savunabilmek için çok iyi yetiştirilmiş olmalarını da gerektirmekteydi. Oysa Karal’ın da çok açık şekilde belirttiği üzere, Osmanlı devleti kurucu unsur olan Türklere çağdaş eğitim verecek yerde, diplomatik ilişkileri çok geniş ölçüde Rum ve Ermenilere emanet etmiştir. 1820 de Eflak ve Buğdan’da başlayan isyan 1821 yılında Mora yarımadasına sıçramıştı. Bu gelişmeler Rum tercümanlara güven azaldığı için 1820 de Türklerin bu görevi yapması amacı ile “tercüme odası” açıldı ise de, bu konuda yetişmiş eleman henüz bulunamadığı için mühendishane hocalarından Bulgar oğlu Yahya efendiye tercüme işleri verilmişti[lvii]. Bu atamayı izleyen günlerde yaşananları da Osman Ergin’in kitabından aktarmak isterim. Yahya efendi görevine devam ederken, Şeni zade adında bir Müslümanın tercüme işleri yapma yetisi olduğu anlaşılıp Meclis-i Vükela’da (Bakanlar Kurulu) ataması görüşülürken, mevaliden (Şeni zadenin yazdığına göre, Mevlevi sarıklı ve cübbeli bir hocanın Hıristiyan elçilerle görüşmesinin doğru olmayacağı düşüncesi ile) birisinin Bab-ı Âli’de görevlendirilmesi uygun bulunmamıştır[lviii]. Aramalara devam edildiğinde de gerekli niteliklere sahip bir Müslüman kişi o tarihte bulunamadığından Bulgar oğlu Yahya Efendinin ataması yapılmıştır[lix]. Ergin, Yahya Efendiden sonra bu göreve yine mühendishaneden Hıristiyanlıktan Müslümanlığa geçmiş olan İshak Efendi’nin getirildiğini belirtmektedir[lx]. İzleyen yıllarda tercüme odasında Namık Kemal ve Ziya Paşa gibi Türkler de görev yapmıştır. Daha sonraları İstanbul’da Fransız Liselerinin açılması ve Fransızca eğitimi veren Galatasaray Sultanisinin açılması Tercüme odasının işlevini azaltmıştır.
Ahmet Erdoğdu– Osmanlı Devletinin Hariciye Nezaretinde genel olarak gayrı Müslimler çalıştırılmaktaydı. Bunlar hakkında bilgi verir misiniz?
Hikmet Uluğbay- Doğrudur. Ancak sadece Hariciye Nezaretinde değil, diğer kuruluşlarda da çalıştırılırdı. Açıklamalarımı Hariciye Nezareti ile sınırlı tutayım. 2013 yılında yayınlanan bir araştırmada, 1852-1922 tarihleri arasında Osmanlı Devleti Hariciye Nezaretinde 110 u Ermeni 63 ü Rum, 38 i de Musevi ve 23 ü de diğer gayrı Müslimlerden olmak üzere toplamda 234 kişi Büyükelçilik de dahil çeşitli görevlerde bulunduğu belirtilmektedir[lxi]. Tarihçi Bernard Lewis, Osmanlı Devletinde gayrı Müslimlerin özellikle de Rumların çevirmen olarak görev yapmaları ile ilgili olarak şu tamamlayıcı bilgiyi vermektedir. “… on yedinci yılın sonlarından itibaren Türk topraklarındaki zengin Rum ailelerinin oğullarını genellikle İtalya’ya olmak üzere Avrupa’ya eğitim için göndermeleri adet oldu. Özellikle tıp okumalarının yanı sıra Osmanlı Devleti’nde tercüman olarak etkin rol oynamaya başladılar. … Karlofça Antlaşması (26 Ocak 1699) görüşmelerinde Baş Dragoman Alexander Mavrokordato önemli ancak istisnai sayılmayacak bir örnek sunuyordu. O zamanlarda Osmanlılar yurt dışına bir elçi gönderdiğinde elçiye, neredeyse değişmez şekilde hep Rum olan bir dragoman (tercüman) eşlik ederdi.[lxii]”
Kayaoğlu’nun kitabında, 1852 yılı öncesinde Osmanlı Hariciyesinde görev yapan gayrı Müslimler, kitabın kapsadığı dönem içinde olmadığı için doğal olarak yer almamakta, ayrıca içerdiği dönemde görev yapan bazı isimler de bulunmamaktadır. O nedenle, çeşitli ülkelerdeki Büyükelçiliklerimizin web sayfalarından derlediğim Büyükelçi olarak görev yapan Rumların isimlerini ve görev sürelerini Liste 3 de veriyorum.

Liste 3 ün incelenmesinden de görüleceği üzere, büyükelçilerin görev sürelerini içeren sütunların bazılarında sadece göreve başlama tarihleri vardır. İlgili Büyükelçiliklerin web sayfalarında da bu şekilde verilmiş olması nedeniyle Liste 3 de aynı şekilde düzenlenmiştir.
Liste 3 ü düzenlerken, Moskova Büyükelçiliği web sayfasını incelediğimde, Osmanlı Devleti büyükelçilerine ilişkin bilgi bulamadım. Çarlık başkenti St. Petersburg için arama yaptığımda ise sadece mevcut Konsoloslukta görev yapan son birkaç Konsolosun adını görebildim. Liste 3 de Osmanlı Devleti tarihinde önemli bir yer işgal eden Çarlık Rusya’sında görev yapan Rum kökenli Büyükelçiler oldu ise onları saptayamadığım için sizlere bilgi veremedim. Umarım, Moskova Büyükelçiliği bu noksanlığı kısa sürede giderir.
Liste 3 de İngiltere’de görev yapan Rum kökenli Büyükelçilerin görev tarihlerine dikkat edildiğinde Jean de Mavroyani’nin 1811-1834 döneminde 23 yıl süre ve Kostaki Musurus Paşa’nın da 1851-1885 arasında 34 yıl süre ile Londra’da görev yaptıkları görülmektedir. Londra’da 1800-1907 yılları arasında görev yapan Rum Büyükelçilerinin süre toplamı 74 yıldır.
Mavroyani’nin görev yaptığı 23 yıllık dönem Mora İsyanının çıktığı, Yunanistan’ın bağımsızlığını kazandığı, Çarlık Rusya’sının Yunanistan’ın bağımsızlığı için Osmanlı Devleti ile savaştığı süreci de içermektedir. Kostaki Musurus Paşanın görev yaptığı 1851-1885 arası 34 yıl ise Kırım Savaşı, Bulgar İsyanı, Osmanlı Rus Savaşı, Ayastefanos (Yeşilköy) ve Berlin Antlaşmalarının yapıldığı, Kıbrıs’ın İngiltere’ye bırakıldığı, Osmanlı Devleti’nin dış borçlarını ödeyemeyeceğini ilan ettiği ve Düyûn-u Umûmiye İdaresinin kuruluş sürecini kapsamaktadır.
Liste 3 de ilginç bir durum da göze çarpmaktadır. Osmanlı Devletine isyan ettikten sonra Avrupa ülkelerinin desteğini aldığı gibi Rusya’nın da Osmanlı Devletine savaş ilan ederek desteklediği Yunanistan’a da Rum kökenli dört büyükelçi atanmıştır. Tacettin Kayaoğlu’nun kitabı incelendiğinde, çok ilginç bilgilerle de karşılaşılacaktır. Bunlardan bazılarını sizlerle paylaşmak isterim. Tercüme odasında göreve başlayan gayrı Müslimlerden bir kısmı 14, 15 ve 16 yaşlarında işe başlamışlardır. Hariciye Nezareti’nde göreve başlayanlardan bazılarının bir süre “maaş” almaksızın çalıştıkları, bunlardan birisinin Pasaport Odasında dört yıl süre ile maaşsız çalıştığı da belirtilmektedir[lxiii]. İtalya Büyükelçiliğinde ikinci çevirmen olarak çalışan bir İtalyan uyruğu, bu görevinden ayrılarak Konsolosluk Kontrol Odası memurluğuna geçmiş ve 18 ay maaş almadan çalıştıktan sonra, 3.000 kuruş maaş almaya başlamıştır[lxiv]. Kayaoğlu’nun kitabı ilgi ile okunacak zengin bilgiler içermektedir.
Ahmet Erdoğdu- Osmanlı Devleti Müslüman uyruklarına yabancı dil öğretmediği bu dönemde, gayrı Müslimler yabancı dili nasıl öğreniyorlardı? Devletin bu uygulamaları sorun yarattı mı?
Hikmet Uluğbay- Sorunuzu yukarıdaki bilgiler ışığında yanıtlayayım. Osmanlı Devletinin Dışişlerinde görev yapan Rumların eğitildikleri okulların yapısına ve eğitim içeriklerine ilişkin olarak Osman Ergin’in değerlendirmelerine kısaca göz atmanın yararlı olacağını düşünüyorum. Rumların İstanbul’da kurmuş oldukları en eski okul, Rum Mektebi Kebiri olarak da bilinen Fener Rum Mektebidir. “Rum cemaatine ait ne kadar cismanî ve ruhanî makam ve müessese varsa onların başında ekseriyetle bu mektepten çıkanlar bulunur, hattâ Fanaryot adını taşıyan ve birçoğu Saray ve Babıâli tercümanı ve Ulah ve Buğdan Voyvodaları sıfatıyla Osmanlı İmparatorluğunda hizmet etmiş olanlar hep bu mektepten yetişiyorlardı.[lxv]”
“Patrikhane mektebi, olarak da anılan … bu mektepte, eski Yunan Lisanı, Felsefe, İlahiyat, Riyaziyat (nefis terbiyesi), Fiziki İlimler tedris edilmekte (okutulmakta) ve buradan çıkan gençlerden bir takımı kilise ve bir kısmı Türk devleti hizmetlerine ve büyük memuriyetlere tayin olunmakta idi. Mezunlarının bir kısmı da muallimlik (öğretmenlik) mesleğine intisap etmekte (girmekte) idiler. Rum milletinin en maruf muallim ve meşhur müellifleri (kitap yazarı), birçok patrik ve despotları ve Babıali büyük tercümanları ve Eflak ve Buğdan Voyvodaları bu mektepten yetişmişlerdir.[lxvi]”
“Dört asır kadar hükümet işlerine karışmış Osmanlı Sadrazam, Başkumandan ve Reis-ül küttaplar (günümüzün Dışişleri Bakanı) ile birlikte devletin siyasetini idare etmiş olan Fener Beyleri bu sayede kendi cemaatlerine de rehberlik etmişler, onların hükümet nezdindeki işlerini kolaylaştırmışlar, kiliselerini ve mekteplerini kurmuşlar ve korumuşlar, hatta bizzat idare etmişlerdir. Osmanlılar İstanbul’u almak ve Bizans İmparatorluğunu dağıtmakla beraber Patrikleri İmparatorların yerine ikame ve devletin harici siyasetini Fener Beylerinin eline teslim etmekle hükümet içinde hükümet şeklinde Bizans’ın kendisi ile birlikte yürütmesine, yaşamasına ve nihayet bu sayede Yunan, Bulgar, Romen ve Sırp hükümetlerinin yeniden doğuşuna sebebiyet vermişlerdir.[lxvii]” Ergin’den yaptığım bu alıntıda vurguladığım bölüm çok anlamlı buluyorum. Zira, Ergin’in izleyen sayfada da yazdığı ve aşağıya alıntıladığım gözlemi, Osmanlı Devletinin Rum tercümanlarla sıkıntılar yaşadığını da göstermektedir.
“Hemen hemen Sadrazamlar gibi başı kesilmemiş tercümana da az rast gelinir. Tercümanlık; soyadlarından da anlaşılacağı gibi ancak beş, altı aile arasında dönüp dolaşmakta olduğundan ve tercümanlığın sonu Eflak ve Buğdan Voyvodalığı yani bu günkü Romanya Krallığı bulunduğundan bu aileler birbirlerini lekeleyerek yerlerine geçmek istemeleri de tercümanlık için ayrı bir tehlike teşkil etmişti. Fakat bütün bu tehlikelere rağmen tercümanların haiz oldukları hükümet memurluğu sıfatından ve bazı hadiselerde gösterdikleri yararlıklardan istifade ederek şahısları ve aileleri hakkında olduğu kadar bilhassa kendi cemaatleri için de çok faydalı hizmetlerde bulunmuşlardır.[lxviii]” Ergin bu dipnotta, tercümanlık görevi üstlenen ailelerin bir listesini de vermiştir.
Ergin kitabının ikinci cildinde de önemli bir konuya da dikkat çekmiştir. 1890 lı yıllarda Hükümet, Osmanlıcanın da gayrimüslim okullarında okutulmasını talep ettiğinde, aldığı yanıt ve gelişmeler konusunda şu bilgileri vermiştir. “’Türkçenin mekteplerimizde okutulması bizim için bir zaruret (zorunluluk) ve ihtiyaç değildir, esasen bunu okutacak hocaya verecek paramız da yoktur, hükümet resmi dili gayri müslim mekteplerinde de okutmağa lüzum görüyorsa, ancak tahsisatını vermek suretiyle bunu yapabilir’ demiş olacak ki, bu vazifeyi hükümet kendi üstüne alıp 28 Şubat 1311 (1895) de ‘Rumeli ve Anadolu’da altı vilayette Rüşdiye (ortaokul) derecesinde bulunan mekatibi (okulları) gayrimüslimde istihdam edilecek lisani Osmani muallimleri (Osmanlıca dil öğretmenlerinin) maaşlarının her vilayetin maarif tahsisatından itasına’ (ödenmesine) irade (emir-ferman) çıkmıştır. Daha sonra bu kadarla da kalınmamış, gayrimüslimler Türkçeyi öğrenmemekte ısrar ettikçe bu sefer hükümet onların dillerini resmi mekteplerin programlarına koyarak Türklere öğretmek istemiş ve bu maksatladır ki İdadilerle Mülkiye Mektebinin programlarına Rumca, Ermenice ve Bulgarca dersleri konulmuştur.[lxix]” Ergin’in kitabında bu bilgiyi gördükten sonra, başka kaynaklarda da aradım. Doç. Dr. Selim Hilmi Özkan’ın “Osmanlı Devleti’nde Eğitim Dili ve Yabancı Dil Meselesi” başlıklı makalesinde de şu bilgilere rastladım. “… Galatasaray Sultanisi adıyla bir okul 1868’de eğitime başladı. Galatasaray Sultanisinde modern anlamda Fransızca eğitimi yapılmaktaydı. … Sonraki yıllarda okul programına seçmeli olarak Arapça, Farsça, Ermenice, Latince, Rumca, Bulgarca, İngilizce, İtalyanca, Almanca dersleri kondu. Bu okulda Müslüman ve Gayrimüslim öğrenciler beraber eğitim görmüşlerdir.” Yazar bu bilgiden sonra bir Tabloda “Rüştiye ve İdadilerde Haftalık Yabancı Dil Dersleri” çizelgesi koymuştur. Bu çizelgede yer alan yabancı dil dersleri olarak da şunlara yer vermiştir. Arapça, Farsça, Fransızca ve Elsine yer almaktadır. Elsine için koyduğu dipnotta ise “ Elsine dersleri: gereğinde okutulan Rumca, Ermenice ve Bulgarcadır.[lxx]” Bu derslerin İdadiler ve Sultaniler ile yüksekokullarda okutulması konusunda ayrıntılı bilgi içeren bir yüksek lisans tezine de internet (ağlar-arası) ortamından erişilebilmektedir[lxxi]. Yukarıda Osmanlı Devletinde, yabancı dillere yönelik önyargı konusunda Karal’dan bir alıntı yapmıştım. Bu önyargının 1910 yılında da direnmekte olduğunu gösteren bir alıntıyı da Pehlivan’ın tezinden alıntılamak istiyorum. “Yunuszâde Ahmed Vehbi Efendi, 1910 yılında ‘İslâm dinine göre yabancı dil öğrenmenin yanlış bir hareket olmadığını’ savunan bir yazı kaleme almıştır. … Yazısının sonunda ‘bir işin maksadı ne ise hüküm ona göredir’ şeklindeki fıkıh kuralını hatırlatan yazara göre ‘ecnebi lisanını tahsilden maksat, onların kötü adetlerini benimsemek ve uygulamak değildir. Belki günümüzdeki gelişmelere göre bilimlerinden ve güzel sanatlarından yararlanmaktır. Ecnebinin maârif ve sanayiini tahsil ise hadislere göre caizdir. Ecnebi felsefe ve sanatlarını tahsilden de amaç, mülk ve vatanı imar ve din ve milleti ihya etmek ve yüceltmektir. Bu ise kesinlikle vaciptir. Öyle ise Allah’ın yarattıkları arasında bulunan lisan-ı ecnebiyi talim etmek dinen uygundur’demiştir.[lxxii]” Osmanlı aydınlarının yirminci yüzyılın başında çağın ulaştığı bilim ve teknolojiye erişebilmek için yabancı dil öğrenme konusunda hâlâ tutucu zihniyeti ikna etmeye çalışması Osmanlı Devletinin çöküşü durdurma şansının artık kaybolduğunun da bir göstergesidir.
Ergin’in bu saptamalarını tam olarak değerlendirebilmek için kitabının ilgili bölümleri ile tarihçi Enver Ziya Karal’ın Büyük Osmanlı Tarihi isimli eserinde Eflak ve Buğdan Voyvodalıklarına ilişkin bölümlerinin de okunmasını öneririm.
Osmanlı Devletinde tercümanlık sorunları sadece Devletin çalıştırdığı çevirmenlerle sınırlı değildi. Bir de yabancı Büyükelçilikler ile Konsoloslukların tercümanları sorunu vardı. Osmanlı Devletinin yabancı ülkelere sürekli görev yapacak elçiler, büyükelçiler atamasından çok önceleri, yabancı ülkeler İstanbul’a sürekli elçiler, büyükelçiler, konsoloslar atamaya başlamışlardı. Osmanlı yetkilileri ile iletişim kurabilmek için de Osmanlı Devletinin yabancı dil bilen Rum, Ermeni veya Musevi uyruklarından tercüman atamak için de izni almaları gerekiyordu. Bu konuya ilişkin bilgileri de Prof. Dr. Mehmet Demiryürek’in makalesinden kısa alıntılarla paylaşmak istiyorum. Osmanlı Devleti, 10 Ekim 1758 günü yaptığı bir düzenleme ile 1730 yılından 1758 düzenlemesi arasında tercüman beratlarının, berat sahiplerinin görevlerini bırakmaları veya ölümleri durumunda geçerliliklerini yitireceği ve başkaları tarafından kullanılmayacağı ilkesini koymuştur[lxxiii]. Makale, konuyu, İngiliz Büyükelçilik tercümanları yönünden incelemektedir. Tercümanlık beratlarının bu görevi yapanlara önemli bir koruma sağladığını, bu nedenle Osmanlı Devletinin Rum, Ermeni ve Musevi uyruklarının, bu görevde çalışmadan Büyükelçiliklerden para karşılığı bu beratların satın alma yoluna gittikleri, Avrupa Büyükelçilerinin berat satışlarından ek gelir elde ettikleri de belirtilmektedir. Makalede Osmanlı uyruğu gayrimüslimlere büyükelçilikte veya konsolosluklarda tercümanlık beratı verilenler hakkında da bilgiler bulunmaktadır[lxxiv].
Liste 3 de yer alan gayrı Müslim Osmanlı Büyükelçilerinin, Devlete gönderdikleri yazı ve raporlar dışında, görev yaptıkları ülkelere ilişkin olarak Osmanlı toplumunu bilgilendirmek üzere yazıp yayınladıkları kitaplar konusunda yaptığım kısa inceleme sonucunda, bir kitap dışında bir yayına rastlayamadım. Bu benim kısa sürede Türkçe ve İngilizce dillerinde sınırlı bir inceleme yapmış olmamdan da kaynaklanmış olabilir. Bu aramalarım sırasında, Bertrand Barailles tarafından yazılmış ve 1919 yılında yayınlanmış, dilimize “Berlin Kongresi hakkında, Osmanlı Baş Delegesi Karathéodory Paşa’nın Bab-ı Ali’ye sunduğu Gizli Rapor” olarak çevrilebilecek kitaba ulaştım[lxxv]. Kitapta uzun bir sunuş bölümünden sonra Karatedori Paşanın raporuna yer verilmektedir.
Ahmet Erdoğdu-Osmanlı Devletinde görev yapan yabancı ülke diplomatları herhalde benzeri bir yaklaşım izlememişlerdir.
Hikmet Uluğbay- Gönderen devletlerin ulusal bilinçlenme düzeyleri ve ulusal çıkar anlayışları Osmanlı Devletinin çok ötesinde idi. O nedenle çok kapsamlı ve analitik resmi yazılarının dışında, Osmanlı Devletine gelen yabancı Büyükelçilerin ve diğer görevlilerin ülkelerine döndüklerinde yazdıkları belki yüzlerce kitap vardır. Bu kitaplardan sadece bir kaçını Liste 4 olarak aşağıda okurların bilgisine sunuyorum. Liste 4 ü hazırlamaktan amacım, Avrupa’nın önde gelen ülkelerinin büyükelçileri, konsolosları ve diğer kamu görevlileri ile gezginlerinin Osmanlı İmparatorluğunun hükümran olduğu coğrafyayı adım adım dolaşmış oldukları, etnik, kültürel ve sosyal yapıları yanında doğal kaynakları konusunda ayrıntılı bilgi verdikleri ve bu gezileri sırasında haritalar çıkarmış oldukları konusunda kısa bir bilgi vermektir. Yabancı büyükelçilikler ve konsolosluklar bir anlamda İbrahim Müteferrika’nın önerilerini kendi ülkeleri açısından uygulamışlardır. Osmanlı Devleti yöneticilerinin, Avrupa ülkelerinde benzeri inceleme ve araştırma yaptırmak saptayabildiğim kadarı ile akıllarına bile gelmemiştir.

Liste 4 de yer alan Paul Ricaut, İngiliz Büyükelçisi Comte de Winchelsey’in sekreterliğini yapmış daha sonra da 1700 yılından başlayarak 18 yıl süre ile İzmir Konsolosu görevinde bulunmuştur. Comte de Saint-Priest Fransız Büyükelçisi olarak görev yapmıştır. Yarbay R.A. Chesney ise 1830 lu yıllarda Avam Kamarası tarafında 20.000 sterling ödenek verilerek, Osmanlı Devletinin Mezopotamya topraklarında Hindistan’a ulaşım için en uygun güzergah aramaları yapmıştır. 1860 tarihli rapor ise İngiltere Dışişleri Bakanı’nın Osmanlı Devletinde görevli Konsoloslardan görev bölgelerindeki Hıristiyanların durumu hakkında bilgi talep etmiştir. Büyükelçilik Konsoloslara gönderdiği bir genelge ile 21 soru ile Osmanlı Topraklarındaki Hıristiyan uyruklarla yönetimin ilişkileri ve Müslüman ve Hıristiyan uyruklar arasındaki ilişkiler konusunda bilgi istemiştir. Kitapta yer alan Konsolosluk raporları İngiliz Parlamentosunun iki kanadına sunulan raporları içermektedir.
Internet Archive sitesinde yapılacak araştırmalar ile birçok Avrupa ülkesinde Osmanlı İmparatorluğu ile ilgili olarak yazılmış kitaplara erişebilmek mümkündür.
Bu arada, bir Osmanlı aydının uyarısına da değinmek isterim. Devlet yönetimindeki bozulmayı yakından gözlemleyen Defterdar Sarı Mehmet Paşa (165?-1717) Padişah’a sunmak üzere, 1714-1717 yılları arasında yazıldığı kabul edilen “Devlet Adamlarına Nasihatler” başlıklı kitabından bir kaç altıyı da okurların bilgisine sunmak isterim. “Yargıçlar ve köyler halkının hallerinden, günün olaylarından, her ne olursa az ve çok bilgi almak üzere gizli ve açık maaşlı, özel güvenilir adamlar tayin edilerek ülkenin durumu hakkında bilgi almaya önem vermek gerektir. Zira ilgilenilmezse, zalimlerin zulmünden ve valilerin de önem vermemeleri yüzünden eşkıyanın tasallutundan ötürü halk vatanını terk ederek, başka diyarlara dağılıp perişan olabileceği gibi birçok yerler halksız ve faydalanmadan uzak kalacağından …[lxxvi].”
Günümüz sözcükleriyle, “Kişi her gün, gece ve gündüze girdikçe kendisini üç şeyle sorgulaması gerekir. Önce, bugün ne hata yaptı, ikincisi faydalı olarak ne yaptı. Üçüncü olarak, faydalı bir şey yapabilecekken, bunu yapmadı mı? Bu üç şeyi düşünerek kendini sorgulamalıdır.[lxxvii]”
“Toprak ve köyler köylülerden boş olarak kalınca, memlekete ve Hazineye gün günden zayıflık çöküp, kazançlar ve gelirler, ürünler ve menfaatlerden yoksun kalıp, halkın ve Hazinenin gelirlerinde çok düşme olacağından başka, … tarım gelirleri yok olmakla Tanrı korusun kıtlığa ve belaya sebep olmak ihtimali dahi kaçınılmaz olur.[lxxviii]” Bu ve daha nicelerini Devlet adamlarına öğütleyen, Defterdar Sarı Mehmet Paşa, ne yazık ki, önce Sultan’ın emirlerine uymamakla, sonra Selanik Valiliği sırasında il halkını zorlamakla suçlanmış ve hapse atılmış, en son olarak da Tamşuvar kalesinin düşman eline geçmesine neden olmakla suçlanarak ölüm cezası verilmiştir[lxxix].
Ahmet Erdoğdu- Defterdar Sarı Mehmet Paşanın köylerin boşalması konusundaki uyarısını önemli görüyorum. Bunun önlenmesi için Devleti yönetenler önlem almışlar mıdır?
Hikmet Uluğbay- Ne yazık ki hayır. Defterdar Paşanın toprak ve köylerin boş kalmasına yönelik uyarılarının ne kadar haklı olduğunu, 28 Temmuz 1860 günü İzmir’deki İngiliz Konsolosu Charles Blunt’ın İstanbul’daki Büyükelçi Sir Henry Bulwer’e gönderdiği raporundan bir alıntı ile okurun bilgisine sunmak isterim. Osmanlı Devleti’nin Tanzimat (1839) ve Islahat Fermanları (1856) uygulaması, Liste 4 ü açıklarken değindiğim üzere, Hıristiyan uyrukların durumu konusu yabancı Büyükelçilikler ile Konsolosluklar tarafından izlenip ülkelerine göndermekte idi. Konsolos Blunt’ın raporunda,“Bölgenin genel durumu gün geçtikçe iyileşmekte… Ancak bu iyileşmeden yararlananlar Türkler değil, onları soyup soğana çeviren Hıristiyanlar… Gülhane Hattı Şerifinin (3 Kasım 1839) öngördüğü reformlarla beraber Hristiyanlar tarımla ilgilenmeye başladı ve yeni gelenlerle birlikte sayıları her geçen gün daha da arttı. Askerden dönen Türkler köylerini, kentlerini tanıyamayacak kadar değişmiş buldular. Her yerde Türklerin yerini Hıristiyanlar alıyordu. Eskiden olduğu gibi tarlalarını işlemek isteyen Türkler, anında Hristiyan bir tefecinin pençesine düşüyor ve eninde sonunda toprağını satmak zorunda bırakılıyor.Talihlerini başka yerde denemek isteyenlerin toprakları ise gene Ermeniler, Rumlar veya Frenkler tarafından yok pahasına satın alınıyor. Bu yolla toprak sahibi olan yabancılar arasında, içerlerde büyük çiftlikler satın almış yedi İngiliz vatandaşı daha var. İzmir yakınlarındaki bütün topraklar yabancıların eline geçtiği gibi daha uzaklardaki köylerde de Türkler topraklarını yabancılara satıyorlar” bilgisini veriyordu[lxxx]. Bu bilgiye yazısında yer veren Cengiz Özakıncı, ayrıca, Hıristiyanların askere gitmemek için yılda 28 kuruş bedel öderken, Müslümanların dolayısı ile Türklerin yılda 5.000 kuruş ödemeleri gerektiğini belirtmektedir. Blunt’ın bu saptamasına benzer bir gözlem de 20 Temmuz 1860 günü Selanik Konsolosu Calvert tarafından yapılmıştır. “… Hıristiyanlar, şimdi geçmişe göre çok daha iyi durumdadır. … Türkler, zorunlu askerlik nedeni ile sayıca azalmışlardır. Müslüman zanaatçılar ve tüccarlar askerlik görevlerini tamamlayıp geri geldiklerinde işlerinin Hıristiyanların eline geçtiğini görüyorlar. … Devlet kaynaklarının tamamı Başkent’te toplanıyor ve savurganca harcanıyor. Son yirmi yılda savurganlığa giden kaynakların yarısı ile Vilayetler arasında iyi yollar yapılabilirdi. … Osmanlı Hükümeti, uzun süredir, toplumun gönencini yükseltebilecek olan iki kesimi çiftçi ve tüccarları (ihmal etmiştir). … Osmanlı Devletinde vergiler ağır değildir, ancak toplanma yöntemi (mültezim eliyle toplama H.U.) vergileri ezici hale getirmektedir.[lxxxi]”
Bu konuda diğer bir örneği de İngiltere’nin Erzurum Konsolosu Palgrave’in Lord Stanley’e gönderdiği üç sayfalık rapordan birkaç alıntılamak istiyorum[lxxxii]. Palgrave, raporuna, Erzurum, Kars, Ardahan, Amasya, Çorum ve Yozgat’ı gezmenin yanında Türk fanatiklerinin kaleleri olduğunu belirttiği Sivas, Kayseri, Kastamonu’yu da gezdiğini belirterek başlamıştır. “Osmanlı yönetimini kullanarak, kardeşleri Hıristiyan toplumlarına zarar veren, olayları başlatan zorbalar, gerçekte rakip veya çıkarı olan Hıristiyanlardı. Örneğin, Ankara İlinin Akdağ köyündeki Hıristiyanlar, Yozgat’lı kötü şöhretli bir Ermeni tefeci tarafından perişan edilmişlerdir. Onun kullandığı araçlar ise, … rüşvet verdiği Konya Valisi ve bürokratlardı. Yüksek makamlardaki zafiyet ve kötü yönetimler, Hıristiyanları olduğu kadar Müslümanları da incitiyordu.[lxxxiii]” “Halen aktif görevde ve yedeğe ayrılmış Müslüman askerler, ordunun tüm yükümlülüklerini sırtlamışlardır. Hıristiyanlar, Hazine’ye küçük, aslında pek cüzi bir bedel ödeyerek askerlikten muaf olarak, büyük avantaj elde ederler. … Zorunlu askerliğin tüm yükü, Müslüman yurttaşlarının desteksiz omuzlarına yıkılır. … Müslüman nüfus azalırken Hıristiyanların nüfusu artmaktadır.[lxxxiv]” “Müslüman nüfus, İstanbul’daki sorumsuz, kendilerinden kopmuş Hükümet’e, Sultan’a sorunlarını ve yanlışları anlatabilecek kimseleri yoktur. Buna karşılık, Hıristiyanlar, başkentte ve ülkenin her tarafında birçok mahkeme, sorunlarını iletecekleri konsolosluklar, kurumlar ve bazen de Büyükelçilikler vardı. Gerçekten, (bu sayılanlar) sadece şikayetlerini dinlemezler, yakınmadıkları zaman da onlar için şikayet üretirlerdi.[lxxxv]”
Ahmet Erdoğdu– Osmanlı Devletinin uyrukları ne zaman askerlik konusunda eşit konuma gelmişti?
Hikmet Uluğbay- Bu ve diğer eşitlikler, Tanzimat ve Islahat Fermanları ile gerçekleşmişti. Ancak, bu eşitlik onları mutlu etmemişti. Osmanlı Devleti’nin Gülhane ve Islahat Fermanları ile uyrukların eşit konuma getirilmeleri zorunlu askerlik görevini de içermekteydi. Ancak bu düzenlemeye zengin kesimlerden gelen tepkiler üzerine, gerek Müslüman ve gerek Hıristiyanlar, Devletçe belirlenen ve zaman zaman değiştirilen bedelleri ödemek suretiyle bu yükümlülükten kurtulabiliyorlardı. Bedel ödemeye gücü yetmeyenler fakir köylü ve esnaf yukarıda da belirtildiği üzere zorunlu olarak askere gidiyorlardı. Bu konuda Fransız coğrafyacı Elisee Reclus 1884 yılında yayınladığı kitabının 9 uncu cildinde bu konuya ilişkin olarak şu gözlemde bulunmuştur. “… Sultan, sanki ülkesindeki demografik yapıyı kendi ırkının aleyhine değiştirmek istercesine zorunlu askerlik hizmetini Türklerin üzerine yüklemişti ve aile bağlarının çok gelişmiş olan Türk toplumunda bu kan vergisi büyük bir nefret uyandırmıştı. … Zorunlu askerlik Türk gençlerini, ailelerinden, Batı Avrupa’da uygulandığı gibi birkaç ay, üç veya beş yıl değil çok uzun sürelerle hatta ömür boyu ayırırdı. Silahaltına alınanlar, hatta Zeybekler bile askerlik hizmetine alınacakları zaman şarkılar ve ziyafetlerle bunu kutlamazlardı. Hemen hemen hepsi evlenmişti ve çavuşlar gelip askere aldıklarında geride ebeveynlerini, eşlerini, çocuklarını bırakmak zorunda kalıyorlardı. Tüm aile ilişkileri aniden kesilmiş oluyordu. … Yunanlılar ile rekabet edemezlerdi çünkü Yunanlılar ve Rumlar sonsuz bir rahatlık içindeydiler. Türklerin eşit koşullarda rekabet etmeleri olanaksızdı. Bu insanlar yalnız kendi dillerini konuşabildikleri halde Yunanlılar ve Rumlar başka diller konuşabilmekteydiler. … Küçük Asya’da ticaret ilkesi şudur: ‘Refaha ermek istiyorsan bir Hıristiyan’a servetinin yalnızca oda biri kadar kredi ver, Müslümana ise servetinin on katı kadar.’ Böylece kredi verilmiş bir Türkün çalışmasının ürünü yani halıları, malları, hayvan sürüleri, toprağı kredi veren yabancının eline geçecektir. Kumaş örme ve eyer yapımcılığı dışında hemen hemen tüm yerel sanayi, yabancıların eline geçmiştir. … Çok yakında Türk yalnız kervan sürücüsü veya otlaktan otlağa sürü gütmeye mecbur olacaktır. Hemen hemen tüm Türkler Ege Denizindeki adalardan uzaklaştırılmışlar ve önceleri çoğunlukta oldukları kıyı kentlerinde azınlık durumuna düşmüşlerdi.[lxxxvi]” Bu metni, benim için Fransızcadan çeviren sınıf arkadaşım Alaeddin T. Yörük’e teşekkür ederim. Osmanlı Devletinde zorunlu askerliğin sadece Türklerin sırtına yıkılmış olmasının toprak mülkiyetinin el değiştirmesine yol açtığı konusunda kapsamlı bilgiler içeren bir kitap yayınlandığını saptayamadım. Bu benim aramadaki noksanımdan kaynaklanıyor ise yazarlardan özür dilerim. Ancak, Osmanlı Devletinde, Filistin’de toprak mülkiyetinin değişimine ilişkin olarak Ömer Tellioğlu’nun nitelikli bir çalışmasını bu aramalarım sırasında buldum[lxxxvii].
Ahmet Erdoğdu– Âli ve Fuad Paşaların vasiyetnamelerinden sonraki gelişmeler nelerdir?
Hikmet Uluğbay- İngiliz konsoloslarının raporlarından bu alıntıları yaptıktan sonra, okurların belleğini tazelemek üzere önce birkaç alıntı da, Hariciye Nazırlığı ve Sadrazamlık görevinde bulunmuş olan Âli Paşa 1871 ve Fuad Paşanın vasiyetnamelerinden sunmak isterim. “Halkın içinden çıkan ruhani liderler, çorbacılar (Hıristiyan ileri gelenleri), muhtarlar, yani halkın menfaatini korumak için tayin edilen maaşsız memurlar vazifelerini suiistimal ettiler (kötüye kullandılar). Bu uğursuz şahıslar halkı çeşitli yollardan istismar ettiler ve çektikleri ızdıraba (sıkıntılara) devletin sebep olduğuna inandırdılar. Onları isyan ettirdiler, boyunduruktan kurtarmak ve hürriyetlerini sağlamak için hiçbir gayret sarf etmediler. Tam aksine halkın çaresizliğinden istifade ederek yüksek makamların gözüne girdiler ve halkı soyarak servet yaptılar.[lxxxviii]” “Kanunlara hürmeti temin için elimizde ne memurlar ne de ordumuz mevcuttu.[lxxxix]” “Kapitülasyonları da ele almamız lazımdır. Bunlar hayatımızı baskı altında tuttuğu gibi çalışmalarımıza da mani olmaktadır. … Dışarı ile münasebetlerimizin yüzde doksanının iç işlerimize müteallik (ilgili) olduğu görülecektir. … En basit meseleler için sefirden kavasa kadar herkes en lüzumsuz işler için harekete geçmektedir.[xc]” “Çeşitli tebaalar (uyruklar) arasında menfaat (çıkar) ayrılıkları bizi parçalanmaya sevk edebilir. Devlet tahsil ve terbiye yoluyla bunların menfaatlerini kaynaştırmaya ve memleketin (ülkenin) parçalanmasını önlemeye çalışmalıdır. … memlekette dini cemaat altında çeşitli ırklar yaşamaktadır. Her cemaat (bir dinden veya bir soydan olanların topluluğu) ayrı bütünlük, ayrı dil, ayrı bir adet, ayrı bir arzu demektir. Bu cemaatler beklenmedik bir gelişme göstermektedir. Onlara imtiyazlar (ayrıcalıklar) ve dokunulmazlıklar verilmiştir. … İstifade ettikleri (yararlandıkları) imtiyazlar adaletsizlik yaratmaktadır.[xci]” “Sadece Müslümanlara yüklenmiş olan kan vergisi (zorunlu askerlik kastedilmektedir. H.U.) Bu şartlar altında korkunç bir şekilde azalan Müslüman nüfus gittikçe eriyip adeta bir azınlık durumuna düşecektir.[xcii]” Âli Paşanın siyasi vasiyetnamesi tarihten ders alabilmek için okunması gereken belgelerden birisidir. Âli Paşanın gözlemlerini ve önermelerini tamamlayan öğütler için uzun yıllar birlikte çalıştığı Fuad Paşanın 3 Ocak 1869 günü Nice-Fransa’da yazdığı vasiyetnamesinden de birkaç alıntı yapmak isterim[xciii]. “Sultanım, … Osmanlı Devleti’nin tehlikede olduğu gerçeğini mutlaka ayrıntılı biçimde düşünmelisiniz. Komşularımızın hızlı gelişmeleri ve atalarımızın akıl erdirilemeyecek yanlışları, bugün şu son derece vahim durumda bulunmamıza yol açmakla, … Yurtsevergeçinen kimi bilgisizler, sizi Osmanlı’nın geçmişteki gücünün eski yöntemlerle de diriltilebileceğine inandırmak isterler. Bu, bağışlanmaz bir yanlıştır. … Oyalanmaların gecikmelerin neden olduğu çöküşten kurtulabilmemiz; İngiltere kadar paraya, Fransa kadar bilgi aydınlığına ve Rusya kadar askere sahip olmamıza bağlıdır. Bizim için artık önemli olan Avrupa’nın öteki ülkeleri ölçüsünde ileriye gitmektir. … İslâmlık, bize aklımızı iyi kullanıp dünyanın gelişimi yolunda ilerlememizi buyurmakta ve değil Arabistan’da ve Müslüman ülkelerde, dahası yabancı yerlerde, Çin’de, dünyanın en ırak köşelerinde bile bilim ve beceri ışığını aramaya bizi yöneltmektedir. İslam’ın buyurduğu ‘ilim’, başkalarının öğrettiği ‘bilim’den başkadır sanılmasın. Bilim kesinlikte tektir; akıl ve kavrayış dünyasını her yerde aynı güneş ışıtır ve ısıtır. … Avrupa’dan örnek aldığımız kurumların hiçbirinde dinimizin özüne aykırı görülebilecek herhangi bir yan katiyen yoktur. … Şunu da yeminle eklerim ki, Devlet’inizin yönetimini bu doğrultuda değiştirerek düzenlemekle dinimizin kutsallığına aykırı bir şey yapmış olmayacağımız bir yana, bütün Müslümanlara şimdiye kadar en şanlı atalarımızın düşlerinde bile akıllarından geçmemiş, en yasal ve adaletli, en övgüye yaraşır ve onurlu bir hizmette bulunmuş olacaksınız. … Şimdi dedış ilişkilerimiz hakkında bir iki söz söylemek isterim: Esas bu konuda devletimizin işi büsbütün güçtür. Düşmanlarımızı kendi başımıza uzaklaştırmaya iktidarımız yetmediğinden, dışarıdan dost ve müttefik aramağa mecburuz. Düşmanlarımızın haksız ve kasıtlı birçok çıkarlarının ağır baskısı altında tarifi imkânsız bir zor yere sıkıştık. … İngiltere; yabancı müttefiklerimiz içinde en önemlisidir. Dış politika ve dostluğu, siyasî kurumları ölçüsünde sağlamdır. … Bab-ı Âli’yi İngiltere’nin dostluğundan mahrum görmektense birkaç vilayetimizi elden çıkmış görmek daha iyidir. … Fransa; son derece iyi idare etmeye zorunlu olduğumuz bir müttefiktir. Bu zorunluluk, Fransa’nın etkin desteğini sağlamaktan çok, varlığımızın devamını tehlikeye koyabilecek iktidara sahip bulunmasındandır. … Prusya, … Alman Birliği’ni … bir kez sağladıktan sonra, Almanya’nın kendisinin de en az öteki büyük Avrupa devletleri ölçüsünde Doğu Sorunuyla ilgili çıkarları olduğunu anlamakta gecikmeyeceği muhakkaktır. … Rusya; devletimizin ısrarlı düşmanıdır. Rusya’nın Doğu’ya doğru yayılması Moskova’nın kaderinin kaçınılmaz bir yasası. Bendeniz de bir Rus nazırı olsam, İstanbul’u zapt için dünyayı altüst ederdim. … Avrupa’da bir iç mücadele, ya da Rusya’da bir Bismarck’ın ortaya çıkması, dünyanın çehresini değiştirebilir. … Yunanistan’ı da unutmayalım: Vakıa Yunan devleti haddi zatında bir şey demek değilse de bir hasım devlet elinde kuvvetli bir fesat aleti olabilir. … bizim Devlet’imizin de çöküşünü önleyecek biricik yol, onu, bütün insan unsurlarımızı ırk ve din ayırımı gözetmeksizin kucaklayan, geniş ve sağlam bir temel üstünde yeniden bina etmektir. İşte bu noktada önemli güçlüklerle karşılaşıyoruz. … önemini tariften aciz kaldığımız bir sorun daha var: Kamu Eğitimi, yani toplumsal gelişmenin biricik esası ve her maddi ve manevî büyüklüğün tükenmez kaynağı. Ordu, donanma, devlet yönetimi, hep aynı soruna bağlı. Bu esas temel atılmış olmaksızın, ilerisi için ne güç kazanmak, ne bağımsızlık, ne hükümet, ne de bir gelecek düşünemiyorum. …” Fuad Paşa’nın Fransızca hazırladığı vasiyetnamesi, İngiliz yazar Lewis Farley’in 1870 li yıllarda yayınladığı eserlerinden bazına ek olarak konulmuştur[xciv]. Bunlardan birisini bir önceki son notta yer verdim. Âli ve Fuad Paşaların siyasi vasiyetnameleri yukarıya alıntıladıklarımdan çok daha kapsamlıdır ve günümüze de ışık tutar niteliktedir. Yıllar önce her ikisini de okumak bana değerli görüş açıları kazandırdı.
Ahmet Erdoğdu- Tarıma ilişkin açıkladıklarınız, Defterdar Paşanın endişelerinde haklı olduğunu gösteriyor. Sanırım okurlar bu konuda biraz daha bilgi edinmek ister, konuyu biraz daha açabilir misiniz?
Hikmet Uluğbay- Memnuniyetle. Osmanlı Devletinde sahillere yakın topraklarda tarım ile uğraşanlar ürettiklerinden bir bölümünü Rum, Ermeni ve yabancı tüccarlar aracılığı ile yabancı ülkelere ihraç edebilirken, bir bölümünü de sahil kentlerinin pazarlarına gönderebiliyordu. Buna karşın iç bölgelere gidildikçe üretimlerini dış pazara ve büyük kentlere gönderme şansı olmayan çiftçiler, kendi gereksinimleri yanında bir bölümünü de mal değiş tokuşunda kullanmak üzere üretimlerini sınırlı tutmak zorunda kalıyordu. Anımsanacağı üzere, Anadolu’da ilk demiryolu olan İzmir-Aydın arasında yapımı İngiliz Ottoman Railway Company’ye 1856 yılında ayrıcalık olarak verilmiş ve 1860 yılında çalışmaya başlamıştır. Bölgede pamuk üretimini özendirmek ve üretilen pamuğu ve diğer bazı tarım ürünlerini İngiltere’ye ihraç etmekti. Anadolu’da ikinci demiryolu İzmit-Ankara arasında Ekim 1888-1893 arasında döşenmiş ve aşama aşama Bağdat’a değin yapımı sürmüştür. Bu demiryolu ülkenin ekonomik gereksiniminden çok askeri amaçla inşa edildiği gibi, Avrupa’nın ihraç ürünlerinin Basra Körfezi’ne kadar ulaşmasına hizmet etmiştir.
Bağdat demiryolunun Anadolu çiftçisinin iç ve dış pazarlara yönelik üretim yapmasına kayda değer bir katkısı olamamıştır. Bunu Osmanlı Devletinin istatistik verileri de kanıtlamaktadır. Tablo 1 de Osmanlı Devleti’nin 1878-1913 döneminde ithal ettiği buğday, un ve arpa miktarı ton olarak yer almaktadır.

1878 öncesinde de bu ürünlerin ithal edildiğini tahmin ediyorum. Zira, Tablo 1 de yer alan veriler bu ithalatların üretim dalgalanması nedeniyle yapılmadığını göstermekte ve yüksek rakamlarla başlamaktadır. Dolayısı ile TÜİK’in 1878 öncesi verileri arşivlerden araştırarak yayınlaması ekonomi tarihi araştıran bilim insanlarımıza önemli bir katkı sağlayacaktır. Bu ithalatlar için ödenen bedeller ise sırasıyla buğday için 21.075.907, un için 26.273.035 ve arpa için 4.368.293 Altın Liradır. Bu üç ürün için ödenen toplam bedel (21.075.907+26.273.035+4.368.293=) 51.717.235 Altın Liradır. Bu 51.7 milyon Altın Lira, bir bakıma, Osmanlı Devletinin ülkesinde üretilen tarımsal ürünleri yanında zanaat ürünlerinin nüfusu yüksek kentlerine taşıyacak altyapıyı inşa etmemiş olması nedeniyle ülkede tarım ve zanaatlarla uğraşanların refahını arttırmak yerine ithalatın yapıldığı ülkenin insanlarının refahını arttırmaya gitmiştir.
Tablo 1 in incelenmesinden de görüleceği üzere, buğday ithalatının artmasına paralel ve zaman zaman ondan daha hızlı olarak un ithalatının artmış olması da ayrı bir sorundur. Eğer un ithalatını arttırmak yerine Devlet değirmenciliği özendirse, kredi olanakları sağlasa, değirmencilerin ülkede yaratacağı katma değer ekonomik gelişmeye de yardımcı olabilirdi.
Bu bilgilerden de anlaşılacağı üzere, Osmanlı Devleti insanlarının ekmek gereksinimini tam olarak karşılayamadığı gibi hayvanlarını tam besleyebilecek boyutta arpa üretimi de yapamamıştır.
Tablo 1 de yer alan ürünlerin ithalatının yapıldığı ülkeler yıllar itibariyle kaynak belgede yer almamaktadır. Ancak üçer yıllık dönemler itibariyle bazı veriler yer almaktadır. Bu bilgilere de Tablo 2 de yer verdim. Tablo 2 deki sınırlı bilgiler, bize 1878 öncesinde de özellikle Rusya’dan olmak üzere ithal edilen buğday ve una çok önemli miktarda döviz (Sterling) ödendiğini göstermektedir. Unutmamak gerekir ki, 19 uncu yüzyıl boyunca Osmanlı Devletinin en çok savaştığı (1809-1812, 1827-Navarin, 1828-1829, 1853-1856, 1877-1878) ülke Rusya’dır. Rusya ayrıca, Osmanlı Devletinden ayrılıkçı isyanlar başlatan Yunanistan, Sırbistan, Bulgaristan gibi ülkelere de çok büyük destek vermiştir. Bu bakımdan Rusya’dan yapılan her ithalat o ülkenin ekonomisine ve politik emellerine önemli katkılar sağladığını düşünebiliriz.

1911 yılında Libya’yı işgal eden İtalya’dan 1910-1912 döneminde un ithal edilmiş olması da düşündürücüdür.
Osmanlı Devleti 1878-1913 döneminde ülkede pancar üretimini teşvik edecek yerde, 53.268.999 Altın liralık şeker ve 179.464.150 Altın liralık da tekstil ürünleri ithalatı da yapmıştır. İthal edilen tekstil ürünleri arasında, aba ve şayak, çamaşır, çorap ve eldiven, fes ve şapka, mendil ve tülbent gibi ülkede esasen üretilmekte olan ürünler de vardır[xcv].
Ahmet Erdoğdu- Sizin Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Petropolitik konusunda bir kitabınız vardı. Osmanlı Devleti, o değerli kaynaklardan yaralanabildi mi?
Hikmet Uluğbay- Elbette. Değindiğim bu ithalatlardan daha ilginç bir bilgi ise, Osmanlı Devleti hükümran olduğu topraklardaki, devasa petrol yataklarını işletecek mühendis ve teknisyenleri eğitemediği için, 1878-1913 döneminde, başta Rusya ve A.B.D. olmak üzere çeşitli ülkelerden 19.656.654 Altın liralık petrol ürünleri ithal etmiş olmasıdır. İthal edilen bu petrollerden Rusya ve ABD’ne ilişkin olarak bulunabilen bazı yıllara ait veriler Tablo 3 de yer almaktadır.

Kaynak belgede yer alan üçer yıllık üç dönemde Rusya’dan 6 yılda ithal edilen petrol ürünleri için 1.417.144 sterling, ABD’den 6 yılda ithal edilen petrol ürünleri için de 447.020 sterling olmak üzere bu iki ülkeye toplamda 1.864.164 sterling ödendiği anlaşılmaktadır. Her iki ülkeden elbette bu yıllar dışında da petrol ürünleri ithalatı yapılmıştır. Ancak diğer yıllara ilişkin verilere ulaşamadığım için daha fazla bilgi veremiyorum. Tarihçilerimizin Osmanlı Devleti ve yabancı devlet Arşivlerinde yapacakları araştırmalar sonucun daha fazla bilgiye ulaşılabileceğini düşünüyorum. Rusya’dan ithal edilen petrol ürünlerinin tamamı Bakü petrol sahalarından gelmiştir. Balkanlardaki Osmanlı topraklarında kullanılmak üzere ithal edilen petrol ürünlerinin kayda değer bir bölümünün, 1866 yılında Romanya Devleti adını alan Eflak-Buğdan beyliklerinin 1878 de Osmanlı Devletinden tam bağımsızlığını kazanması sonrasında bu ülkeden geldiğini tahmin ediyorum. Zira, bu ülkede 1870 yılından başlayarak kuyu delme yöntemi ile petrol üretimi başlamıştır. Osmanlı Devletinin ithal ettiği petrol ürünlerinin çok büyük bölümü gazyağı cinsindedir ve aydınlanma lambalarında kullanılmıştır. Çok az bölümü de makine yağı ve 1910 lu yıllarda sınırlı sayıda ithal edilen otomobiller için bir miktar benzin de ithal edilmiş olabilir.
Bu arada Osmanlı Devletinin Mezopotamya topraklarında da, ilkel yöntemlerle bir miktar petrol üretiliyor ve yine ilkel kazanlarda rafine edilerek gazyağı elde edilip bölgede aydınlanma amaçlı olarak kullanılıyordu. Bu bölgedeki en verimli kuyuların bulunduğu Mendeli yataklarından yılda 64.000 kıyye veya 82.048 kilo, diğer bir deyişle 82 ton (11.721 varil) petrol üretilebiliyordu. Mezopotamya’da üretilen ve bölgede pazarlanan petrol ürünleri, yapılan ithalat yanında çok küçük boyutta kalmaktadır. Bu konuda daha fazla bilgi edinmek isteyenlere Doç. Dr. Arzu Terzi’nin “Bağdat-Musul’da Abdülhamit’in Mirası Petrol ve Arazi” isimli kitabını öneririm.
Osmanlı Devletinin 1878-1913 döneminde ithal ettiği buğday, un, arpa, şeker, tekstil ve petrol için toplamda ödediği 304.107.038 Altın Lirayı kısmen dış borçlanma, kısmen Galata Bankerlerinden iç borçlanma ile karşıladığını söyleyebiliriz. Eğer Osmanlı İmparatorluğu, topraklarında demiryolu, karayolları ve suyollarına gereken yatırımları zamanında yapmış olsa, insanlarına tarım arazilerini verimli kullanacak eğitimi vermiş olsa ve topraklarının altındaki petrol sahalarını işletebilecek nitelikli maden mühendisleri yetiştirecek teknik eğitimleri verebilmiş olsa idi, buğday, un, arpa, şeker, tekstil ve petrol ithal etmeyecek, belki ihracat gelirleri artacak ve aşağıda göreceğimiz boyutlarda dış borç almak zorunda kalmayacaktı.
Ahmet Erdoğdu– Osmanlı Devletinin iç borçlanmaya gittiğini biliyoruz. İlk defa dış borcu ne zaman almaya başladı, alınan borçlar devleti ne duruma düşürdü?
Hikmet Uluğbay- Belirttiğiniz gibi, Osmanlı Devleti, Galata Bankerlerinden zaman zaman iç borçlanmaya başvurmuşsa da, Kırım Savaşına değin yabancı ülkelerden borç almaksızın gelebilmiştir. 1854 yılında ilk dış borçlanmasını Londra’da 3 milyon Sterlin olarak yapmıştır[xcvi]. Osmanlı Devletinin 1854-1914 arasındaki 60 yılda yaptığı dış borç toplamı 347.372.040 Altın Lira tutarında ise de eline geçen miktar 222.754.219 Altın Lira olmuştur. Diğer bir deyişle borçlandığı tutarın ancak % 64.1 i kendisine ödenmiştir[xcvii]. Aradaki fark, borç kağıtlarının borsaya sunuş fiyatının düşük olmasından, komisyon ve diğer isimler altında yapılan kesintilerden kaynaklanmıştır. Ancak Osmanlı Devleti faiz ödemelerini eline nakit olarak geçen tutar üzerinden değil, borç olarak gözüken miktardan yapmıştır. Her borçlanmada, Devletin bir eyaletinin belirli vergileri, borç taksit ve faiz ödemeleri için teminat olarak gösterilmiştir. Örneğin 1854 borçlanması için Mısır Eyaletinin 300.000 altın liralık yıllık cizye geliri karşılık gösterilmiştir[xcviii]. Osmanlı Devleti yabancı ülkelerden borçlandığı paralarla, kendisine döviz kazandıracak sanayi kuruluşlarına, tarımda verimliliği artırarak ihracat yapacak veya ithalatını azaltacak alanlara yatırım yapmayıp, bir önceki borçlanmanın taksit ve faizlerini ödemek, isyan bastırmak, Rumeli ve Anadolu demiryolu yapımı, savaş finansmanı, piyasaya sürülen “kaime” adı altındaki kağıt paraları geri çekebilmek, kaybettiği savaşlar için tazminat ödemek gibi konularda harcadığı için 1875 yılında moratoryum (borçlarını ödeyemeyeceğini) ilan etmek zorunda kalmıştır. Bu açıklama borç veren ülkelerin borsalarında, borç senetlerini satın alanlarda ve Hükümetlerinde şok etkisi yaratmıştır. İlgili Hükümetler ve Galata Bankerleri Osmanlı Hükümetine borçların ödenebilmesi için düzenleme yapması için baskı başlamıştır. Bu arada, Osmanlı Devletinin 1877 yılında Rusya ile yaptığı savaşta yenilmesi ve Rus ordularının Yeşilköy’e kadar gelmesi üzerine 3 Mart 1878 günü imzalanan Ayastefanos Antlaşması çok ağır hükümler ve önemli miktarda savaş tazminatı hükümleri içeriyordu. Bu süreçte Osmanlı Devleti İngiltere’nin desteğini alabilmek için Kıbrıs adasını bu ülkeye bırakılmıştı. Rusya’nın dikte ettiği koşullardan rahatsız olan Avrupa ülkeleri 13 Haziran 1878 günü Berlin Konferansı ile Ayastefanos Anlaşmasını yeniden müzakere edip başta savaş tazminatını kaldırmak yanında bazı hükümlerde hafifletmeye gitmişlerdir[xcix]. Ruslara savaş tazminatı ödenmesini kaldırtmalarının nedeni, Osmanlı Devletine yardım amaçlı olmayıp, kendi alacaklarını güven altına alma amaçlıdır. Berlin Antlaşması ile Osmanlı Borcunun bir bölümünün Osmanlı Devletinden ayrılan, Bulgaristan, Karadağ, Yunanistan ve Sırbistan tarafından ödenmesine de karar verilmiştir[c].
Osmanlı Devletinin Galata Bankerlerine olan borçlarını ödeyebilmesi için 1879 yılında, pul resmi, alkollü içki vergisi, tütün tekeli gelirleri, İstanbul, Bursa, Edirne ve Samsun’un ipek kozası öşür gelirleri, İstanbul ve çevresindeki balık avlama vergi gelirleri ile tuz tekeli gelirlerinden oluşan altı verginin bu ödemeler için kullanılmasına karar verilmiştir[ci]. Bunun için kurulan Rüsum-u Sitte (Altı Vergi) İdaresi’ne İngiliz ve Fransız Hükümetleri ile borç kağıtlarını satın almış kişilerin temsilcileri karşı çıkmıştır. Bunun üzerine başlayan görüşmeler sonucunda, Osmanlı Devleti 20 Aralık 1881 tarihinde çıkardığı ve Muharrem Kararnamesi olarak anılan kararı ile, merkezi İstanbul’da olmak üzere, Düyun-u Umumiye-i Osmaniye İdaresinin kurulduğunu açıklamıştır. Bu idarenin yönetim kurulu çeşitli alacak gruplarını temsil eden yedi kişiden oluşmakta idi. Bu yedi üyeden birisi İngiliz ve Hollandalı, birisi Fransız, bir diğeri Alman, bir başkası Avusturya, diğer biri İtalyan alacaklıları temsil edecek, Osmanlı uyruğu alacaklılarını bir diğer üye ve Galata bankerlerini temsilen de bir üyedir. Üyelerin görev süresi beş yıl olup, beş yıllık Başkanlık görevini de dönüşümlü olarak İngiliz ve Fransız temsilciler üstlenecekti[cii]. Yukarıda değinilen altı vergi bu İdare’ye devredildikten başka, kapitülasyon almış önde gelen ülkeler tarafından yüzde 8 düzeyinde saptanmış bulunan gümrük vergisi ileride yükseltilirse, elde edilecek ek gelirin bir bölümü bu İdare’ye verilecek, ayrıca diğer bazı gelirlerdeki artışlardan da bir pay gidecektir. İdare bu kaynakları tahsil etmek ve borç ödemelerini yapabilmek için kendi bürokrasisini de kurmuştur. Bu konuda daha fazla bilgi edinmek isteyenlere Dr. Biltekin Özdemir’in son notlarda yer alan kitabını öneririm. Bu konuyu tamamlamadan önce iki bilgi daha eklemek isterim. Osmanlı Devleti izleyen yıllarda gümrük vergisini, önce yüzde 11 ve daha sonra da yüzde 15 e çıkarılması için girişimlerde bulunduğunda, 1907 yılında yüzde 11’e çıkışı kapitülasyon sahibi büyük devletler, geçici olmak kaydıyla kabul etmişlerdir. 1911 yılında yüzde 15 e çıkarılma istemi ise, yeni ayrıcalıklar elde etme talepleri ile Birinci Dünya Savaşın başladığı 1914 yılına değin sürüncemede bırakılmıştır[ciii]. Osmanlı Hükümeti, Birinci Dünya Savaşının başlamasından sonra Ekim 1914 ayında, kapitülasyonları kaldırdığını ilan etmiştir. Hükümetin bu kararına, yukarıda kapitülasyonlar bölümünde de belirtildiği üzere, bu hakkı elde etmiş devletler, Almanya ve Avusturya gibi Osmanlı Devleti ile aynı kampta bulunan ülkeler protesto etmişler ve antlaşmaya taraf olan ülkelerden birisinin antlaşmayı iptal edemeyeceğini ileri sürmüşlerdir[civ].
Osmanlı Devleti gümrük vergilerini dahi yükseltmek için önde gelen Avrupa Devletlerinin uygun görüşünü almak durumunda idi. Aynı dönemde Avrupa Devletleri ile A.B.D. nin uyguladığı gümrük vergisi oranları Tablo 4 de yer almaktadır. Tablo 4 de yer alan ülkelerin büyük çoğunluğu sanayileşmiş veya sanayileşmede belirli aşamaya gelmiş ülkelerdir. Ancak, ABD, Rusya, İspanya ve Japonya ile Fransa gerektiğinde vergilerini ulusal sanayilerini koruma amacıyla yükseltmişlerdir. Bu ülkeler, gümrük vergilerini değiştirmek için diğer bir devletten onay alması gerekmiyordu.

Osmanlı Devletinin dış borçlanma yapabilmesi, borç verecek ülke ve finansman kuruluşu bulması ve bu borçlar için bazı gelirlerini güvence olarak tahsis etmesi ile bitmiyordu. Buna ek olarak borç veren ülkelerin çıkar ilişkilerinden de etkilenmekteydi. Amerikalı yazar Herbert Feis dilimize “Avrupa, Dünya’nın Bankeri 1870-1914” olarak çevrilebilecek kitabında bu konuda şu anlamlı ve ilginç gözlemde bulunmuştur. “Fransız Hükümeti, Osmanlı Devleti’ne borç vermede ve yatırım yapmada değişmez bir politika oluşturmanın son derece zor, hatta imkânsız olduğunu görüyordu. Her fırsat ortaya çıktığında, sadece yatırımcıların farklı çıkarları ve Fransa’nın Türkiye’deki politik emellerini değil, aynı zamanda Rus müttefikinin isteklerini ve onun Balkanlardaki amaç ve tutumunu da göz önüne almak durumundaydı.[cv]”
Ahmet Erdoğdu- Bu anlattıklarınız Osmanlı Devletinin kapitülasyonlar nedeni ile ithal gümrük vergilerini yükseltememesinin sanayileşmesini nasıl engellediğini açıklıyor. Okuduklarımdan anımsadığıma göre, Osmanlı Devletinde bir de iç gümrük vergisi uygulaması var, bu vergi ile sanayiin koruması sağlanamaz mıydı?
Hikmet Uluğbay- Üzülerek söylemek gerekir ki, o da mümkün değildi. Osmanlı Devletinin eğitim sistemi gerek tarımda ve gerek zanaatlar alanında verimliliği, üretimi ve kaliteyi yükseltecek bir yapılanmada olmadığına biraz sonra değineceğim. O yönde iç ve dış pazarlarda rekabet gücünü oluşturamama yanında, Tablo 4 de yer alan veriler, Osmanlı Devletinin tarım ürünlerinin ve zanaatkârları eli ile ürettiği malların yabancı ülkeler karşısında ne denli korumasız olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Kaldı ki, Osmanlı Devleti kendi topraklarında üretilen ürünlerin ihracatından da yüzde 12 düzeyinde vergi alarak, dış piyasalardaki rekabet gücünü kendi aleyhine bozarken diğer yandan da, ülkede bir bölgeden diğerine giderken uyguladığı “iç gümrük” vergilerini yabancı tüccarlar kapitülasyonlar nedeniyle ödemediği için iç pazarlarda da yerli ürünlerin yabancı mallar karşısında rekabet gücünü yok etmiştir. Ancak Osmanlı Devleti, zaman zaman ülke üreticilerini korumak için iç gümrük vergilerini bazı mallar için geçici olarak indirdiği de görülmektedir[cvi]. Bu uygulamanın ülke üreticilerine tam ve etkin bir koruma sağladığı söylenemez.
Yabancı ülkelerin Osmanlı Devleti ile yaptıkları ticaret anlaşmaları müzakerelerinde gümrük vergi artışlarına uygun görüş vermekte ayak sürümeleri nedeni ile 1740 yılından 1862 yılına kadar geçen 122 yıllık sürede bu vergi yüzde 3 den yüzde 8 e anca çıkarılabilmiştir. Bu dönemde de yerli üreticiler yüzde 12 lik “iç gümrük vergisi”ni ödemek durumunda idi. Bu konuda daha fazla bilgi edinmek isteyenlere, Prof. Dr. Mübahat S. Kütükoğlu’nun son notta kayıtlı makalesini okumalarını öneririm[cvii]. Kapitülasyonlar konusundaki bazı makalelere ve bu kaynağa ulaşmamı sağlayan arkadaşım İlham Küsmenoğlu’na teşekkür ederim.
Ahmet Erdoğdu- Osmanlı Devleti’nin Mora isyanı ve sonrasında Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanmasından sonra yurt dışında Türk diplomatlar göndermeye başladığını biliyoruz. O diplomatlar, gittikleri ülkelerdeki gelişmeleri gözlemleyip çöküşü önlemek için uyarıda bulunmadılar mı?
Hikmet Uluğbay- Elbette bulundular. Osmanlı Devletindeki Türk kökenli Büyükelçileri ile diplomatlarının yazdıkları eserlerde yer alan ve İmparatorluğu çöküşten kurtarabilecek gözlemlerinden bazı kısa alıntılar yapmak istiyorum.
Osmanlı Devleti, 1768 yılında Rusya’ya açtığı savaşta ordu ve donanmasının önemli kayıplar vererek yenilmesinden sonra, bu ülke ile yaptığı hiçbir savaşı kazanamamıştır. Rusya’nın Yunanistan’ın bağımsızlığını dayatmak üzere 1828 yılında açtığı savaşın da kaybedilmesi üzerine Sultan II. Mahmut, Rusya’nın güçlü bir devlet haline geliş nedenlerini öğrenmek üzere, damat Amiral Halil Paşayı özel elçi olarak bu ülkeye göndermiştir. Halil Paşa dönüşünde Sultan’a aktardığı gözlemler arasında şu hususlar dikkat çekicidir. “… Gerçek odur ki, bizim devletimiz uyguladığı kurallar ile olduğu kadar düşünce, maddi ve manevi yaşamı ile ölümcül bir tehlike içindedir. Eğer ki, Avrupa’yı devlet ve fert olarak takip etmez isek, onlara uyum sağlamaz isek, onların bilim ve teknolojilerini olduğu kadar, onların yaşam tarzlarını da benimsemezsek, sonsuza dek yaşayacağını umduğumuz devletiniz son bulacaktır. … Bir örnek vereyim: Bizde nüfus yalnızca erkeklerle sınırlıdır. Kadınlar bazı köylerde tek başına genel hayata katılırlar. Avrupa’da ise milleti, kadın ve erkek beraberce oluşturuyorlar. Hayatın tüm alanlarında bu katılım, onları bizim iki katımız haline getirmektedir. … Bu devirde yaşayan insanlar olarak ya bu kervana katılacağız veya mahvolup gideceğiz.[cviii]”
1838 yılı ilkbaharında Paris Büyükelçiliği Başkâtipliğine atanmış bulunan Mustafa Sami Efendi bu görevi sırası “Avrupa Risalesi” başlıklı eserini yazmıştır[cix]. Bu eserden bir bölüm şöyledir: “… Kadın ve erkek bütün Avrupa halkı okuyup yazmaktan haberdardır; özellikle Fransa’da her kişi, bir hamal veya bir çoban bile, en azından kendisine ait olan bir mektubu yazabilir, okuyabilir. … Avrupalılar, Dünya’da en çok utanılacak şeyin cehalet olduğuna hükmetmiş olduklarından, milletçe uğraşmış ve çalışmışlar ve kör ve dilsizlere varıncaya kadar ayrı okullar ve bütün bilimler için sayısız dershaneler kurmuşlar ve erkek ve kız bütün çocuklarını en azından on sene boyunca eğitmeye dikkat etmişlerdir.[cx]”
Sami Efendi, Risalesinde Avrupalıların dil konusu ile insanlarının yaratıcılıklarını geliştirmek için izledikleri yöntemler konusunda da şu bilgileri vermiştir. “Lisanlarını belirli bir yönteme bağlayarak bir takım gereksiz ve yararsız kelimeleri ve deyişleri atmışlardır; … devletçe … yeni bir kitap yazan ve yeni bir hüner ve marifet icat eyleyen kimseler, layık oldukları mükafat ve itibar ile ödüllendirilmişlerdir; sonuç olarak, daima halkın şevk ve gayretinin artmasına çalıştıklarından ve hiçbir ferdin hakkını yemeyerek işlerini ve emeklerini heba etmediklerinden bu gelişmeler ortaya çıkmıştır. Avrupalıların üzerinde gece ve gündüz çalışıp çabaladıkları bu ilimler ayin ve mezheplerine dair olmayıp, eskilerden bazı Müslüman Arapların yarattıkları ve daha sonra Avrupalıların kendi diyarlarına aktararak günler geçtikçe hakikatlerini olgunlaştırdıkları riyazi ve hikemi (matematik ve felsefe) ilimlerden olan mantık, astronomi, tıp, geometri, mekanik, aritmetik, kimya, tarih, şiir ve inşa (yazı yazma) gibi ilim ve hünerlerle diğer Avrupa bilginlerinin adım adım vakıf oldukları coğrafya, fizik ve bunların dışındaki fenlerden ibarettir[cxi].”
Sami Efendi Risalesinin sonlarında Osmanlı Devletine öneride de bulunmuştur. “… Avrupa kıtasında İtalya ülkesinden başkasının ne havasında letafet ve ne de toprağında bereket olup, yalnız fünûn ve marifet kuvvetiyle güçlenmişlerdir. Şimdi, yukarıda da beyan olunduğu üzere, başlangıçta İslam topraklarında ortaya çıkan ve hakiki mirasımız olan ilim ve kemâl, eğer geçmişte olduğu gibi İslam memleketleri ahalisine yaygınlaştırılacak olursa, bundan birçok faydalar elde edeceğimiz kesindir. … bütün arazimiz münbit ve mahsuldar ve ahali ve halkımız ise doğaları ve yaradılışları itibariyle zeka ve anlayış sahibi kılındıklarından, Avrupalıların birçok zaman ve emek ile varlığa getirdikleri her türlü nizam ve sanayi pek az vakit içinde milletimize dahi yayılacağından, ecnebi milletler ülkesinde üretilen emtia ve erzaka ihtiyacımız kalmayacak ve bunlar için Avrupalılara verdiğimiz akçeler bütün bütün kendi memleketimizde kalarak günler geçtikçe vilayetlerimiz ve halkımız mamur olacak …[cxii]”
Sultan Abdülaziz’in Avrupa seyahatine katılan İstanbul şehr-emini (belediye başkanı) Ömer Faiz Efendi, Sadrazam Âli Paşanın seyahat dönüşü, geziye katılanların görüş ve izlenimlerini öğrenmek için yaptığı toplantıda görüşünü açıklarken şu hususa da değinmiştir. “Müslümanlığı dahi bu memleketlerden alalım, çünkü onlar, ilim, irfan, medeniyet, çalışkanlık, adalet, eşitlikçi oluşları ile Müslümanlığın asıl emirlerini, Hıristiyan oldukları halde uyguluyorlar, … cehâleti bırakıp bilimi, ilkelliği bırakıp medeniyeti, tembelliği bırakıp çalışkanlığı, el emeği biçareliğini bırakıp makinayı, şehirlerde ve köylerde pisliği bırakıp temizliği, üfürüğü bırakıp ilacı, deveyi bırakıp treni, yelkenliyi bırakıp uskurlu gemiyi alır, kadın-erkek birlikte ve beraber tam bir millet olursak hem dinimizi, hem de devletimizin onurlu biçimde sürmesini sağlayabiliriz.[cxiii]”
Bu ve diğer raporların önemli noktalarından birisi de “kadın-erkek” eşitliği ve eğitimine yönelik vurgulardır. Ancak Osmanlı Devleti bu konularda gerekli adımları atmaktan uzak durmuştur.
Ahmet Erdoğdu- Türk diplomatların gelişmiş ülkelerdeki kadın-erkek eşitliği üzerinde durmaları çok anlamlı. Osmanlı kadınları nu konudaki rahatsızlıklarını dile getirmediler mi?
Hikmet Uluğbay- Getirmez olurlar mı? Bunları dile getirmek için yayınlar bile yaptılar. Bu konuda nitelikli bilgi edinmek isteyenlere, akademisyen Serpil Çakır’ın “Osmanlı Kadın Hareketi” isimli nitelikli kitabının, okunmasını öneririm, Osmanlı kadınlarının dergi ve gazetelerde yayınladıkları yazılardaki yakınmaları ile doludur. Anılan kitaptan birkaç alıntı yapacağım. İsmet Hakkı hanım, İkdam gazetesinde 26 Ağustos1908günü yayınlanan mektubu günümüz sözcükleri ile şöyledir:“Bizler şu çağın gelişmesinden ne pay alacağız? Yine o tepile tepile, eğitile eğitile,geçmişe karıştı zannettiğimiz üzüntülere mi boyun eğeceğiz?Hayır,hayır artık çok çektik, yetişir. Evet, artık bu yeknesak siyah gölgelerde bu gaflet yüküne, … boyun eğmek istemiyoruz.[cxiv]” Aynı yazar aynı yılşunu yazmış: “… Madam Curie bugün Sorbon’da ders veriyor. Fransa’da hukuk, tıp mekteplerinde erkek kadar, kadın talebe var.Pek beğenilen İngiltere’de ‘sufrajet’lerin (oy hakkı isteyen kadınların) gücü ve dayanıklılığı pek büyüktür.[cxv]”Mükerrem Belkıs hanım, 1913 yılındaşöyle demiş: “Şimdi kıyafetimizde bir şey var; o da dünya ile yüzümüzün arasındaki perde … kıyafetin düzeltilmesi, bizi gulyabaniye benzetmekten … başka bir faydası olmadığı dikkate alınarak, peçeninkaldırılacağını ümit ederim. Buna mecburuz.[cxvi]” Nedime İhsan hanım 1911 yılında, “Gelecek için Ümid-vâr Olalım” başlıklı yazısında şöyle haykırıyordu: “Çünkü kadınlar dünyada değil, bu kadar senedir cehennemde yaşıyorduk. Bu dünya ile alakamız değil, zerre kadar münasebetimiz yoktu.Kadın cehenneminin bizim için seçilmiş ve icat edilmiş kuyuları, ateşleri, feryatları, katranlı gömlekleri, her şey ve her şey vardı.Biz zavallı kadınlar bu hayatımızda bir dünya ömrü değil, bir cehennem hayatı yaşıyorduk. Hiçbir kimsenin bize insaf edip de bu cehennem yaşayışından kurtarmak hatırına gelmiyordu.[cxvii]”
Ahmet Erdoğdu- Osmanlı Devletindeki eğitim ve okullaşma sürecine zaman zaman değindiniz. Bu konuya biraz daha değinir misiniz?
Hikmet Uluğbay- Elbette. Osmanlı Devletinde eğitime yönelik iyileştirme adımları, öncelikle, askeri yenilgiler nedeniyle doğal olarak askeri okulların açılması ile atılmıştır. Bu bağlamda 1773 yılında Mühendishane-i Bahri-i Hümayun (Deniz Subay Okulu) Cezayirli Seyyid Hasan Paşa’nın yönetiminde açılmıştır. Hasan Paşa, Arapça, Farsça yanında İtalyanca bildiği ve ayrıca İngilizce ve Fransızcayı da belirli düzeyde izleyebildiği belirtilmektedir[cxviii]. Hasan Paşa’nın denizcilik konusunda bu Avrupa dillerinde yazılmış kitapları da izlediği aynı kaynakta ifade edilmektedir. Bu arada orduya istihkâm ve kale inşası konusunda Fransız subay ve mühendisleri de gelmişti. Bu Fransızlar, yeni açılan okulda da ders vermeye başladıktan sonra, Rus ve Avusturya yetkililerinin Fransa nezdinde girişimde bulunmaları sonucu Fransız subay ve mühendisler geri çağrılmıştı. Bu okulun açılmasından yirmi yıl sonra 1793 yılında, bu kez, kara ordusuna modern eğitim almış topçu subayı yetiştirmek üzere Mühendishane-i Berr-i Hümayûn (Kara Topçu Subay Okulu) açılmıştır. Okulun dersleri arasında matematik, geometri, coğrafya ve Fransızca dersleri de bulunuyordu[cxix].
Ancak, sübyan okulunu bitiren öğrencilerin bilgi düzeyi, bu iki askeri okulun eğitim programlarını izleyecek düzeyde olmadığı anlaşıldığı için, 1838 yılında yapılan çalışmalar sonucunda ara okul açılması gerektiği sonucuna varılarak “rüştiye” okullarının açılmasına karar verilmiştir. Rüştiye düzeyinde açılan ilk iki okul, devlete memur yetiştirmek üzere, “Mektebi Maarifi Adliye ve Mekteb-i Ulûmi Edebiye olmuştur.
Ancak açılan bu okullar, sübyan okulları üzerinde eğitim almış insan gücü gereksinimini karşılayamadığı için, 1847 yılında “Mülkiye Rüştiyeleri” açılmasına karar verildi. 1874 yılına gelindiğinde, Osmanlı Devletinde açılan rüştiye okulları sayısı 18 e, öğrenci sayısı 1.869 a öğretmen ve hademe sayısı da 166 ya ulaşabilmiştir[cxx]. Avrupa lise düzeyinde eğitim vermesi düşüncesi ile açılan ilk lise düzeyindeki okul 1867 de Galatasaray Sultanisidir. Sultanilere öğrenci yetiştirmek amacıyla ilk İdadi düzeyindeki okul ise 1872 yılında açılmıştır.
Osmanlı Devletinde Avrupa eğitim yapılanmasına yönelik okul açmasına ilişkin bilgileri bu kadarla bırakmak niyetindeyim. Zira bu çabalara yönelik zengin içerikli bilgiler daha önce yayınlanan “Türk Devriminin Anahtarı: Eğitim Birliği Yasası Neden Gerekli İdi?” başlıklı çalışmamda yer almaktadır. Okurlara o çalışmamı incelemelerini öneririm. Ancak Osmanlı Devletinde Avrupa tarzı eğitim yapılanmasının program içeriği hiçbir zaman Fransa, Almanya, İngiltere düzeyine yaklaşamamıştır. O çalışmamda yayınladığım birçok tablodan sadece ikisini buraya aktarmak isterim.

Kaynak: Avusturya ve Macaristan hariç nüfus verileri, Angus Maddison, “The World Economy A Millenial Perspective, Development Center Studies, OECD 2006”, sayfa 183. Osmanlı Devleti eğitim verileri için “T.C. Başbakanlık DİE, “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Modernleşme Sürecinde Eğitim İstatistikleri 1839-1924”, sayfa 279 ve 273, 276, 277. Osmanlı nüfusu için T.C. DİE “Osmanlı İmparatorluğu’nun ve Türkiye’nin nüfusu 1500-1927. Diğer tüm bilgiler için Anna Tolman Smith, “Education in Foreign Countries 1913-14” Department of the Interior, Bureau of Education June 30, 1914 Washington Government Printing Office 1915. Rusya’nın Meslek okul verileri Anna Tolman Smith ve W.S. Jesien, “Higher Technical Education in Foreign Countries, Students and Scope” Washington 1917, sayfa 91 den alınmıştır.
¹Osmanlı Devletine ait nüfus verisi 1905-1906 yılına aittir.
Tablo 5 den de görüldüğü üzere, Osmanlı Devletinin izlediği zorunlu askerlik politikası sonucu, toplam nüfusu, 1905-1906 sayım sonuçlarına göre, ancak Macaristan kadardır. 600 yıllık İmparatorluğun nüfusunun bu düzeyde bulunmasında, savaşların, isyanların ve salgın hastalıkların önemli rolü olmuştur. Bu nüfusun 9.714.097 si kadın ve 8.279.736 sı erkek olmak üzere toplamda 17.993.833 ü Müslümanlardan oluşmaktadır. Tablo 5 in eğitime ilişkin verileri, 1847 yılında başlatılan Avrupa tarzı okullaşma politikaları sonucu 1913 yılında sivil lise düzeyi öğrenci sayısı 17.887 ile son derece yetersiz düzeyde kalmıştır. Lise düzeyi eğitimin bilimsel içeriği ise örnek alınan Avrupa ülkelerinin çok gerisinde kaldığı üzüntü veren bir gerçektir. Tablo 5 te Osmanlı meslek okulları sayısı ise yok düzeyindedir. Osmanlı meslek okulu öğrencilerine ilişkin veriyi ayrıntılı olarak Tablo 6 da bilginize sunmak isterim.

Tablo 6 dan da görüldüğü üzere, Osmanlı Devletindeki meslek okulları tarımsal ağırlıklı bir yapıda olup 1913-1914 ders yılında ulaşılabilen sayıların boyutu meslek okullarının çok ciddi biçimde ihmal edildiğini açıkça ortaya koymaktadır. Tabloda görülen Darülhariri okulları ipek dokuma ile ilgilidir. Hama, Sivas ve Kastamonu okullarının yanında mesleklerle ilgili bir ibare yoktur, ancak bu okullar Ticaret ve Ziraat Bakanlıklarına bağlı okullar arasında yer aldığı için meslek liseleri arasında yer vermem gerektiğini düşündüm. Tablonun kaynağında, sanayi alanının nitelikli işgücünü yetiştirecek okullar konusunda benzeri bilgiler yer almadığı için o konuda bilgi veremiyorum.
Osmanlı Devleti yöneticilerinden bir bölümü, eğitim konusundaki sıkıntıların başında eğitim dilinin yer aldığının bilincindeydi. O nedenle, eğitim dilinin sadeleştirilmesine yönelik çalışmalar, Abdülmecit döneminde başlamış Abdülaziz döneminde ivme kazanmıştı[cxxi]. Karal, edebiyat ve ilim dilinin dörtte üçünün Arapça ve Farsça sözlük ve kuralların egemenliği altında olduğunu, dörtte birinin de Türkçe sözlüklerden oluştuğunu belirtmekte ve şu örneği vermektedir. Devletin resmi yazışmada kullandığı dil, belagat ve terkip (düzenleniş) kurallarının etkisinde Türkçe sözcüklerin çok az olduğu, yazılırken çok düşünülen, okunurken çok düşünülse de şöyle böyle anlaşılan bir Osmanlıca idi[cxxii].” Karal’ın verdiği diğer iki örnek ise “Maliye Dairesinden çıkan bir yazıyı, yazan okuyabilir. Fakat elinden yazı alınsa ve yazı konusunu anlatması istense anlatamaz. Sorgu hakimi, davalıya konuşurken soruları Türkçe sorar ve cevap alır. Fakat tutanağı resmi ifade ile tespit eder. Onu davalıya okuduğu vakit davalı, sözlerinin adeta Arapçaya tercüme olunduğunu sanarak, hiçbir şey anlamaz ve nezaket icabı, tutanağın altına mührünü veya parmağını basar.[cxxiii]”
Bu süreç içerisinde Türkçenin geliştirilmesi, Arap harflerinde Türkçe sözlükleri doğru yazılıp okunacak şekilde düzeltmeler yapılması üzerinde çalışmalar yapılmış ve hatta Latin harflerinin kabulünü önerenler ortaya çıkmıştır. Bu konuda daha fazla bilgi edinmek isteyenlere, Karal’ın kitabı yanında, Bilal Şimşir’in “Türk Yazı Devrimi” isimli kitabını öneririm.
Avrupa’da Türk dilinin Latin harfleri ile yazılımına ilişkin ilk örnek saptayabildiğim kadarı ile 1558 yılında yazılmış bir Latince kitap vardır. Bu kitabın iç kapağı ve 69 uncu sayfası Görsel 1 de yer almaktadır.
Görsel 1


Bunun yanında, 1819 yılında Paris’te Kont F. Volney dilimize “Avrupa Alfabesinin Asya dillerine uygulanması” olan bir kitap yayınlanmıştır[cxxiv]. Kitapta, Arap harflerine hangi Latin harfinin karşıt geldiği açıklandığı gibi, besmele 174 üncü sayfada Latin harfleri ile de yazılmıştır. Osmanlı aydınları bu iki eserin varlığından bilgi sahibi olsalardı, sanırım çalışmalarına yardımcı olabilirdi.
Ahmet Erdoğdu- Bütün bu uyarılara rağmen, çöküşü önleyecek gerekli ve yeterli önlemler alınamadığına göre, Osmanlı Devletinin Birinci Dünya Savaşı öncesinde savaşacak ülkelerin içinde sanayi gücünün göreceli durumu nasıldı?
Hikmet Uluğbay- Elde mevcut verileri paylaşayım. Tablo 7 de Osmanlı Devletinde sanayi kuruluşlarında kullanılan enerji boyutu ile istihdam edilen işgücüne ilişkin bilgiler yer almaktadır.

Söz konusu yayında, devlete ait savaş malzemesi üretilen kurumlarda kullanılan enerji ve istihdam boyutuna ilişkin veriler yer almamaktadır. O nedenle bunların kullandıkları enerji ve işgücü verileri yayında yer almamıştır. Ancak bu kurumlara ait veriler de yayınlamış olabilseydi, Osmanlı Devletinin sanayi boyutuna ilişkin verilerde çok büyük bir rakama ulaşılabileceğini sanmıyorum. Zira, “Zeytinburnu Demir Fabrikasının Kuruluşu[cxxv]” konusunda yazılmış olan yüksek lisans tezinde bazı verilere yer verilmiş ise de bunlardan Tablo 7 ye aktarabileceğim 1915 yılına ait bilgiler bulamadım.
Osmanlı Devletinin Birinci Dünya Savaşı öncesinde sanayi yapılanmasının Avrupa ülkeleri ile karşılaştırmalı bir görüntüsünü verebilmek üzere Tablo 8 i hazırladım.

Kaynak: Beygir gücü verileri David S. Landes, “The Unbound Prometheus”, Cambridge Univ. Press 1991, sayfa 221 den alınmıştır. Ham çelik üretim verileri B. R. Mitchell, European Historical Statistics 1750-1975, Facts on File 1980 sayfa 420 den alınmıştır. İğ verileri, Shepard Bancroft Clough and Charles Woolsey Cole “Economic History of Europe” Third Edition D.C. Heath and Company, 1952 sayfa 558 den alınmıştır. Osmanlı Devletine ait beygir gücü verisi, “Osmanlı Sanayii, 1913, 1915 Yılları Osmanlı Sanayi İstatistikleri, Tarihi İstatistikler Dizisi Cilt 4”, sayfa 19 ve iğ verisi ise aynı eser sayfa 115 den alınmıştır.
Tablo 8 yer alan ülkelerden İngiltere, Fransa ve Almanya enerji, çelik ve tekstil üretim araçlarını kendi ülkelerinde üretme yanında diğer ülkelere de ihraç etmekte idi. Tablo 8 de yer alan diğer ülkelerden Avusturya-Macaristan, İtalya ve Rusya, enerji, çelik ve iğ üretim fabrikalarını kısmen ithal ederken, kısmen de kendi ülkelerinde üretebilmekteydiler. Osmanlı Devleti ise tabloda yer alan ürünleri üretebilmek için gereken üretim araçlarının tümünü ithal etmek durumunda idi.
Son olarak, Osmanlı Devletinin çöküşe sürükleniş sürecine ilişkin olarak, Osmanlı aydınlarından ve İstiklal Marşımızın yazarı Mehmet Akif Ersoy’un eleştirel bakışlarını, Balıkesir (Karesi) Zağnos Paşa Camiinde 6 Şubat 1920 günü verdiği vaazdan birkaç alıntı ile aktarmak isterim.
“Ey Müslüman,
Cihan (Evren) altüst olurken seyre baktın, öyle durdun da,
Bugün bir serserisin, derbedersin kendi yurdunda!
Hayat elbette hakkın… Lâkin, ettir haykırıp ihkâk (kanıtla);
Sağırdır kubbeler, bir ses duyar; dava-yı istihkak (hak iddiası).
Bu milyarlarca davadan ki inler dağlar, enginler;
Oturmuş ağlayan âvâre bir mazlumu kim dinler?
(Oturmuş ağlayan aylak bir zulüm görmüşü kim dinler)
Emeklerken sabi (çocuk) tavriyle topraklarda sen hâlâ;
Beşer doğrulmuş etmiş, bir de baktın cevvi istilâ (yeri göğü sarmış)!
Yanar dağlar uçurmuş gezdirir beyninde (arasında) dünyanın;
Cehennemler batırmış yüzdürür kalbinde deryanın;
Deşer âfâkı, bir şeyler sezer esrâr-ı kudretten;
(Ufukları deşer, Tanrının gizlerinden bir şeyler sezer)
Eşer âmâkı, izler keşfeder edvâr-ı hilkatten;
(Derinlikleri kazar, yaradılış çağından izler keşfeder)
Zemin mahkûmu olmuştur, zaman mahkûmu olmakta;
O, heyhat, istiyor hâkim kesilmek bu’d-u mutlaka!
Tabiat bin çelik bâzûya (pazuya) sahipken, cılız bir kol,
Ne kahır saltanat sürmektedir, gel bir bak da hayran ol!
Hayır, bir kol değil, binlerce, milyonlarca kollardır,
Yek-âhenk (uyumlu bütün) olmuş, işler, çünkü birleşmekte muztardır (birleşmeye zorlanmıştır):
Bugün ferdî mesainin nedir mahsulü? Hep hüsran;
Birer beyhûde yaştır damlayan tek tek alınlardan!
…
Desen bin kere “insanım!” kanan kim?, hem niçin kansın?
Hayır, hürriyetin, hakkın masun oldukça insansın.
Bu hürriyet, bu hak bizden bugün aheng-i sa’y (çalışma, emek uyumu) ister;
Nedir üç dört alın? Bir yurdun alnından boşansın ter.”
…
(Yukarıdaki şiirde parantez içine alınmış cümleler, genç kuşakların kolay izlemeleri için üst satırdaki mısranın tarafımdan çevirisidir. H.U.)
“Evet, biz Müslümanlar cihan çalışırken, didinirken, uğraşırken, namütenahi terakkiyat (ucu bucağı olmayan gelişme), namütenahi inkılâplar (sonsuz devrimler) geçirirken, uzaktan seyirci sıfatıyla baktık. Bilhassa şu son senelerde başımıza birçok felaketler yağdı. El an çilemizi dolduramadık. Sebebi? Hep seyirci kalmamız, umûr-ı dine olduğu gibi umûr-ı dünyaya karşı da bîgane (ilgisiz) durmamızdır. … Biz Müslümanlar da tıpkı henüz doğrulamayan, yürüyemeyen sabiler (bebekler) gibi yerlerde emekler dururken bir de gözümüzü açtık, gördük ki etrafımızdaki milletler (çevremizdeki uluslar) göklerde uçuyor. Gelip çöldeki masumların tepesine ateşler yağdırıyorlar. Biz Bandırma’dan İstanbul’a adama akıllı vapur işletemezken herifler bahr-ı muhiti (denizlerin) altından geçiyorlar. Newyork’tan dalıyor, Hamburg’dan çıkıyorlar ki oradaki mesafe (uzaklık) bizim vapurların ayağıyla (hızıyla) bir aylık yoldur. Berlin’den uçuyorlar Trabzon’a konuyorlar. Biz ise hâlâ yeryüzünde yürümeyi te’min edemedik (sağlayamadık). … Bu kadar işleri gören bir kul (kol ?) değil, binlerce, milyonlarca kuldur. Bunların hepsi bir araya gelmiş, teşrik-i mesai (işbirliği) etmişler, geceli gündüzlü çalışıyorlar, uğraşıyorlar. Çünki anlamışlar ki birleşmeseler kendilerini her taraftan kuşatan tehlikelere karşı duramayacaklar. … Bugün hayat öyle bir şekil almış ki tek başına çalışan bir adamın alnından damlayan terler tıpkı gözyaşı gibi dökülüp gidiyor, hiçbir fâide (fayda) temin etmiyor. Ne zaman bir yere gelmiş binlerce alın birden terlerse işte o vakit bu sa’yın (emeğin-çabanın) yeryüzünde bir eseri, bir izi görülebilir. … Ancak bu hal ile insan gibi yaşamak elde olmadığı gibi, yaşamamakta elde değildir. Çünki biz maazallah (Tanrı korusun) hakk-ı hayatımızı gâib ettiğimiz (yaşam hakkımızı kaybettiğimiz) gün mahkûmiyet felaketine düşeriz ki bizi tahakkümleri (güdümleri) altına alanların nazarında (gözünde) behâimden (hayvandan) farkımız kalmaz. Hayvan gibi bizi kendi hesaplarına işletirler, sırtımızdan menfaatlerini temin ederler. Dünyanın yedi iklim dört köşesinden sürü sürü, ordu ordu getirilmiş, renk renk mahkûm milletlerin ne halde bulunduklarını gözümüzle gördük. … Biz sığırlarımızı, beygirlerimizi nasıl kullanıyorsak onlar da bizi öyle kullanırlar. …[cxxvi]”
Yukarıda çok özetle bir kısmını sunduğum Osmanlı aydınlarının uyarılarını ve çözüm önerilerini, Padişahlar ve onların görevlendirdikleri hükümetler, tutucu kesimlerin tepkisinden endişe ederek, tam bir kararlılıkla yaşama geçirme iradesini de sergileyemedikleri hem buraya kadar verdiğim bilgiler hem de yaşanan olaylar ve İmparatorluğun çöküş sürecinden görülmektedir.
Yukarıda sunduğum Tablo 5, 7 ve 8 deki bilgilerden de açıkça görüldüğü üzere, Osmanlı Devleti, Avrupa ülkeleri karşısında ekonomik olarak güçsüz tam bir Pazar durumunda idi ve kapitülasyonlar nedeni ile, içine düştüğü bu çöküntüden kurtulabilme şansına da sahip görünmüyordu.
Ahmet Erdoğdu– Sayın Uluğbay, Birinci Dünya Savaşı’nın kaybedilmesi, Kurtuluş Savaşı, Lozan’da kazanımlarımız ve Mustafa Kemal’in Cumhuriyet’e giden yoldaki katkılarını anımsatır mısınız?
Hikmet Uluğbay- Bu konu başlı başına bir söyleşi boyutu içeriyor. Ancak kısaca bazı bilgiler sunmak isterim.Osmanlı Devleti yukarıda sunduğum bilgilerden de anımsanacağı üzere, başta demir-çelik olmak üzere ağır sanayi konusunda güçlü bir sanayiye sahip olmadığı gibi bu alanda üretim yapabilecek işgücünü de yeterinde eğitebilmiş değildi. O nedenle, Birinci Dünya Savaşı sırasında da savaş için silah ve cephaneyi de geniş ölçüde Almanya’dan sağlamak durumunda kalmıştır.
Osmanlı Devleti, Savaşı kaybettiğinde de Sevr Antlaşması ile dikte edilen çok ağır koşulları kabul etmek mecburiyetinde kalmıştır. Sevr Antlaşması ile Osmanlı Devletine bırakılan topraklar Harita 1 de görülmektedir.
Harita 1

Kaynak: Antlaşmalar.com
Eğer Tanrı, çöküş sürecinde, Mustafa Kemal isimli bir kurtarıcı önderi Türk olarak bu topluma ve ülkeye göndermemiş olsa idi, Osmanlı Devleti bu haritanın hangi boyutuna egemen olabilirdi? Bu sorunun yanıtını, yukarıda çok özetle anlattığım gelişmeleri de göz önüne alarak herkes kendine samimi olarak vermelidir. Benim yanıtım, ordusu dağıtılmış, silahları elinden alınmış, akıl çağının gerçeklerini özümsememiş, nitelikli insan gücünü eğitememiş ve sanayileşememiş, nitelikli bir önderden yoksun Osmanlı Devleti kendine bırakılmış görünen topraklar bile elinde tutamazdı.
Ulusumuzun, Cumhuriyet’e uzanan yolculuğu, Mustafa Kemal Paşa’nın 19 Mayıs 1919 günü Samsun’a ayak basması ile başlamıştır. Atatürk, Anadolu’da halkla birlikte, ulusun kaderini kendi eline alması için neler yapılacağına ilişkin düşüncelerini, o güne değin aşama aşama olgunlaştırmış, kararını vermiş ve planlamış olarak yola çıkmıştır. Yola, egemenliği kayıtsız şartsız millete verecek olan “Cumhuriyeti” kurma kararlılığı ile çıkmıştır.
Atatürk, Ulusun vereceği Kurtuluş Savaşına giden yolda izlenecek politikaları, fedakârlık ve yük yeniden halkın sırtında taşınacağı için, onun temsilcilerinin katıldığı Kongreler serisi ile oluşturmuştur. Bu savaş sürecini de halkın temsilcileri ile birlikte yürütmek üzere Büyük Millet Meclisinin seçimleri yapılmış ve 23 Nisan 1920 günü açılan Meclis’in yani halkın temsilcilerinin kararları ile Kurtuluş Savaşı yürütülmüştür. Ben okuduğum tarih kitaplarının hiç birinde Osmanlı Devletinin ilan ettiği savaşlar için halktan bir kişinin bile görüşüne başvurduğu bilgisine rastlamadım.
Kurtuluş Savaşı sürecini burada özetlemeye gerek görmüyorum. Zira o süreç özetlenemez, yaşanan sıkıntılar, zorluklar ve ihanetlere rağmen nasıl başarıldığı destanın satır satır okunması gerekir. Bu konuda aile kütüphanelerimizde mutlaka bulundurmamız ve okumamız gereken kaynak belgeler olarak birkaç kitap ismi ve izlenecek bir program adı vermekle yetineceğim. Atatürk’ün Nutku ve eki belgeler, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri 3 Cilt, Mazhar Müfit Kansu’nun Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber 2 Cilt. Okurların ilgi ile izleyecekler televizyon programı olarak da Cengiz Özakıncı’nın “Tarihin Bilinmeyen Yüzü” programıdır. Bu saydığım üç kitap temel belgelerdir. Bunlara ek olarak yazılmış birçok değerli kitap da mevcuttur. Onların da okunmasını öneririm. Osmanlı Devletinin çöküş sürecini anlatan ve aile kütüphanelerimizde bulunması gereken kitaplar için başlangıç önerim ise, Ord. Prof. Enver Ziya Karal’ın beş ciltlik “Büyük Osmanlı Tarihi” kitabı ve Salahi Sonyel’in “Gizli Belgelerde Osmanlı Devleti’nin Son Dönemi ve Türkiye’yi Bölme Çabaları” isimli kitabıdır.
Bu bilgiler belleğimizde bulunurken şimdi de, Atatürk’ün önderliğinde kurulan Cumhuriyet’in Devletimize, toplumumuza ve bireylerimize kazandırdıklarını kısaca açıklamaya başlayabilirim.
1 Kasım 1922 günü TBMM saltanatın kaldırılmasına karar vermiştir. Bu kararın alınmasına ilişkin görüşmelerin yapıldığı 30 Ekim ve 1 Kasım 1922 günlerine ait Meclis tutanakları, saltanatın Kurtuluş Savaşı sürecinde izlediği yaklaşımlar ile daha önceki padişahların devletin çöküşüne nasıl yol açtıkları konusunda aydınlatıcı bilgiler içermektedir.
Önce Lozan Barış Antlaşması ile sağlananlara özetle değinmek isterim. Büyükelçi İsmail Soysal bu antlaşma için şu değerlendirmeyi yapıyor. “Lozan Antlaşması yenen-yenilen devletlerarasındaki ilişkileri değil, 1914-1918 Savaşını kazanan Müttefikler ile 1919-1922 Kurtuluş Savaşını kazanan Türkiye arasındaki ilişkileri eşit koşullar içinde düzenlemiştir. Bu bakımdan Almanya, Avusturya, Macaristan, Bulgaristan ve Osmanlı İmparatorluğu gibi yenilen devletlere, görüşme bile yapmadan, zorla kabul ettirilmiş Versailles, Saint-Germain, Trianon, Neuilly, Sevres Barış Antlaşmalarından çok değişiktir. Böyle olduğu içindir ki, İnönü’nün sonradan yazdığı gibi, ‘Birinci Dünya Savaşından kalan Antlaşmaların hiç biri yaşamaz, yalnız Lozan Antlaşması ayakta kalmıştır.’[cxxvii]”
İsmet Paşa’ya Lozan Barış Konferansı için Hükümetçe verilen yönergenin kapitülasyonlarla ilgili bölümü şöyledir. “8. Kapitülasyonlar: Kabul edilemez, görüşmeleri kesmek gerekirse gereken yapılır.[cxxviii]” Lozan Barış Konferansında çetin tartışmalar sonucunda, Osmanlı Devletinin yıkılışında çok önemli rol oynayan kapitülasyonlar Lozan Barış görüşmelerinde çetin müzakerelere konu olmuş ve imzalanan Antlaşma’nın 28 inci maddesi ile tarihin çöplüğüne gömülmüştür. Madde 28- Bağıtlı Yüksek Taraflar Türkiye’de Kapitülasyonların tümü ile kaldırılmasını, her biri kendisi ile ilgili olarak, kabul ettiklerini açıklarlar.[cxxix]”
Yukarıda Osmanlı Devletinin çöküşüne neden olanları açıklarken değindiğim üzere, 1890 yılında, Hükümet gayrimüslim okullarında Osmanlıcanın da okutulmasını istediğinde, o cemaatlerin bunu reddettiklerini, Devlet bunu istiyorsa öğretmenin parasını vermesi gerektiğini, Devletin bu ödemeyi kabul etmesine rağmen ayak sürümeleri karşısında, Devletin kendi okullarına bu cemaatlerin dillerinin okutulması için karar aldığını belirtmiştim. Lozan Antlaşmasında bu konuda şu hüküm yer almıştır. “Madde 41-Genel öğrenim konusunda Türk Hükümeti, Müslüman olmayan yurttaşlarının önemli bir oranda yerleşmiş oldukları kentler ve kasabalarda, bu Türk vatandaşlarının çocuklarının ilkokullarda kendi dilleriyle öğretim görmelerini sağlamak üzere, gerekli kolaylığı gösterecektir. Bu hüküm Türk Hükümetinin söz konusu okullarda Türk dilinin öğretilmesini zorunlu kılmasına engel olmayacaktır.[cxxx]”
Osmanlı Devleti döneminde Hariciye Nezaretinde görev yapmış olan gayrı Müslimlerin, Cumhuriyetin ilk yıllarında emekliye ayrıldıkları Taceddin Kayaoğlu’nun son notlarda yer alan kitabında kişiler hakkında yer alan bilgiler içinde bulunmaktadır.
Yine yukarıda, yabancı ülkeleri konsolosluk raporlarında, gayrimüslimlerin askerlik hizmetinden küçük bir bedel ödeyerek bağışık tutulduğunu, böylece kan vergisinin Türk köylü ve zanaatkârların sırtına bindiğini de aktarmıştım. Bu konuda da, Lozan Antlaşmasının 39 uncu maddesine “Türkiye’nin tüm halkı, din ayırt edilmeksizin, yasa önünde eşit olacaktır.[cxxxi]” ilkesi Antlaşma metnine koydurulmuştur.
Görüldüğü üzere, Osmanlı Devletinin yükselme devrinden başlayarak uyrukları arasında ayırım yapan ve gayrimüslimleri ayrıcalıklı konuma taşıyan ve yüz yıllarca kanayan yara haline gelen soruna, Cumhuriyet, tüm vatandaşlarını yasa önünde eşit konuma getirerek son vermiştir.
Ahmet Erdoğdu– Cumhuriyetin ilanından sonraki diğer gelişmeleri de aktarır mısınız?
Hikmet Uluğbay- Elbette, ancak Cumhuriyet’in İlanından önce yer alan çok önemli bir konuya da kısaca değinmek isterim. Lozan Barış görüşmelerinde Türkiye’nin kapitülasyonların kalkması dahil bazı isteklerine direnilmesi ve ara verilmesi döneminde, 17 Şubat-4 Mart 1923 döneminde İzmir İktisat Kongresi toplanmıştır. Kongre’ye 1135 delege katılmıştır. 4 Mart 1923 günü Kongre, “Ulusal Ekonomik Sözleşme Temel Kurallarını” kabul etmiştir. Prof. Dr. A. Afet İnan’ın yeni harflerle yazdığı ve Türk Tarih Kurumu tarafından yayınlanan “İzmir İktisat Kongresi” kitabı, kütüphanelerimizde bulunması gereken temel eserlerden birisidir.
Osmanlı Devletinin çöküş nedenlerini incelediği bölümden anımsanacağı üzere, tarımın temel ürünlerinden olan buğday, arpa, buğday unu kısmen ve şeker ise tümüyle dışarıdan ithal edilmekteydi. Bunun sıkıntısını yaşamış kuşakların bu acı deneyimleri sonucunda yeni toplum ve devletin benzeri sıkıntıları yaşamaması için tarıma yönelik olarak Kongre’de aldıkları kararlardan bir kaçını güncel sözcüklerimizle okurların bilgisine sunmak isterim. “Köylülere, çiftçilere tarımın çeşitli boyutlarını uygulamalı olarak öğretecek şekilde yazılmış kitap ve dergiler bastırılarak ücretsiz dağıtılması. Genel ilk ve ortaokullarda, gelişmiş ülkelerde olduğu gibi sanayi ve tarımın da uygulamalı olarak gösterilmesi. Her ilde birbirine yakın olan köyler için yeterli toprağı olan yatılı birer ilkokul açılması ve bu okullarda ilkokul dersleri ile birlikte uygulamalı ve kuramsal kolay anlaşılır tarım dersleri gösterilmesi. Her ilin büyüklüğüne göre birden ikiye kadar kuramsal olmaktan çok uygulamalı tarım öğretiminde bulunmak üzere … örnek çiftlik işlevi görecek yardımcı okullar yapılması.[cxxxii]” Saptanan bu ilkeler, bir anlamda, ileride açılacak ve büyük devrim niteliğindeki Köy Enstitülerinin tanımlanmasıdır. Alıntıyı, diğer bölümlerin okunmasını özendirmek amacıyla bununla sınırlı tutacağım. Bu ilkelerin uygulanmaya başlaması 1936 yılında eğitmen kursları ile başlamış, 17 Nisan 1940 günü Köy Enstitüleri Yasasının çıkması ile ilk ikisi 1937 yılında Kızılçullu-İzmir’de ve Çifteler-Eskişehir’de açılmıştır. 21 incisi ise Erciş-Van’da kurulmuştur[cxxxiii]. Köy Enstitüleri Antalya’dan Kars’a ve Kırklareli’nden Van’a uzanan 21 okulu ile yurt sathını kapsamıştır. Üzülerek belirtmek gerekir ki, 1946 yılında kurulan yeni Hükümet’te Hasan Âli Yücel’in Millî Eğitim Bakanlığına yeniden atanmaması ve bu okullara yönelik kara çalmaların artması üzerinde eğitim programlarında başlatılan değişiklikler ve 1947 yılında Yüksek Köy Enstitüsü’nün kapatılması ile birlikte bu okullar gerileme sürecine girmiştir[cxxxiv]. 27 Ocak 1954 te çıkarılan yasa ile de bu okullar kapatılarak Öğretmen Okullarına dönüştürülmüştür. Okulların kapatılması Türk tarımının gelişmesini ve ülke genelinde eğitim düzeyinin yükselmesini ciddi olarak olumsuz yönde etkilemiştir.
Cumhuriyetin kuruluşunda atılan ilk adımlardan biri de Özel kesimin 1923 yılında Uşak Şeker Fabrikasını kurması üzerine 1925 yılında şeker fabrikalarının kurulması özendirilmiş ve bu gelişme için şeker ithalatına kısıntı getirilmiştir. 1956 yılına kadar kurulan fabrika sayısı 15 e yükselmiştir. Bu süreçte fabrikalar için gerekli teçhizatı çok büyük ölçüde kendi makine fabrikalarında üretilmesi de sağlanmıştır. Sözleşmeli çiftçilik uygulaması ile pancar üreticileri besi hayvancılığı alanında da etkin olmuşlardır. Osmanlı Devletine ilişkin değerlendirmelerde, hiç şeker üretemeyen bir ülke tüm şeker ihtiyacını karşılayan konuma kısa sürede gelmiştir.
Lozan Antlaşması ile, Osmanlı Borçları, Osmanlı Devletinden bağımsızlığını kazanan devletler arasında paylaştırılmıştır. Osmanlı Devleti, aldığı borçlarla ülkede döviz kazandırıcı ve katma değer artışı sağlayan yatırımlarda kullanmadığı için, miras bıraktığı borcun geri ödenmesi de genç Cumhuriyet’in ilk yıllarında sırtına ağır bir yük oluşturmuştur. Bu konuyu Tablo 9 da sunuyorum.
Tablo 9 u değerlendirirken, Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında ekonominin hemen hemen tümüyle tarıma dayalı olduğu, vergi gelirlerinin Milli Gelirin yüzde 8-13.8 arasında dalgalandığını, Avrupa’da faşist akımların güçlendiği, ufukta savaşın kara bulutlarının gezinmekte olduğunu, İtalya’nın Antalya yöresine göz diktiği söylemlerinin dolaştığı o nedenle de savunma harcamalarının yüksek tutulmak zorunluluğunu da göz önünde bulundurmak gerekir. Bunlara ek olarak da yukarıda da değindiğim üzere Osmanlı Devletinin üretken ve döviz kazandıran yatırımların finansmanında kullanmadığı borçlardan ülke payına düşenlerin bütçe üzerindeki yükünün bu dönemde yüzde 23.3 e kadar çıktığını da anımsamak gerekir. İşte böyle bir mali dar ceket içinde bulunurken dahi, Osmanlı Devletinin yabancı şirketlere yaptırdığı 4.060 km demiryolu ulusallaştırılmış ve buna ek olarak da 1924-1945 döneminde 3.383 km yeni demiryolu yatırımı yapılmış, Cumhuriyet’in Osmanlı Devletinden devraldığı 35.000 tonluk deniz ticaret filosu on yıla varmadan 99.500 tona, 1939 yılında 260.170 tona ve 1945 yılında da 318.907 tona yükseltilmiştir. Ayrıca, yine Osmanlı Devletinde yabancıların ellerinde bulunan İstanbul, Haydarpaşa ve İzmir limanları da ulusallaştırılmış ve buna ek olarak da askeri gereksinim nedeni ile birçok kıyı kentine iskeleler yapılmıştır[cxxxv]. Bu arada Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı sırasında yıkıma uğrayan birçok kentin yeniden yapılanması da gerçekleştirilebilmiştir.
Tablo 9 1924-1938 Döneminde Konsolide Bütçe harcamalarından bazı kalemlerin aldığı paylar % olarak | |||||
Yıllar | Millî Eğitim | Savunma* | Bayındırlık | Duyun-u Umumiye | Demiryolları ve limanlar |
1924 | 4.4 | 32.6 | 10.1 | 6.2 | 6.3 |
1925 | 3.5 | 36.6 | 10.2 | 3.9 | 4.3 |
1926 | 3.7 | 36.7 | 9.1 | 2.7 | 12.8 |
1927 | 3.4 | 36.9 | 13.2 | 2.7 | 17.7 |
1928 | 4.2 | 34.6 | 14.0 | 1.9 | 18.8 |
1929 | 3.7 | 26.1 | 12.9 | 12.5 | 23.3 |
1930 | 3.9 | 25.0 | 13.5 | 10.6 | 22.9 |
1931 | 3.3 | 23.3 | 11.2 | 12.7 | 6.0 |
1932 | 3.0 | 18.1 | 9.1 | 18.9 | 5.7 |
1933 | 3.9 | 17.7 | 8.7 | 18.0 | 12.7 |
1934 | 3.6 | 23.1 | 9.3 | 17.6 | 7.4 |
1935 | 3.5 | 21.4 | 8.6 | 18.2 | 7.5 |
1936 | 3.6 | 23.4 | 8.9 | 17.0 | 8.3 |
1937 | 3.9 | 22.8 | 9.1 | 14.4 | 8.9 |
1938 | 4.6 | 25.0 | 10.7 | 14.6 | 9.9 |
*Millî Savunma harcamaları, Millî Savunma Vekaleti, Jandarma Komutanlığı, Bahriye Vekaleti ve İmalatı Harbiye harcamalarını içermektedir.
Kaynak: T.C. Maliye Bakanlığı Bütçe ve Mali Kontrol Genel Müdürlüğü Sayı 1995/5, Bütçe Gider ve Gelir Gerçekleşmeleri (19124-1995), Gözden Geçirilmiş 2. Baskı sayfa 177-205.
Türk Devleti’nin idare şeklinin Cumhuriyet olduğuna ilişkin Anayasa değişikliğinin 29 Ekim 1923 günü TBMM’ce kabulünden yaklaşık dört ay sonra, Meclis 3 Mart 1924 günü üç yasa kabul etmiştir. Bunlardan biri Hilafetin kaldırılmasına ilişkindir. TBMM de yasanın görüşülmesi sırasında Adalet Bakanı Seyyid Bey hilafetin tarih boyu geçirdiği süreçlerin muhasebesini yapmıştır. Bakanın uzun açıklamalarından kısa bir alıntı yapmak isterim. “Efendiler, kendi kendimizi aldatmayalım. Alemi İslâmı biz hiç aldatamayız. Onlar hilafeti İslâmiyenin ne demek olduğunu bilmezler mi? Hind uleması, Mısır uleması, Yemen uleması, Neced uleması, Kürdistan uleması halifenin Kureyş’ten olması lazım geleceğini bilmez mi efendiler? Bu saydığım yerlerin hiçbir alimi bizim padişahlarımızın halifeliğini din noktai nazarından kabul etmez. … Onların uleması hiçbir zaman bizim padişahlara halife dememiştir. Kitapları meydandadır. …[cxxxvi]” Konu üzerinde bilgi edinmek isteyenlere bu görüşmelere ilişkin 3 Mart 1924 tarihli tutanakları okuma yanında, Atatürk’ün saltanatın kaldırılmasına ilişkin 1 Kasım 1922 günü TBMM oturumunda yaptığı konuşmayı da okumalarını öneririm.
TBMM 3 Mart 1924 günü Eğitim Birliği Yasasını kabul etmiştir. Eğitim Birliği Yasasının çıkarılması neden gerekli idi konusunu ayrıntısıyla ele alan yazım, “Türk Devriminin Anahtarı: Eğitim Birliği Yasası Neden Gerekli İdi?” başlığı ile yayınlanmıştır. Bu konu ile ilgilenenler o incelememe başvurabilirler. Bu yasa çerçevesinde medreseler kapatılmış, inanç konusunda yüksek bilgili uzmanlar yetiştirilmesi için Üniversite’de İlahiyat Fakültesi açılmış, imamlık ve hatiplik hizmetlerinin görülmesi için de imam hatip okulları açılmıştır. 30 Kasım 1925 günü TBMM de tekke, zaviye ve türbelerin kapatılmasına ilişkin yasa kabul edilmiştir. Bu yazımda Eğitim Birliği Yasasının uygulanması sonucunda Cumhuriyet döneminde Millî Eğitimin gelişmesine ilişkin sayısal verileri sunup kısaca onun üzerinde duracağım. Bu amaçla Tablo 10 u hazırladım.

Yukarıda Tablo 5 den anımsanacağı üzere, Osmanlı Devleti ilköğretim düzeyinde 1913 yılında 568 bin öğrenciye sahipken, Cumhuriyet kuruluşundan 20 yıl sonra bu eğitim düzeyinde 1 milyona yakın öğrenciye okula erişim olanağı sunmuştur. 1945 yılında Türkiye’nin nüfusu yaklaşık 18.8 milyondur. Yine 1913 yılında Osmanlı Devletinde lise düzeyi öğrenci sayısı 17.887 iken, Cumhuriyet kurulundan 20 yıl sonra iki katından fazla öğrenciye genel lise düzeyinde eğitim vermenin yanında, meslek liselerinde 20 katına yakın öğrenciye bu alanda eğitim olanağı sunmuştur. Yıllar ilerledikçe ulaşılan eğitim sayıları, Osmanlı eğitimcilerinin hayal edebileceklerinin çok ötesine ulaşmıştır. Osmanlı Devleti, mahalle mektebi ve rüştiyelerin ötesinde kız öğrencilere eğitim olanağı sunmayı aklından bile geçirmezken Cumhuriyetin bu konuda ulaştığı boyutu da Tablo 11 de okurların bilgisine sunmak isterim.

Tablo 11 den de görüldüğü üzere, Cumhuriyet eğitimin her düzeyinde milyonlarca kız öğrenciye öğrenim olanağı sunar noktaya gelmiştir. Böyle bir olgu, Osmanlı aydınlarının dahi hayal gücünü aşardı sanırım. Bunlara ek olarak yurt dışında özellikle üniversite düzeyinde eğitim alan kız ve erkek öğrencilerimiz olduğu gibi, gerek yurtiçinde ve gerek yurt dışında yükseköğrenim görüp, yurt dışı üniversitelerde doktora eğitimlerini tamamlayan ve öğretim üyesi olarak mesleklerini sürdürenlerin sayısının giderek arttığını gözlemliyoruz. Üniversitelerimizde öğrenim gören yabancı öğrenci sayısı da yüz bin düzeyini aşmıştır. Lise ve üniversite düzeyindeki kız ve erkek öğrenci sayıları izleyen yıllarda bir miktar daha artmıştır.
Nazi Almanya’sından kaçan Musevi akademisyenlerle desteklenen Cumhuriyetin Üniversite atılım yıllarından, yabancı üniversitelerde akademisyen gönderebilen düzeye gelmek çok önemli bir başarıdır.
Osmanlı Devletinin son yıllarına değin kurucu unsur Türklerin kimlik duygusu ve dilinin gelişmesi izlenen eğitim politikaları ile köreltilmişti. Cumhuriyet bu konuda ulusun bilinçlenmesine öncelik vermiştir. Atatürk’ün önerisi ile, 12 Temmuz 1932 günü Türk Dili Tetkik Cemiyeti’nin kurulmuş, 1932, 1934 ve 1936 yıllarında yapılan kurultaylarda, yönetim yapılanması tamamlanmış, izlenecek bilimsel yöntemler kararlaştırılmıştır. 26 Eylül-5 Ekim 1932 arasında gerçekleştirilen Birinci Türk Dili Kurultayı’nda lügat-ıstılah (sözlük-terim), gramer-sentaks, derleme, filoloji (dilin tarihi kökenleri), etimoloji (sözcük köken bilimi) ve yayın olmak üzere altı başlık çalışmaların sürdürülmesi kararlaştırılmıştır. 1934’te yapılan kurultayda Cemiyetin adı, Türk Dili Araştırma Kurumu; 1936’daki kurultayda ise Türk Dil Kurumu olarak belirlenmiştir. Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluklarının bin yıla yakın süre ile düşünmedikleri, ancak Avrupalı dil bilimcilerin 19 uncu yüzyılın ikinci yarısında inceledikleri ana dilimizin kökenlerine kadar inceleme Cumhuriyet ile başlamışlardır. Bu konuda Cengiz Özakıncı’nın Levent Yıldız ile birlikte sundukları “Tarihin Bilinmeyen Yüzü” programının birçok bölümünde bu konular işlenmiştir.
Yine Atatürk’ün önerisi üzerine 1930 yılında Türk Tarih Kurumu’nun kurulmuştur. Kurum, Osmanlı Devletinin ümmet anlayışı nedeni ile kurucu unsura kendi tarihini öğretmemesi nedeni, kendi kökenlerinin tarihini öğrenemeyen Türkler, Cumhuriyet ile birlikte kendi tarihlerini öğrenme olanağını da bulmuşlardır. Kurumun 1930 yılı Nisan ayında başlayan ve Atatürk’ün de sürekli katkıda bulunduğu “Türk Tarihin Anahatları” isimli çalışma esas alınarak 1931 yılında lisede ders kitabı olarak okutulmak üzere Tarih I, II, III, IV ciltlik kitap hazırlanmış ve 1939 yılına kadar liselerde okutulmuştur. Daha sonra Greko-Romen tarih tezini esas alan tarih anlayışına geçilmiştir. Bu kitaplara bugün dahi erişebilmek mümkündür. Bu tarih kitaplarının ders programlarından çıkarılması kanımca büyük hata olduğunu düşünüyorum.
Türk Dil Kurumu ile Türk Tarih Kurumu’nun çalışmalarının finansmanı için Atatürk, İş Bankası’nda sahip olduğu yüzde 28.09 payın yıllık getirilerini yarı yarıya bu kurumlara ödenmesini vasiyet etmiştir. Bu vasiyet, Atatürk’ün bu Kurumların çalışmalarını ne denli önemsediğini göstermektedir. Bir süredir, bu payların Kurumlara ödenmesinin tartışmaya açılmış olması üzüntü veren bir gelişme olmuştur.
Dil ve Tarih konusunda başlayan çalışmaları tamamlayan adım olarak da dil, tarih ve coğrafya konusunda genç kuşaklara eğitim verecek kadroların yetişmesi için de 14 Haziran 1935 günü çıkan yasa ile Dil Tarih Coğrafya Fakültesi kuruluyor, binası 1940 yılında tamamlandığında da eğitime başlıyor. Görüldüğü üzere, İbrahim Müteferrika’nın Osmanlı Devleti yönetenlerini uyardığı ancak onların dikkate almadıkları dil ve coğrafya bilmenin tarih bilme ile tamamlanmış önerisini Cumhuriyet yaşama geçirmiştir.
Tablo 10 dan başlayan açıklamalarımı tamamlayan büyük devrim ise TBMM’nin 1 Kasım 1928 günü Türk harflerinin kabul edilmesidir. Osmanlı Devletinin beş yüzyıl boyu izlediği eğitim programı ile, halkı eğitmede ulaşabildiği boyutu Tablo 5 de görmüştük. Tablo 10 ve 11 de ise Cumhuriyet döneminde halkın eğitimindeki gelişmeleri gözlemlemiştik. Cumhuriyet döneminde eğitimde ulaşılan düzeye ulaşmada en önemli aracın 1928 yılında Türk harflerinin kabul edilmiş olmasının büyük etkisi yadsınamaz.
Bu devrimin Osmanlı Devletinde eğitim almışları bir gecede okumaz-yazmaz duruma getirdiği savları gerçekçi değildir. Zira, o dönemde okur-yazar olanlar çok kısa sürede yeni harflerle de okuyup yazmaya başlamışlar ve okuma yazma bilmeyenlerin öğrenmesine destek olmuşlardır. Zira, o dönemde rüştiye düzeyinde eğitim alanların dahi Fransızca başta olmak üzere yabancı dil dersleri almaları eğitim programları gereğiydi. O nedenle, Osmanlı okullarına devam etmiş olanların Latin harfleri ile tanışıklığı vardı ve yabancı dil derslerinde bu harfleri kullanmışlardı. Ayrıca, o dönemde piyasada bulunan paraların üzerinde yazan değerler, Arap harfleri ile olduğu kadar, Latin harfleri ile de yazılı idi. Diğer taraftan, çıkan gazetelerde yer alan reklam ve ilanları bir kısmı Latin harfleri ile yayınlanmakta idi. Bütün bunlardan daha önemlisi, bu uygulama ile bu harflerle okuma yazma bilenlerin sayısı birkaç yıl içinde çok yüksek düzeylere ulaşmış olması da kararın doğruluğunu kanıtlamıştır. Tablo 10 bu kararın doğru ve başarılı olduğunun somut göstergesidir.
1929 yılından başlayarak tarımsal gelişmeyi destekleyecek yeni kurumsal yapılanmalara gidilmiştir. 1929 da Zirai Kredi Kooperatifleri yasası çıkarılmış ve çiftçilerin kredi gereksinimlerinin karşılanmasında önemli rol üstlenmiştir. Bu kurumun adı 1935 yılında Tarım Kredi Kooperatifleri olarak değiştirildi. 1938 yılında Toprak Mahsulleri Ofisi yasası çıkarılmıştır. 1944 yılında da Zirai Donatım Kurumu kurulmuş ve çiftçinin tarımsal araç gereçlerini sağlama görevini üstlenmiş ve tarımın teknoloji ve gübre kullanarak verimliliği yükseltmesinde önemli rol oynamıştır.
Türkiye’nin sanayileşmesinde devletin öncü rolünü üstlenmesi ve sanayicilerin desteklenmesi amacıyla 1933 yılında Sümerbank kurulmuş ve ülkenin tekstil gereksiniminin karşılanmasında ve tekstil sanayinin gelişmesine öncülük etmiştir.
1935 yılında Maden Tetkik ve Arama (MTA) Genel Müdürlüğü ve Etibank kurulmuştur. MTA ülkenin yeraltı zenginliklerini saptarken, Etibank bu madenleri işleyecek sanayi kuruluşlarını ve enerji üretimi konularında alt yapının oluşmasına ve bunların finansmanına kaynak sağlanmasında çok önemli katkıda bulunmuştur.
Atatürk’ün önderliğinde, Türkiye Cumhuriyeti’nin sağlam bir eğitim yapılanmasının temelleri atılır, tarımsal gelişmesini güven altına alacak kurumsal yapılanmalar yanında sanayileşmenin kurumsal alt yapı taşları oluşturulurken, en az bunlar kadar önemli toplumsal atılımlar da gerçekleştirilmiştir. Şimdi de kısaca bunlar üzerinde durmak isterim.
Ahmet Erdoğdu– Atatürk’ün Türk Kadınları ile ilgili düşünceleri ve yaptıkları nelerdir?
Hikmet Uluğbay- Osmanlı Devletinin çöküş sürecini incelerken, Osmanlı aydınlarının Avrupa’nın ekonomik ve toplumsal gelişmesinde kadınların oynağı önemli role dikkat çektiklerine, bu arada Osmanlı kadınlarının yayınladıkları makalelerle yüzyıllardır yaşamak zorunda bırakıldıkları koşullara isyan edişlerinden örnekler de sunmuştum. Atatürk, kendisi de kadınların gelişmiş ülkelerde toplumsal yaşamda oynadıkları önemli rolü görevle gittiği Avrupa ülkelerinde gözlemlemiş ve Türk kadınlarının da aynı görevi üstlenecek yetenekte olduklarına inanmıştı. Bu konuda düşüncelerini de Mazhar Müfit’e Erzurum Kongresi’nin tamamlandığı gece açıklamıştı. Ayrıca, Kurtuluş Savaşı’nın başarı ile sonuçlanmasından ve Lozan görüşmelerinin sürdüğü dönemde, İzmir’de 31 Ocak 1923 Halk ile konuşma yapmıştır[cxxxvii]. Toplantıya katılan halka, “… Bu dakikadaki muhatabınız, TBMM Reisi ve Başkumandan değildir. Sade bir mebus (milletvekili) ve sizi çok seven bir hemşeriniz Mustafa Kemal’dir. Binaenaleyh (bu nedenle) benden neler öğrenmek istiyorsanız serbest olarak sormanızı rica ederim.” demiştir. Bunun üzerine üçü kadın olmak üzere on dokuz kişi otuzu aşkın soru sormuştur. Atatürk’ün sorulara verdiği yanıtlardan kadınların toplumsal yaşamdaki konumuna ilişkin bölümden kısa bazı alıntıları okurların bilgisine sunmak istiyorum. Alıntılayacağım ifadeler genç kuşaklar tarafından kolayca anlaşılsın diye her cümle sonrasında parantez içinde güncel sözcüklerimize çevireceğim. “… Bir heyeti içtimaiye, cinsinden yalnız birinin icabatı asriyeyi iktisap etmesiyle iktifa ederse o heyeti içtimaiye yarıdan fazla zaaf içinde kalır. (Bir toplum, kendisini oluşturan insanlardan, yalnız bir türünün çağın gereklerine sahip olması ile yetinirse, o toplumun yarıdan çoğu düşkünlük içinde kalır.) … Bizim heyeti içtimaiyemizin ademi muvaffakiyetinin sebebi kadınlarımıza karşı gösterdiğimiz tekâsül ve kusurdan neşet etmektedir. (Bizim toplumumuzun başarısızlığının nedeni, kadınlarımıza karşı gösterdiğimiz ilgisizlik ve kusurdan ileri gelmektedir.) … Yaşamak demek faaliyet demektir. Binaenaleyh bir heyeti içtimaiyenin bir uzvu faaliyette bulunurken diğer uzvu atalette olursa o heyeti içtimaiye mefluçtur. (Yaşamak demek hareket demektir. O nedenle, bir toplumun bir organı hareket ederken, diğer organı tembellikte bulunursa, o toplum felçtir.) … Binaenaleyh bizim heyeti içtimaiyemiz için ilim ve fen lâzım ise bunları aynı derecede hem erkek ve hem de kadınlarımızın iktisap etmeleri lâzımdır. (Bu nedenle, bizim toplumumuz için bilim ve fen-teknik bilgiler gerekli ise, bunlara aynı düzeyde hem erkek ve hem de kadınlarımızın sahip olması gereklidir.) Malûmdur ki, her safhada olduğu gibi hayatı içtimaiyede dahi taksimi vezaif vardır. Bu umumi taksimi vezaif arasında kadınlar kendilerine ait olan vezaifi yapacakları gibi aynı zamanda heyeti içtimaiyenin refahı, saadeti için elzem olan mesaii umumiyeye dahi dahil olacaklardır. Kadının vezaifi beytiyesi en ufak ve ehemmiyetsiz vazifesidir. (Bilinir ki, her konuda olduğu gibi sosyal hayatta da görev bölümü vardır. Bu genel görev bölümü içimde kadınlar kendilerine ait olanları yapacakları gibi, aynı zamanda toplumun gönenci, mutluluğu için gereken genel çalışmaya da dahil olacaklardır. Kadının ev görevi en küçük ve önemsiz olanıdır. ) Kadının en büyük vazifesi analıktır. İlk terbiye verilen yerin ana kucağı olduğu düşünülürse bu vazifenin ehemmiyeti lâyıkiyle anlaşılır. Milletimiz kuvvetli bir millet olmaya azmetmiştir. (Kadının en büyük görevi anneliktir. İlk eğitim ve görgü verilen yerin ana kucağı olduğu düşünülürse, bu görevin önemi gereken boyutuyla anlaşılır. Ulusumuz güçlü bir ulus olmaya karar vermiştir.) Bugünün levazımından biri de kadınlarımızın her hususta yükselmelerini temindir. (Günümüzün gereklerinden birisi de kadınlarımızın her alanda yükselmelerini sağlamaktır.) Binaenaleyh kadınlarımız da âlim ve mütefennin olacaklar ve erkeklerin geçtikleri bütün derecatı tahsilden geçeceklerdir. (O nedenle, kadınlarımız da bilgin ve teknik bilgi sahibi olacaklar ve erkeklerin devam ettikleri bütün eğitim aşamalarından geçeceklerdir.) Sonra kadınlar hayatı içtimaiyede erkeklerle beraber yürüyerek birbirinin muin ve müzahiri olacaklardır. (Sonra toplumsal yaşamda erkeklerle beraber yürüyerek birbirlerinin yardımcısı ve destekleyicisi olacaklardır.)…[cxxxviii]”
Atatürk, 21 Mart 1923 günü Konya Kadınları ile Konuşmasından da kısa bir alıntı yapmak istiyorum. “…Zaman ilerledikçe, ilim terakki ettikçe, medeniyet dev adımlarıyla yürüdükçe, hayatın, asrın bugünkü icabatına göre evlat yetiştirmenin müşkülatını biliyoruz. Anaların bugünkü evlatlarına vereceği terbiye eski devirlerdeki gibi basit değildir. Bugünün anaları için evsafı lazimeyi haiz evlat yetiştirmek, evlatlarını bugünkü hayat için faal bir uzuv haline koymak, pek çok yüksek evsafın hamili olmağa mütevakkıftır. Binaenaleyh kadınlarımızın hatta erkeklerden daha çok münevver, daha çok feyizli, daha fazla bilgili olmağa mecburdurlar. Eğer hakikaten milletin anası olmak istiyorlarsa böyle olmalıdırlar. …[cxxxix]” (Zaman ilerledikçe, bilim geliştikçe, uygarlık dev adımları ile yürüdükçe, yaşamın, çağın bugünkü gereklerine göre çocuk yetiştirmenin güçlüklerini biliyoruz. Anaların bugünkü çocuklarına vereceği eğitim ve görgü eski devirlerdeki gibi yalın değildir. Bugünün anaların, gerekli niteliklere sahip çocuk yetiştirebilmesi, çocuklarını bugünkü hayat için çalışkan bir birey durumuna getirebilmesi, pek çok yüksek niteliğe sahip olmasını gerekir. O nedenle, kadınlarımızın, erkeklerden bile daha çok aydın, daha çok olgun, daha fazla bilgili olmak zorundadırlar. Eğer gerçekten ulusun anası olmak istiyorlarsa, böyle olmalıdırlar. …)
Atatürk, daha Cumhuriyet ilan edilmemişken, Türk kadınlarının bu düzeyde aydın, çalışkan ve kişilik sahibi olmaları gerektiğinin altını sıkça çizmiştir. Bunun için gerekli altyapının oluşması için de 1926 TBMM Medeni Kanunu kabul etmiş, böylece kadınlarla erkekleri eşit düzeyde vatandaş konumuna taşımıştır. Ardında, 1930 yılında kadınlar belediye seçimlerinde, 1933 yılında muhtarlık ve sonunda 1934 yılında da milletvekili seçme ve seçilme hakkını elde etmişlerdir. 1935 seçimlerinde 17 kadın milletvekili seçilmiş, ara seçimlerde bir kadının daha seçilmesi ile sayı 18 e ulaşmıştır.
Cumhuriyet buraya kadar açıkladığım düzenlemeleri ile, kadınlardan bin yıldan uzun süredir esirgenen ve gelişmiş ülkelerin kadınlarının bile henüz o günlerde tamamını elde edemediği özgürlük, seçme ve seçilme hakkı, yetki ve olanakları sağlamış ve ülkenin geleceğini inşa etme ve belirlemede görevler vermiştir.
Ahmet Erdoğdu-Söyleşimizin sonuna gelirken, lâiklik ilkesi ile ilgili karar hangi tarihte alındı belirtir misiniz?
Hikmet Uluğbay- TBMM, 5 Kasım 1937 günü Anayasa’nın bazı maddelerinde değişiklik yapan yasayı kabul etmiştir. Bu değişiklikle “lâiklik” ilkesi de 2 nci maddede yerini almıştır. Lâiklik ilkesi toplumun tüm bireylerinin inanç ve vicdan özgürlüğünü güven altına almıştır. Lâiklik ilkesi ve kuvvetler ayırımının Cumhuriyet’in kilit taşları konumunda olduğunu da belirtmek isterim.
Bu inceleme, Osmanlı Devletinin çöküş sürecini yaşamış, çöküş nedenleri üzerinde düşünmüş olan Atatürk ve kendisine destek olanların TBMM’nin kabul ettiği yasalarla yaşama geçirdikleri tüm devrim ve düzenlemelerin, İmparatorluğun çöküşüne neden olan karar ve uygulamaların Cumhuriyet’in bünyesinde sürmesini önlemeye yönelik olduğunu göstermektedir.
Ülke ve toplumsal tarihimizin en karanlık günlerinde, ülkeyi ve toplumu bu karanlıktan çıkarıp aydınlık günlere taşıyacak rehber olarak Mustafa Kemal Atatürk’ü ülkemize hizmete hazırlayan Tanrı’ya şükrediyorum, Atatürk’e ve kendisine destek olarak görev yapan tüm insanlarımıza içten teşekkür ve saygılarımı sunarım.
Ayrıca, bana bu düşüncelerimi paylaşma olanağını verdiğiniz için Yeni Adana Gazetesi yönetimine ve Sayın Erdoğdu size de teşekkür ve saygılarımı sunarım.
Hikmet Uluğbay
[i] Türk Dil Kurumu, “Türkçe Sözlük” 1998 Cilt 1 Sayfa 415.
[ii] İnalcık Halil Prof. Dr., “Osmanlı Hukukuna Giriş, Örfi-Sultani Hukuk ve Fatih’in Kanunları”, SBF Dergisi 1958, Cilt 13, sayı 2, sayfa 102-126.
[iii] “The Abrogation of the Capitulations September 1914”, Capitulations Memorandum Submitted on behalf of the non-official British Community in Constantinople, sayfa 3.
[iv] Bozkurt Mahmut Esat, “Osmanlı Kapitülasyon Rejimi Hakkında”, Türk Hukuk Kurumu Ankara 2007, sayfa 14.
[v] The Abrogation y.a.g.k. sayfa 13.
[vi] Y.a.g. memorandum aynı sayfa.
[vii] Bozkurt, sayfa 30.
(*) “Arkont”: Atina’da Cumhuriyeti yöneten yüksek yargıçları tanımlayan bir sözcüktür. (Çevirenin Notu)
[viii] Bozkurt, sayfa 30-31.
[ix] Y.a.g.e. sayfa 39-40.
[x] The Abrogation, sayfa 14.
[xi] Wikipedia Treaty of London (1871) maddesi ve y.a.g.e. sayfa 3.
[xii] Özon Mustafa Nihat, “Osmanlıca Türkçe Sözlük, İnkılâp ve Aka Kitapevleri 6. Baskı 1979, sayfa 488.
[xiii] Stravrianos L. S. “Global Rift, Third World Comes of Age” William Morrow & Co. Inc. 1981 sayfa 122.
[xiv] The Abrogation, sayfa 5.
[xv] Kurdakul Necdet, “Osmanlı Devlet’inde Ticaret Antlaşmaları ve Kaitülasyonlar”, Döler Neşriyat Mart 1981, sayfa 8.
[xvi] Yanardağ Merdan, “İçtihad Kapısı, İslam Dünyasının Süren Ortaçağı”, Kırmızı Kedi Yayınevi, 2022, sayfa 266.
[xvii] Özön, y.a.g.e. sayfa 392.
[xviii] İnalcık Halil, “Osmanlı İmparatorluğu Klâsik Çağ”, YKY, 2003, s.185, aktaran Aykut Göker, “BTYK için Yeni Gündem Maddesi: İslâm’da Bilim (2)” http://www.inovasyon.org; hagoker@ttmail.com
[xix] İnalcık Halil, “Has-bağçede ‘ayş u tarab-Nedimler Şairler Mutribler” Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları Mart 2015, sayfa 56-57.
[xx] Ergin Osman Nuri, “Türk Maarif Tarihi” Eser Kültür Yayınları İstanbul 1977, Cilt 1-2 sayfa 82.
[xxi] Y.a.g.e. sayfa 83.
[xxii] Y.a.g.e. sayfa XII.
[xxiii] Y.a.g.e. sayfa 82.
[xxiv] Uzunçarşılı İ. Hakkı Ord. Prof. “Büyük Osmanlı Tarihi” Türk Tarih Kurumu Yayınları, Cilt 2 sayfa 293.
[xxv] Yanardağ, y.a.g.e. sayfa 281.
[xxvi] Danışman Zuhuri, “Koçi Bey Risalesi”, Yayına hazırlayan Seda Çakmakcıoğlu, Kabalcı Yayınevi 2007.
[xxvii] Y.a.g.e. sayfa 29.
[xxviii] Y.a.g.e., sayfa 44.
[xxix] Y.a.g.e. sayfa 46, 47, 48.
[xxx] Uzunçarşılı, “Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilâtı”, Türk Tarih Kurumu Yayınları 1988, sayfa 67.
[xxxi] Y.a.g.e. sayfa 68.
[xxxii] Y.a.g.e. sayfa 69.
[xxxiii] Karal Enver Ziya Ord. Prof., “Büyük Osmanlı Tarihi” Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Cilt II, sayfa 135.
[xxxiv] Y.a.g.e. aynı cilt sayfa 141-142.
[xxxv] Y.a.g.e. cilt IV sayfa 344-345.
[xxxvi] Y.a.g.e. Cilt III, sayfa 196.
[xxxvii] Arslantürk Zeki Yrd. Do. Dr., “Naima’ya Göre Osmanlı Devleti’nin Çöküş Sebepleri”, Kültür Bakanlığı Yayınları: 1013, 1989 sayfa 103.
[xxxviii] Y.a.g.e., sayfa 106-7.
[xxxix] Y.a.g.e., sayfa 110.
[xl] Y.a.g.e., sayfa 111.
[xli] Y.a.g.e., sayfa 124.
[xlii] Şen Adil, “Usûlü’l Hikem Fî Nizâmi’l-Ümem”.
[xliii] Y.a.g.e. sayfa 81.
[xliv] Y.a.g.e. sayfa 84.
[xlv] Y.a.g.e. sayfa 88.
[xlvi] Y.a.g.e. sayfa 89-90
[xlvii] Y.a.g.e. sayfa 91.
[xlviii] Y.a.g.e. sayfa 91.
[xlix] Y.a.g.e. sayfa 111 ve 113.
[l] Şahin Ayşegül Altınova, “Osmanlı Devleti’nde Rüşdiye Mektepleri”, Türk Tarih Kurumu 2018, sayfa 236-237.
[li] Y.a.g.e. sayfa 247.
[lii] Şahin, Y.a.g.e. sayfa 115.
[liii] Ahmet Cevdet Paşa “19. Yüzyılda Osmanlı Devlet Yönetimi” Cilt 1, Yeditepe Yayınevi Eylül 2019, sayfa 40.
[liv] Purgstall von Hammer, “Büyük Osmanlı Tarihi”, Üçdal Neşriyat, 8 nci Cilt sayfa 443.
[lv] Y.a.g.e. sayfa 444.
[lvi] Karal Enver Ziya Ord. Prof., “Büyük Osmanlı Tarihi”, Atatürk Kültür, Dil ve Tarihi Yüksek Kurumu, Türk Tarih Kurumu Yayınları Cilt 1, sayfa 9-10.
[lvii] Ergin, Y.a.g.e. Cilt 1 sayfa 71.
[lviii] Y.a.g.e. aynı cilt aynı sayfa.
[lix] Y.a.g.e.a.c.a.s.
[lx] Y.a.g.e.a.c. sayfa 72
[lxi] Kayaoğlu Taceddin, “Osmanlı Hariciyesinde Gayr-i Müslimler (1852-1925)” Türk Tarih Kurumu 2013, sayfa xxxı.
[lxii] Lewis Bernard, “Hata Neredeydi”, Kronik Kitap 1. Baskı Kasım 2004, sayfa 39-40.
[lxiii] Kayaoğlu, y.a.g.e. sayfa 153.
[lxiv] Y.a.g.e. sayfa 98.
[lxv] Ergin, y.a.g.e. Cilt 1 sayfa 737.
[lxvi] Y.a.g.e. a.c. sayfa 739.
[lxvii] Y.a.g.e. a.c. sayfa 739 dipnot 2.
[lxviii] Y.a.g.e. a.c. sayfa 740, bir önceki sayfadaki 2 nolu dipnotun devamı.
[lxix] Y.a.g.e. Cilt 2, sayfa 1028-1029.
[lxx] Özkan Doç. Dr. Selim Hilmi, “Osmanlı Devlet’nde Eğitim Dili ve Yabancı Dil Meselesi”, Eğitime Bakış, Ocak, Şubat, Mart, Nisan 2017, Yıl 13 sayı 39 Eğitim-Bir-Sen sayfa 56.
[lxxi] Pehlivan Yunus Emre, “II. Meşrutiyet Dönemi Osmanlı Yüksek Öğretiminde Yabancı Dil Eğitimi ve Darülfünun Elsine Şubesi 1908-1918” Yüksek Lisans Tezi, T.C. İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
[lxxii] Y.a.g.t. sayfa 20.
[lxxiii] Demiryürek Mehmet Prof. Dr., “İngiltere Tercümanları ve 1758 Tercüman Reformu”, Belleten Ağustos 2016, Cilt LXXX Sayı 288, sayfa 441.
[lxxiv] Y.a.g.m. sayfa 443 ve izleyen sayfalar.
[lxxv] Barailles Bertrand, “Le Rapport Secret Sur Le Congrès De Berlin Adressé a La S. Porte, par Karathéodory Pacha, Premier Plénipottiare Ottoman”, Paris 1919 Éditions Bossard.
[lxxvi] Defterdar Sarı Mehmet Paşa, Devlet Adamlarına Nasihatler”, çeviren Hüseyin Ragıp Uğural, Türk Tarih Kurumu Basımı 1969, sayfa 24.
[lxxvii] Y.a.g.e. sayfa 36.
[lxxviii] Y.a.g.e. sayfa 44.
[lxxix] Y.a.g.e. sayfa XVIII.
[lxxx] Özakıncı Cengiz, “Osmanlı Düzeninde Müslüman Türk Kıyımı”, Bütün Dünya Kasım 2016 sayfa 58-59.
[lxxxi] Foreign Office, “Reports Received From Her Majesty’s Consuls relating to the Conditiion of Christians in Turkey 1860, sayfa 8-9.
[lxxxii] Şimşir Bilal, “British Documents on Ottoman Armenians” Volume 1 (1856-1880) Türk Tarih Kurumu Basımevi 1982, sayfa 50-53.
[lxxxiii] Y.a.g.e. sayfa 51.
[lxxxiv] Y.a.g.e. sayfa 51.
[lxxxv] Y.a.g.e. sayfa 52.
[lxxxvi] Reclus Elisee, “Nouvelle Geographie Universelle”, Cilt IX “L’Asie Anterieur”, 1884, sayfa 545-547.
[lxxxvii] Tellioğlu Ömer, “Filistin’e Musevi Göçü ve Siyonizm (1880-1914), ”Kitabevi Yayınları 2018.
[lxxxviii] Andıç Fuat ve Süphan Andıç, “Sadrazam Âli Paşa”, Eren yayıncılık 2000, sayfa 60.
[lxxxix] Y.a.g.e. sayfa 63-64.
[xc] Y.a.g.e. sayfa 64.
[xci] Y.a.g.e. 76-77.
[xcii] Y.a.g.e. sayfa 77.
[xciii] Özakıncı Cengiz, “Sadrazam Keçecizade Mehmet Fuad Paşa’nın Siyasi Vasiyetnamesi”, Bütün Dünya Dergisi, Eylül 2011, sayfa 23-35.
[xciv] Farley Lewis, “Egypt, Cyprus and Asiatic Turkey” 1878, sayfa 228-245.
[xcv] “19. Yüzyılda Osmanlı Dış Ticareti”, Tarihi İstatistikler Dizisi Cilt 1, Hazırlayan Prof. Şevket Pamuk, T.C. Başbakanlık Devlet İstatistik Enstitüsü, 1995.
[xcvi] Özdemir Biltekin Dr., “Osmanlı Devleti Dış Borçları”, Ankara Ticaret Odası Yayını, Eylül 2009, sayfa 46.
[xcvii] Y.a.g.e. Tablo 2 sayfa 60-65.
[xcviii] Y.a.g.e., sayfa 46.
[xcix] Tuncer Hüner, “Osmanlı’nın Çöküşü”, Cumhuriyet Kitapları, Şubat 2022, sayfa 199-233.
[c] Özdemir, sayfa 72.
[ci] Y.a.g.e., sayfa 73.
[cii] Y.a.g.e. sayfa 75-76.
[ciii] Gooch G.P. & Harold Temperley, “British Documents on the Origins of the War 1898-1914”, Vol. X Part II London 1938, sayfa 45-48 Tevfik Paşaya verilen 26 July 1911 tarih ve 34 nolu memerandum.
[civ] Annex 1 No. 1 “The Abrogation of the Capitulations September 1914”, Capitulations Memorandum Submitted on behalf of the non-official British Community in Constantinople, sayfa 5.
[cv] Feis Herbert, “Europe The World’s Banker 1870-1914”, The Norton Library 1965, sayfa 320.
[cvi] Çeştepe Hamza ve Tamer Güven, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Dahili Gümrük Vergisi İstisnaları”, Abant İzzet Baysal Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, June 2016, sayfa 1-20.
[cvii] Kütükoğlu Mübahat S., “Tanzimat Devri Osmanlı-İngiliz Gümrük Tarifeleri”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Tarih Enstitüsü Dergisi Ağustos 1973-1974 sayı 4-5.
[cviii] Gürsoy Prof. Dr. Belkıs Altuniş, “Türk Modernleşmesinde Sefir ve Sefaretnamelerin Rolü”, Bilig Kış / 2006, sayı 36, sayfa 155, (Cemal Kutay, “Prens Sabahattin Bey, Sultan II. Abdülhamid. İttihat ve Terakki”, Tarih Yayınları, İstanbul)
[cix] Hazırlayan Demir Remzi, “Avrupa Risalesi”, Gündoğan Yayınları, Şubat 1996.
[cx] Y.a.g.e. sayfa 42-43 ve 53-54.
[cxi] Y.a.g.e. sayfa 54-55.
[cxii] Y.aç.g.e. sayfa 56-57.
[cxiii] Kutay Cemal, “Sultan Abdülaziz’in Avrupa Seyahati”, Boğaziçi, Yayınları Kasım 1991, sayfa 78-79.
[cxiv] Çakır Serpil, “Osmanlı Kadın Hareketi”, Metis Yayınları Beşinci Basım Kasım 2016 sayfa 75.
[cxv] Y.a.g.e. sayfa 77.
[cxvi] Y.a.g.e. 253.
[cxvii] Y.a.g.e. sayfa 152.
[cxviii] Ergin, y.a.g.e. Cilt 1, sayfa 316.
[cxix] Y.a.g.e. Cilt 1, sayfa 325-327.
[cxx] Y.a.g.e. a.c. sayfa 448.
[cxxi] Karal, Cilt 3 sayfa 212.
[cxxii] Y.a.g.e. a.c. a.s.
[cxxiii] Y.a.g.e.a.c.a.s.
[cxxiv] Voney F. “L’Alfabet European applique Aux Langues Asiatiques”, 1819.
[cxxv] Karaoğlu Ömer, “XIX. Yüzyıl Osmanlı Sanayileşme Teşebbüsleri ve Zeytinburnu Demir Fabrikasının Kuruluşu”, İstanbul Üniversitesi 1994.
[cxxvi] Abdülkadiroğlu Abdülkerim Doç. Dr. ve Nuran, “Mehmet Akif’in Kur’an-ı Kerim’i Tefsiri, Mev’ıza ve Hutbeleri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, sayfa 127-130. Mehmet Akif Ersoy, “Tefsir Yazıları ve Vaazlar”, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları 3. Baskı 2016, sayfa 227-232.
[cxxvii] Soysal İsmail, “Tarihçeleri ve Açıklamaları İle Birlikte Türkiye’nin Siyasal Antlaşmaları I. Cilt(1920-1945)”, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1989, sayfa 67.
[cxxviii] Şimşir Bilal, “Lozan Telgrafları” Cilt 1 (Kasım 1922-Şubat 1923), Türk Tarih Kurumu Yayınları 1990, sayfa XIV.
[cxxix] Soysal İsmail, “Tarihçeleri ve Açıklamaları İle Birlikte Türkiye’nin Siyasal Antlaşmaları I. Cilt(1920-1945)”, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1989, sayfa 93.
[cxxx] Y.a.g.e. sayfa 96.
[cxxxi] Y.a.g.e. sayfa 95.
[cxxxii] Afetinan A., “İzmir İktisat Kongresi” Türk Tarih Kurumu Basımevi 1989, sayfa 21.
[cxxxiii] Gazalcı Mustafa, “Köy Enstitüleri Sistemi” Bilgi Yayınevi 3. Basım 2018 sayfa 31.
[cxxxiv] Y.a.g.e. sayfa 43-44.
[cxxxv] Tekeli İlhan/Selim İlkin, “Türkiye’de Ulaştırmanın Gelişimi”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi İletişim Yayınları Cilt 10, sayfa 2758-2768.
[cxxxvi] TBMM Zabıt Ceridesi, 3 Mart 1924 (1340), sayfa 47.
[cxxxvii] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I-III” Atatürk Araştırmaları Merkezi, !989, Cilt II, sayfa 87-95.
[cxxxviii] Y.a.g.e. Cilt 2 sayfa 89-90.
[cxxxix] Y.a.g.e. Cilt 2, sayfa 156.