Sandığa Gitmeyen Seçmenlere Açık Mektup-3

Bu yazı, 2007 yılından beri bloğumda, sandığa gitmeyen seçmenlere yönelik olarak yazdığım üçüncü mektup olacak. 26 Mayıs 2007 günü yayınladığım mektubun başlığı “Çocuklarımızın ve torunlarımızın geleceği için sandığa gitmeli ve ona sahip çıkmalıyız” başlığını taşıyordu. İkincisi ise, 2 Mart 2017 günü “Halk Oylamalarında Sandığa Gitmeyen Seçmenlere Açık Mektup” başlığı ile yayımlanmıştı.  O nedenle bu mektubun başlığına “3” sayısı eklenmiştir.

Seçmenlerin siyasi partilere, seçimlere ve halkoylamalarına yönelik davranışlarının üçe ayrılabileceğini düşünüyorum. Birinci seçmen grubunun, fanatik bir spor kulübü taraftarı gibi parti tutanlardan oluştuğunu, ikinci seçmen grubunun da, bir partiye sempati duysalar bile, partilerin açıkladıkları programların, geçmiş uygulamalarının, geleceğe yönelik savundukları görüşlerin, ülkeyi ve yurttaşları çağdaş demokratik ülkelerin ve toplumlarının hak ve özgürlükler ile gönenç düzeyine getirecek içeriği ve araçları içerip içermediğine bakarak oy vereceği partiyi belirleyenler olduğu kanısındayım. Üçüncü grup ise, ilk iki gruba girmeyen, bir spor kulübünü tutsa bile aynı güçlü duygularla bir siyasi partiyi tutmayan, partilerin programlarını, geçmiş uygulama ve sözlerini pek anımsamayan, yapılacak seçime yönelik olarak parti başkan ve sözcülerinin televizyonlardaki söylemleri ile arkadaş sohbetlerinden edindikleri izlenimlere göre tutum belirleyenlerden oluştuğunu düşünüyorum. Birinci gruba dahil olan seçmenler, her seçimde taraftarı oldukları partiye duraksamadan oy verdiğini gözlemliyoruz. Gözlemlerime göre bu grup seçmenler, tüm seçmenlerin içinde azınlık konumundadır. İkinci grup seçmenlerin de seçmenlerin içinde birinci gruptan daha büyük bir azınlık oluşturduğunu, üçüncü grubun ise çoğunluğu oluştuğunu düşünüyorum. Ancak bu grupların paylarını oran olarak veremiyorum. Çünkü bu grupların oranlarının özellikle son iki grubun, seçimden seçime değişebildiği gibi toplumsal yapıdaki değişmelere paralel olarak değişim gösterebildiğini gözlemliyorum. Sandığa gitmeyen seçmenlerin, ikinci ve üçüncü gruplar içinde oluştuğu ve bazı seçimlerde önemli bir seçmen boyutunu temsil ettiklerini aşağıda sunacağım istatistikler ortaya koymaktadır. İşte bu durumlarda da ülke politikasında bilinçli olarak istemedikleri sonuçların ortaya çıkmasına neden olabiliyorlar. Bu yazıyı da sandığa gitmeyen seçmenlere, bu yaklaşımın geçmiş seçimleri ve demokrasimizin gelişimini ne yönde ve nasıl etkilediği konusunda bilgi sunmak ve sahip oldukları gücü göstermek amacıyla hazırladım. Elbette bütün okurlar kendi geçmiş ve mevcut deneyimleri ile benim sunduğum bu üç grubu farklı yapılarda ve farklı boyutlarda toplayabilirler.

Bu noktada, sandığa gitmeyen seçmen şu tepkiyi ileri sürebilir. İyi ama ben mevcut partilerden hiç birisinin programını beğenmiyorum, o nedenle de beğenmediğim partilere veya onların halkoyuna sundukları yasalara oy vermemek yoluyla uyarmak istediğim için sandığa gitmiyorum. Bu tavır, ilk bakışta haklı görünebilen bir tepki olmakla birlikte, demokrasisi gelişmekte olan toplumlar açısından maliyeti çok yüksek olan bir tepki olduğunu izleyen sayfalarda açıklamaya çalışacağım. Daha gerçekçi ve demokratik bir tepki, mevcut partiler içinde, Cumhuriyet’in kuruluş değerlerini ve devrimlerini savunan, Cumhuriyet’in ve demokrasinin bizlere kazandırdığı değer ve haklara daha samimi ve güçlü sahip çıktığı ve ülkeyi ve bireyleri daha da ileriye taşıyabileceği düşünülen bir partiye oy vermek olmaz mı? Sorunun cevabını da ilerleyen sayfalarda okurlarla birlikte arayacağız.

Sandığa gitmeyen seçmen yapısının 1950 den günümüze boyut olarak nasıl değişim gösterdiğini görebilmek üzere Tablo 1’i hazırladım. Tablo 1 de, bu seçmen grubunun, kayıtlı seçmen sayısı içerisindeki oranının yüzde 20 ve üzerinde olduğu seçimlere ait verileri de kolayca gözlemlenmesi için koyu renkte gösterdim.

1957 Seçimleri ve sandığa gitmeyen seçmen

1950 sonrasında kayıtlı seçmenlerin yüzde 20 den fazlasının sandığa gitmediği ilk seçim 1957 seçimidir. Sandığa gitmeyen seçmen sayısı 2,827,674 olup kayıtlı seçmen sayısına oranı yüzde 23.41 dir. Sandığa gitmeyenlerin bu seçimdeki ağırlığını anlayabilmek için, seçime katılıp milletvekili çıkaran partilere ait verilere de göz atmamız gerekmektedir.

Seçimlere katılan beş parti ve aldıkları oylar ile çıkardıkları milletvekili sayıları Tablo 2 de yer almaktadır. Tablo 2 nin incelenmesinden de görüldüğü üzere, Demokrat Parti, Cumhuriyet Halk Partisinden yüzde 7.2 puan veya sayı ile 672.544 fazla oy almasına rağmen, yüzde 138 daha fazla milletvekili çıkarmıştır.

Tablo 2 de yer alan partilerin milletvekili başına düşen oy rakamları da seçim yasalarının yol açtığı temsilde adaletsizliğin boyutunu tam olarak göstermektedir. Adaletsizliğin bu boyutta oluşmasını etkilen ilk unsur seçim kanunlarındaki düzenlemeler ise, bu durumu vurgulayan ikinci unsur sandığa gitmeyen seçmenler olmuştur. İkinci unsurun etkisini 1957 seçimlerinde sandığa gitmeyen seçmen sayıları ile açıklamak istiyorum. Yukarıda da belirttiğim üzere, bu seçimde 2.827.674 seçmen sandığa gitmemişti. Demokrat Parti ile CHP arasındaki oy farkı ise 672.544 idi. Bu veriler ışığında sandığa gitmeyen seçmenlerin yaklaşık dörtte biri olan 700.000 seçmen tepkisini sandığa gidip muhalefet partisi CHP ye ve bir diğer 700.000 seçmen de diğer muhalefet partilerine oy vermiş olsa idi, bir yandan 1957 yılında iktidarın sandıkta demokrasinin işleyişi ile değişmesini sağlanmış olacak, diğer yandan da yeni partileri de birer seçenek olarak gördüğünü büyük partilere bir uyarı mesajı olarak verecekti. Böylece 1960 ihtilali de önlenmiş olacaktı. Böyle bir gelişme olabilse idi, üç siyasetçi idam edilmemiş olacak ve Demokrat Parti de kendi içinde izlenen politikaların sorgulamasını ve öz eleştirisi yapabilecek ve izleyen seçimde iktidar seçeneği olmaya devam edebilmek için belki de gereken çalışmaları yapabilecekti. Böyle bir gelişme, demokrasisini geliştirme süreci yaşayan ülkemize ve siyasi partilerimize çok önemli bir deneyim kazandırmış olacaktı diyebilirim. Bu varsayımsal örnekten de görüldüğü üzere, sandığa gitmeyen seçmenin sandığa gitmesinin, demokrasinin sağlıkla işleyebilmesinin ve gelişmesine de ne denli katkılar yapabileceğini açıkça göstermektedir.  

Yukarıda sunduğum veriler, bize, o tarihlerde yürürlükte olan seçim kanunlarının nasıl adaletsiz temsile yol açabildiklerini de net olarak göstermektedir. O tarihlerdeki seçim kanunun yol açtığı temsilde adaletsiz durum sadece 1957 seçimlerinde gerçekleşmemiştir. 1946, 1950 ve 1954 seçimlerinde de ortaya çıkmıştır. Okuyucuların bu durumu somut olarak görebilmeleri için Tablo 3 ü hazırladım. Temsilde adaletin olmadığı bu ortamda, Demokrat Partinin hatalı uygulamalarından bazılarını da kısaca anımsamakta fayda olduğunu düşünüyorum.

1957 seçimi öncesinde esasen başlamış bulunan ekonomik olumsuzluklar, anti demokratik uygulamalar seçim sonrasında da ivme kazanmıştır.

Bu yazıyı hazırlarken internet ortamında yaptığım aramalar sırasında, bir makalede, 1950, 1954 ve 1957 seçimlerinde “d’Hondt Sistemi” uygulanmış olsa idi, aynı oy oranları ile DP ve CHP’nin çıkaracağı milletvekili sayısı konusunda şu bilgiler yer aldığını gördüm.  Seçim yılı sırasıyla DP, 275, 328, ve 312,  CHP ise sırasıyla 200, 196 ve 258[1].

TÜİK’in 1923-2013 dönemine ait verileri yayınladığı belgede 1950 li yıllar için Toptan Eşya ve Tüketici Fiyat Endeksleri serileri yer almamaktadır. Onun yerine bazı temel gıda maddelerinin fiyatları yer almaktadır. Ben de bu verilerden ekmek, pirinç, toz şeker, koyun eti, yumurta ve beyaz peynirin 1950, 1957 ve 1959 yılındaki düzeylerini Tablo 4 de okurların bilgisine sunuyorum. Tablo 4 de yer alan ürünlerden yumurtanın adet, diğer ürünlerin ise kilogram fiyatları yer almaktadır. Görüldüğü üzere, 1950-1957 ve 1957-1959 dönemlerinde temel gıda maddelerinde gerçekleşen perakende fiyat artışları dar ve sabit gelirli seçmen kitlesinin alım gücünü önemli boyutta etkilediği görülmektedir.

Bu arada, enflasyon nedeni ile TL nın dövizler karşısında değeri hızla erimesine rağmen gerekli düzenlemeler zamanında yapılmadığı için 1950 yılında ABD dolarının satış fiyatının TL cinsinden değeri 2,83 iken, 1957 seçimlerinden kısa süre sonra, 4 Ağustos 1958 günü yapılan devalüasyon ile  dolar kuru, ekonomide deprem etkisi yaratacak şekilde 9,05 TL ye çıkmıştır.

Ekonomideki bu enflasyon ve diğer gelişmeler seçmen kitlesinin bütçesini sıkıntıya sokarken, “Vatan Cephesi” diye bir program başlatılmış, buraya kaydolduğu söylenen kişilerin isimleri, halkın temel eğlence kaynağı olan  ve başka bir seçeneği olmayan devlet radyosunda saatlerce okunmaya başlamış, muhalefete yönelik olarak “Soruşturma Komisyonu” kurulmuş, gazetelere yönelik baskılar artmış ve tutuklamalar yapılmıştır. Bu da 1957 seçimlerinden başlayarak toplumsal tepkilerin artmasına yol açmıştır. Toplumsal tepkilerin arttığı bir ortamda, 2.827.674 seçmen sandığa giderek izlenen politikaları desteklemediğini açıkça göstermek yerine, sandığa gitmeme yolunu seçmiş ve 1957 seçimi sonrasında iktidarın demokrasiyi aşındıran ve sertleşen politikalarının bir anlamda dolaylı destekçisi olmuştur.

1960 İhtilali ve Getirdiği Değişiklikler

1960 İhtilali sonrasında Yassı Adada özel olarak kurulan mahkemede, Demokrat Parti yönetimi, partinin milletvekilleri ve diğer bazı yetkililer yargılanmıştır. Bu yargılama sonucunda Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan idam cezası almış ve bu cezalar uygulanmıştır. Diğer yargılananlara değişen hapis cezaları ile siyasetten yasaklanma cezaları verilmiştir. Eğer 1957 seçimlerinde yukarıda da belirtiğim üzere sandığa gitmeyen seçmenlerin, yukarıda belirtilen boyutu sandığa gidip muhalefet partilerine oy vermiş olsalardı, bu idamlar ve yasaklamalar yer almayabilecekti.

1960 İhtilalini izleyen dönemde, Kurucu Meclis oluşturulmuştur. Yeni bir Anayasa hazırlanmış ve halkoylamasına sunularak kabul edilmiştir. Anayasaya sosyal devlet ilkesi dahil edilmiştir. Yeni Anayasa ile Meclis’in yanında bir de Senato oluşturulmuştur.  Yeni Anayasa ile güçler ayrılığı ilkesi kabul edilmiştir. Anayasa Mahkemesi kurulması öngörülmüş ve 22 Nisan 1962 de kabul edilen yasa ile bu Mahkeme kurulmuştur. Seçilen Cumhurbaşkanının partisi ile ilişkisinin kesileceği ilkesi kabul edilmiştir. Hakimlik teminatı getirilmiş ve Yüksek Hakimler Kurulu 20 Temmuz 1961 tarihinde kurulmuştur. Ülke kaynakların kullanılmasında savurganlığı önlemek üzere Devlet Planlama Teşkilatı kurulmuştur. Üniversiteler ile TRT kurumu özerk konuma getirilmiştir. Kişilerin temel hak ve özgürlükleri Anayasa ile güvence altına alınmıştır. TÜBİTAK kurulmuştur.

Yukarıda örnekleri ile açıklanan temsilde adaleti sağlamayan seçim sistemini değiştirmek üzere, 1961 yılında, “Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkında” kanun, “Cumhuriyet Senatosu Üyeleri Seçim Kanunu” ve “Milletvekili Seçim Kanunu” olmak üzere üç yasa çıkarılmıştır. Bu yasal düzenleme ile TBMM de partilerin aldıkları oyla oransal temsil ilkesi getirilmiştir. 1965 Millet Meclisi seçimi ile 1966 Millet Meclisi ara seçimi dışında bütün milletvekili genel ve ara seçimlerinde d’Hondt sistemi uygulanagelmiştir.

Bu Yasal Düzenlemeler Işığında 1965-1977 Seçimleri

Tablo 1 den de görüldüğü üzere, 1965-1977 dönemi seçimlerinde, sandığa gitmeyen seçmen boyutunda önemli artışlar olduğunu ve geçersiz oy kullanma oranlarının da dikkat çeken düzeye geldiğini gözlemliyoruz. Okuyucuya okuma kolaylığı sağlamak üzere, Tablo 1 in bu döneme ilişkin verilerini aşağıya Tablo 5 olarak yeniden sunuyorum. Tablo 5 den de görüldüğü üzere, bu dönemde seçmen sayısında önemli artışlar yer alırken, sandığa gitmeyen seçmen sayılarında da büyük artışlar yer almıştır. Daha önceki dönemde seçimlerde geçersiz oy kullananlara ilişkin veri saptanamamışken, bu dönemde bunlara ait veriler de yayınlanmıştır.

Sandığa gitmeyen ve geçersiz oy kullanan seçmen boyutundaki bu sayısal gelişmeyi ve siyasi partilerin almış oldukları oyları Tablo 6 da okurların bilgisine sunmak istiyorum. 

Tablo 6 nın incelenmesinden de görüleceği üzere, sandığa gitmeyen seçmen sayıları 1965 seçimi hariç diğer seçimlerin tamamında en yüksek oy alan partinin oylarından yüksek boyuttadır. Aynı şekilde 1965 seçimi hariç, sandığa gitmeyen seçmen sayısı ile geçersiz oy kullanan seçmen sayılarının toplamı en yüksek oy alan partinin oylarından açık ara büyüktür. Diğer bir deyişle sandığa gitmeyen seçmen birinci parti durumundadır. Bu durumun yarattığı siyasi sonuçları, Tablo 6 daki veriler eşliğinde inceleyebiliriz.

Tablo 6 dan görüldüğü üzere, 1965 ve 1969 seçimlerinde sandığa gitmeyen ve gidip de geçersiz oy kullanan seçmen sayılarının toplam sayılarına bakıldığında, iki seçim arasında bu sayının 1.330.926 kişi arttığı görülmektedir. Bu artışa rağmen seçim sonuçları Adalet Partisini tek başına hükümet kuracak sayısal çoğunluğu vermiştir. İncelenen bu dönemlerde toplam milletvekili sayısının 450 olduğu anımsanırsa, Adalet Partisi 226 dan fazla sırasıyla 240 ve 256 milletvekili çıkararak tek başına hükümet kurma olanağına sahip olmuştur. Ancak bu sayılar dahi, biraz sonra sunacağım Tablo 7 deki verilere göre, özellikle 1969 sonrasında istikrarlı hükümetler kurulmasına olanak vermemiştir.

Tablo 6 da yer alan seçimler, 1965 de 6 partinin, 1969 da 8 partinin, 1973 de 7 partinin ve 1977 seçimi de 6 partinin TBMM girmesini sağlamıştır. Bütün bu seçimlerde, sandığa giden seçmen, Demokrat Parti’nin kapatılmasından sonra, iki partiyi, demokratik yaşamda hükümet kurma adayları olarak ön plana çıkarmıştır. Bunlar da Adalet Partisi ve Cumhuriyet Halk Partisidir. Bunların yanında da genelde bu partilerden ayrılan milletvekillerinin kurdukları diğer partilere de değişen oranlarda destek vermiştir. Ancak bu partilere destekler ilerideki seçimlerde genelde azalan bir eğilim göstermiştir.

Anımsanacağı üzere, 1961 Anayasası ve ona paralel olarak çıkarılan yasalar, özgürlük yelpazesini genişletmiş, düşünceyi ifade özgünlüğü koruyan düzenlemeler getirilmiş, basın özgürlüğünü güçlendirmiş, demokrasinin gelişmesi ve yasamanın etkinliğini ve verimliliğini yükseltmek amacıyla iki meclisli bir yapıyı kabul etmişti. İşte böyle bir ortamda sandığa gitmeyen seçmen sayısının artışına yönelik olarak üzülerek belirtmek gerekir ki, saptayabildiğime göre, ne siyasi partiler ne de akademik dünya bir araştırma yapmamıştır. Oysa böyle bir çalışma demokratik yaşamımızın çağdaş ülkelerin sahip olduğu ortamda gelişebilmesi bakımından siyasi partilere çok önemli bir bilgi ve uyarı kaynağı sunabilirdi.

Yasal düzenlemeler bu demokratik ortamı sunmasına rağmen, ülkemizde henüz, farklı siyasi düşüncelerin birlikte var olmalarını güven altına alacak tartışma, analizler ve sentezler yaparak sorunlara birlikte çözüm üretebilme kültürünün oluşmamış olması nedeni ile ülkede 1968 yılında sol-sağ çatışması başlamış/başlatılmış, bir süre sonra üniversitelere sıçramış ve yaygınlaşmış bu çatışmalarda ölenlerin sayısı giderek artarak 1980 e değin sürmüştür.

Türkiye’de toplumsal barışın zedelenmesi ve giderek yaygınlaşması, Kıbrıs’ta esasen bir süredir sürmekte olan Rum toplumunun Türk toplumu üzerindeki siyasi ve fiziki baskılarını arttırmış, 21 Aralık 1963 günü adadaki Türklerin öldürüldüğü Kanlı Noel olayı yaşanmış ve çatışmaların başlamasına neden olmuş, “Enosis” taraftarlarının darbe yapması üzerine Türkiye, Garantör Devletlerin (İngiltere, Türkiye ve Yunanistan’ın) adada barışı sağlamak üzere birlikte müdahale etmesi yolunda girişim başlatmış, bu öneriye İngiltere ve Yunanistan’ın destek vermemesi ve adada Türklere saldırıların sürmesi üzerine, 20 Temmuz 1974 günü Türkiye Barış Harekatını başlatmak zorunda kalmıştır. Barış Harekâtı üzerine Türkiye’ye silah ambargosu konulması yanında, siyasi ve ekonomik baskılar da artmıştır.

İncelenen bu dönemde anımsanması gereken diğer bir gelişme ise, 10 Eylül 1970 kararları ile ABD dolarının değeri 9 TL den 15 TL çıkarılmıştır.

9 Mart 1971 günü bir askeri darbe hazırlığı olduğu ortaya çıkmıştı. Bunun üzerine dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Memduh Tağmaç, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Faruk Gürler, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhsin Batur ve Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Celal Eyiceoğlu’nun imzasını taşıyan muhtırayı, Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a vermişti. 12 Mart 1971 günü saat 13.00 de TRT Radyolarında okunan aşağıdaki muhtıranın içeriği şöyle idi.  

“Parlamento ve hükümet, süregelen tutum, görüş ve icraatıyla yurdumuzu anarşi, kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine sokmuş, Atatürk’ün bize hedef verdiği çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmak ümidini kamuoyunda yitirmiş ve anayasasının öngördüğü reformları tahakkuk ettirememiş olup, Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği ağır bir tehlike içine düşürülmüştür.”

Muhtıranın geniş metni ise şöyle idi. “Türk milletinin ve sinesinden çıkan Silahlı Kuvvetleri’nin bu vahim ortam hakkında duyduğu üzüntü ve ümitsizliğini giderecek çarelerin, partiler üstü bir anlayışla meclislerimizce değerlendirilerek mevcut anarşik durumu giderecek anayasanın öngördüğü reformları Atatürkçü bir görüşle ele alacak ve inkılap kanunlarını uygulayacak kuvvetli ve inandırıcı bir hükümetin demokratik kurallar içinde teşkili zaruri görülmektedir.

Bu husus süratle tahakkuk ettirilemediği takdirde, Türk Silahlı Kuvvetleri kanunların kendisine vermiş olduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak ve kollamak görevini yerine getirerek, idareyi doğrudan doğruya üzerine almaya kararlıdır. Bilgilerinize…[2]

Muhtıra üzerine Tablo 7 den de görüleceği üzere, III. Demirel Hükümeti istifa etmiş ve yerine partiler üstü reform hükümeti olarak anılan hükümeti kurması için CHP Kocaeli Milletvekili Nihat Erim ismi üzerinde uzlaşı sağlanmıştır. Erim 26 Mart 1971 günü CHP den istifa etmiştir. I. Erim Hükümetine Adalet Partisi 5, CHP 3 ve Cumhuriyetçi Güven Partisi 1 bakan verdiler, bunlara ek olarak aralarında NATO Genel Sekreter 1. Yardımcısı Büyükelçi Osman Olcay ve Dünya Bankasında görevli DPT’nin kuruluş aşamasında da görev almış bulunan Atilla Karaosmanoğlu ve ilk kadın Bakan olarak görev yapacak olan Prof. Dr. Türkan Akyol olmak üzere 11 bakan Meclis dışından atanmıştı. Bu bakanlar, gerçekleştirmek istedikleri reformlara Meclis’ten gereken desteği bulamadıkları gerekçesi ile 3 Aralık 1971 günü istifa etmişlerdir. Nihan Erim’in de Başbakanlıktan istifa etmek istemesini Cumhurbaşkanının kabul etmemesi üzerine istifa eden bakanların yerine yeni atamalar ile II. Erim Hükümeti kurulmuştur[3]. Bu Hükümet de kısa ömürlü olmuş ve ardından Tablo 7 den de görüldüğü üzere yine kısa ömürlü olacak Melen ve Talû Hükümetleri kurulmuştur.

Bütün bu gelişmelere rağmen, Tablo 1 den de görüleceği üzere sandığa gitmeyen seçmen ve geçersiz oy kullanan seçmen toplam boyutu oransal olarak küçük düşüşler gösterse de Tablo 6 dan da görüldüğü üzere 1973 de 6.074.904 de ve 1977 de de 6.380.493 gibi çok yüksek düzeyde kalmaya devam etmiştir.

15 Ekim 1973 günü, petrol üreten ve ihraç eden Arap ülkelerinin (OAPEC) ABD’nin Yom Kippur Savaşında İsrail’e destek vermesi nedeni ile, İsrail’e destek veren ülkelere petrol ihraç etmeme kararı alması sonucunda ham petrol fiyatlarında çok önemli artışlar başlamıştır. Ülkede enflasyonist eğilimin sürmesi ve petrol fiyatlarının sürekli artması, TL’nin devalüasyonuna da yol açmıştır. 1965 yılında dolar kuru 9 TL iken, petrol krizi ile 1973 yılında 14 TL ye, 1978 yılında 25 TL ye ve 1980 yılında da 89.25 TL ye tırmanmıştır[4].

Yukarıda özetle değinilen süreç çerçevesinde Tablo 7 nin incelenmesinden de görüleceği üzere, 1965-1980 döneminde 15 hükümet kurulmuş olup, bunlardan 11 nin ömrü de bir yıldan az olmuştur.

Kısa ömürlü Hükümetlerin sıkça yer aldığı bu dönemde, ekonomik istikrarı sağlayacak programlar da uygulanamadığından, enflasyon da süratle artmıştır. Bu süreçte gerçekleşen temel gıda maddelerinin fiyatlarındaki değişimleri Tablo 8 de okurların bilgisine sunuyorum.

Tablo 8 de yer alan ürünlerden yumurtanın adet fiyatları yer alırken, diğer ürünlerin fiyatları kilogram üzerinden ve Ankara’ya ait olduğu kaynak belgede belirtilmiştir. Aynı Tablodan görüldüğü üzere, 14 yıl içerisinde ekmek fiyat 9.5, pirinç fiyatı 8.5, şeker fiyatı 6, koyun eti 17.5, yumurtanın tanesi 11 ve beyaz peynirin fiyatı ise 13.5 kata yakın artış göstermiştir. Ülkemizde ekmeğe zam yapmanın bir diğer yolu olan gramaj düşürülmesi olduğu da aklıma geldiğinden, konunun bu boyutunu internet ortamında araştırdığımda, birden fazla adreste bu konuda bilgi bulunduğunu gördüm. Özellikle enflasyonun tırmandığı dönemlerde, ekmeğin gramajı düşürülürken fiyatında da düşük düzeyde artışlar yer aldığını bu yazılarda da gözlemledim. Diğer bir deyişle Tablo 8 de 1979 yılında ekmeğin kilogram fiyatı 10,43 görünmesine karşın, 1979-1980 de piyasada bulunan ekmeğin 555 gram olarak 4,00 dan satıldığı bilgisini bir blogda gördüm[5].

1965-1980 döneminde yer alan bütün bu olumsuzluklara rağmen, anlaşılması güç bir şekilde sandığa gitmeyen seçmen sayısı Tablo 6 dan da görüldüğü üzere, 3.931.075 ten 5.849.099 a 1.918.024 kişi artmıştır. Oysa bu sandığa gitmeyen seçmenlerin en az yarısı sandığa gidip toplumda ayrıştırıcı olmayan, Cumhuriyet’in kazanımlarına sahip çıkan, sağ-sol çatışmasına karşı çıkan ve etkin bir istikrar programı uygulayan parti veya partilere güç verebilmiş olsa idi, toplumsal barış ve ekonomide istikrarlı bir büyüme büyük olasılıkla sağlanabilir ve 1980 yılında askerin yeniden müdahale etmesinin önüne de geçilebilir ve demokrasimiz olgunlaşma sürecini sürdürebilirdi diye düşünüyorum. Bu bağlamda eleştirilerim sadece sandığa gitmeyen seçmenlere yönelik değil. Özellikle önde gelen iki büyük partinin sandığa gitmeyen seçmen kitlesini sandığa getirme konusunda da yeterli çabayı göstermediklerini düşünüyorum.

13 Ekim 1973 te yeni seçim gününden önce Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ın görev süresi 28 Mart 1973 gün dolacaktı. Bu arada 5 Mart 1973 günü dönemin Genel Kurmay Başkanı Gürler emekliliğini istedi ve kabul edildi. Cumhurbaşkanı 7 Mart 1973 günü Gürler’i kontenjan senatörü olarak atadı. Bu Gürler’e Cumhurbaşkanı adayı olma olanağını verdi. Ancak AP Genel Başkanı Demirel ile CHP Genel Başkanı Ecevit, 1960 başlayan askerlerin Cumhurbaşkanı olma sürecinin sürmemesi konusunda uzlaştılar. İlk turda Gürler 175 oy aldı ve seçilemeyeceği görüldü. Bunun üzerine Sunay’ın görev süresinin uzatılması gündeme geldi. Ancak bunun için Anayasa’da değişiklik yapılması önerisi 1 oy farkla reddedildi. Bunun üzerine AP, CHP ve CGP Genel Başkanları, dönemin Anayasa Mahkemesi Başkanı Muhittin Taylan’ı aday gösterme önerisi ile Cumhurbaşkanına götürdüler. Ancak Sunay Taylan’ı kontenjan senatörlüğüne atamak istemedi. Bunun üzerine, Ecevit ve Demirel o tarihlerde senato üyesi olan eski Deniz Kuvvetleri Komutanı ve daha sonra Moskova Büyükelçisi olan Fahri Korutürk’ün ismi üzerinde uzlaştılar ve Korutürk 6 Nisan 1973 günü yapılan son oylamada 365 oyla Cumhurbaşkanı seçildi, diğer aday Gürler ise 87 oy alabilmişti[6].  

Bu noktada okurlar, iyi de ülkenin bu sıkıntılı döneminde iki büyük parti, sorunları çözmek ve toplumsal barışı sağlamak için neden bir koalisyon hükümeti kurmamışlardır sorusunu sorabilir. Bu haklı ve yerinde bir sorudur. Böyle bir hükümetin neden kurulamadığını açıklamaya çalışan çeşitli makalelere internet ortamında ulaşabilmek mümkündür. Bu konuda ve demokrasimizin çağdaş bir demokrasi olma ve olgunlaşma arayışlarına yönelik yeni makaleler ve araştırmaların gelecek yıllarda da yazılmaya devam edeceğini düşünüyorum. Ancak iki büyük partinin liderleri Ecevit ve Demirel’in Cumhurbaşkanı seçim sürecinde izledikleri işbirliği ve uzlaşı anlayışını yukarıdaki paragrafta örnekleri ile açıkladım. Birlikte hükümet kurma konusunda neden bir araya gelemedikleri konusunda okurların internet ortamındaki kaynaklara baş vurmaları gerecektir. Zira bu yazının konusu sandığa gitmeyen seçmenle sınırlıdır.

İncelenen bu döneme ilişkin olarak anımsamakta fayda gördüğüm iki gelişme de şunlardır. Birincisi, 3 Eylül 1979 günü TBMM de Maliye Bakanı İsmet Sezgin için gensoru önergesi verilmiş, 5 Eylül 1979 günü de Dışişleri Bakanı Hayrettin Erkmen için daha önce verişmiş gensoru oylamış ve bakan verilen güvensizlik oyları ile düşürülmüştür. İkinci Gelişme ise, 27 Aralık 1979 günü Genel Kurmay Başkanı Kenan Evren ve Kuvvet Komutanları Cumhurbaşkanı Korutürk’e 27 Aralık 1979 günü, “… anarşi, terör ve bölücülüğe karşı siyasal partilerin ve diğer anayasal kuruluşların bir araya gelmelerini ve gereken tedbirleri almalarını ısrarla istediği …” belirten bir muhtıra vermişlerdir[7]. Birkaç ay sonra 6 Nisan 1980 günü Cumhurbaşkanı Korutürk’ün 7 yıllık görev süresi tamamlandı ve Anayasa hükmü gereği Senato üyeliğine geçti. Cumhurbaşkanına Cumhuriyet Senatosu Başkanı ve eski Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil vekalet etmeye başladı. Bu arada Cumhurbaşkanı seçimi için Senato ve Millet Meclisinin ortak toplantılarında 25 Mart 1980 günü oylamalara geçildi. Adaylar yine ordudan emekli olmuş kişilerdi. İlk iki turda iki meclisin toplamının 3 te iki çoğunluğu 423 e ulaşılamadı, izleyen turlarda ise salt çoğunluk olan 318 sayısı aranmasına ve yüz onu aşkın tur yapılmasına ve birçok turda yeterli çoğunluk olmadığı için toplantılar ertelenmesine rağmen adaylardan hiçbirisi bu sayıya ulaşamadı. İki büyük partinin Genel Başkanları Cumhurbaşkanı seçimde, 1973 de olduğu gibi uzlaşı ile ortak bir aday belirleyemediler. 12 Eylül 1980 günü Ordu yönetime el koydu.

12 Eylül 1980 de başlayan askeri yönetim döneminde yeni bir Anayasa yapıldı ve halk oylamasına sunulup kabul edildi. Yeni Anayasa ile 1960 Anayasasının demokrasimize kazandırdığı bazı hususlar değiştirilmiştir. Cumhuriyet Senatosu kaldırılmıştır. Siyasi partilerin aldıkları oylara uygun olarak TBMM de temsil edilmesine yönelik ilke kaldırılmış, yine d’Hondt uygulaması devam etmesine rağmen yüzde 10 barajı konulmuştur. Bu bağımsız olarak seçime girenler için tanımı gereği uygulanmayacaktı. 1960 Anayasasının sağladığı geniş özgürlükler de 1980 öncesinde yaşanan olaylar nedeni ile kısıtlanmıştı. 1980 öncesindeki Cumhurbaşkanı seçiminde yaşanan durumun yeniden yaşanmaması için Anayasanın 101 ve 102 nci maddelerine şu hükümler konulmuştu. Cumhurbaşkanı seçimine, mevcut Cumhurbaşkanının görev süresinin dolmasından 30 gün gün önce veya bu makamın boşalmasından 10 gün sonra başlanacağı ve aynı kişinin iki kez Cumhurbaşkanı seçilemeyeceği hükmü konulmuştu. Ayrıca, Cumhurbaşkanının üçer gün arayla yapılacak ilk iki turda TBMM üye tam sayısının üçte iki çoğunluğuyla seçilmesi, seçilemez ise, üçüncü tura geçileceği ve bu turda seçim için aranan sayı üye tam sayısının salt çoğunluğu öngörülmüş ve bu oylamada da seçilemez ise bu oylamada en çok oyu alan iki aday arasında dördüncü tur seçime gidilmesi ve bu turda da adaylardan birisinin üye tam sayısının salt çoğunluğunu alamaz ise TBMM seçimlerinin yenileneceği kuralı konulmuştu.  

2002 seçimi

Tablo 1 de sandığa gitmeyen seçmenlerin kayıtlı seçmen sayısı içindeki payının yüzde 20 fazla olduğu (20,86) diğer bir seçim de 2002 seçimidir. 1999 seçiminde sandığa gitmeyen seçmen oranı yüzde 12.91 gibi en düşük düzeylerden biri iken, 2002 de 8 puan artarak yüzde 20,86 ya ulaşmış ve  2007 seçimlerinde yeniden yüzde 15,75 e gerilemiştir. Bu seçimde sandığa gitmeyen seçmen ile gidip de geçersiz oy kullanan seçmen sayısı sırasıyla 8.638.866 ve 1.239.378 olup, toplamda 9.878.244 kişidir.  

Bu noktada anımsanması gereken bir husus da, 1980 askeri müdahalesi sonrasında seçim kanununda yapılan değişikliklerden biri de partiler için seçim barajının çok yüksek düzeyde yüzde 10 olarak belirlemesidir. Bağımsızlar için bir baraj konulmamış, d’Hondt hesaplamasına göre durumu belirlenmesi öngörülmüştür. Bu seçime ilişkin bilgilerin en önemli boyutu, yüksek seçim barajının, özellikle sandığa gitmeyen seçmen sayısının yüksek olduğu ve oyların çok partiler arasında dağıldığı durumlarda, TBMM de partilerin temsilinde yol açabildiği dengesizliği çok net bir biçimde göstermesidir.

Tablo 9 dan da görüleceği üzere, sandığa gitmeyen seçmen ile geçersiz oy kullanan seçmen sayısı ve oranı, seçimde birinci partinin aldığı oy verilerine çok yakındır. Geçerli oyların barajı geçen boyutunu alan partiler ile bağımsızların oylarının toplamı Tablo 9 dan da görüleceği üzere (34,28+19,39+1.00=) yüzde 54,67 dir. Aynı hesaplama kayıtlı seçmen sayısı üzerinden yapılırsa (26,10+14,76+0,76=) yüzde 41,62 olmaktadır. Diğer bir deyişle, kayıtlı seçmenin ancak yüzde 41.62 si TBMM de temsi edilme fırsatını bulabilmiştir. 1980 de seçim kanununda yapılan değişiklikler bu seçimde, geçerli oyların azımsanmayacak boyutu olan yüzde 5 ve üzeri oy alan en az beş partinin TBMM de temsiline engel olmuştur. Tablo 9 dan da görüleceği üzere, bu beş partinin geçerli oyların sırasıyla aldıkları oy, (3.008.942+2.635.787+2.285.598+1.960.660+1.618.465=) olmak üzere toplamda 11.509.452 dir. Diğer bir deyişle, 2002 seçimlerinde birinci partinin oylarında daha fazlası, 1980 de kabul edilen yüzde 10 barajı nedeniyle TBMM de temsil edilememiştir. 2002 seçimlerinde sandığa gitmeyen seçmenler ile geçersiz oy kullananların en az yarısı sandığa gitse ve geçersiz oy kullanan seçmenlerin de en az yarısı geçerli oy kullanıp bu barajı aşamayan partilere oy vermiş olsa idi, muhtemelen TBMM de en az beş parti temsil edilecek ve toplumdaki farklı görüşlerin bir arada var olarak demokrasi kültürümüzün daha sağlıklı gelişmesine katkıda bulunması sağlanmış olabilecekti.  Tablo 9 daki veriler, sandığa gitmenin ülke demokrasisine ne denli katkıda bulunabileceğini somut olarak ortaya koymaktadır.

2007 Halk Oylaması ve sonuçları

Tablo 1 den yüzde 20 den fazla kayıtlı seçmenin sandığa gitmediği iki halkoylaması 2007 ve 2010 yılındaki Halk oylamalarıdır. 2007 de halkoylamasına sunulan Anayasa Değişikliği oylaması konusundaki YSK’nın 30.10.2007 tutanağındaki veriler ve onlara ilişkin olarak halkoylamasına katılmayanların sayı ve oranları Tablo 10 da okurların bilgisine sunulmuştur. Tablo 10 dan da görüldüğü üzere, bu halkoylamasında sandığa gitmeyenlerin sayısı 13.870.933 kişi ve geçersiz oy kullananlar ise 661.659 kişidir.

Tablo 10 dan da görüleceği üzere, anayasa değişikliği, geçerli oy kullananların yüzde 68.95 nin oyları ile kabul edilmiştir. Ancak Anayasa değişikliğinin kabulü için verilen 19.422.714 oy, 13.870.933 kişi sandığa gitmediği için, kayıtlı seçmen sayısının (19.422.714/42.690.252=) yüzde 45.50 si olmuştur. Bu da sandığa gitmemenin oylama sonuçlarını nasıl etkilediğini açıkça ortaya koymaktadır.

Sandığa gitmeyenlerden 10.7 milyonu sandığa gidip hayır oyu kullanmış olsa idi, Anayasa değişikliği kabul edilmeyebilirdi. Bu sayı dahi sandığa gitmeyen seçmenin sandığa gittiğinde sonuçları etkileyebilme potansiyel gücünü göstermektedir.

Bu halkoylaması sonucu ile Anayasa’ya, Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi kuralı dahil olmuştur. Böyle bir değişikliğe gidilmesinin nedeni ise, 27 Nisan 2007 günü TBMM de Cumhurbaşkanı seçimi öncesinde CHP’nin Anayasa’nın 102 maddesi uyarınca oturumun açılabilmesi için en az 367 milletvekilinin bulunması gerektiği uyarısı üzerine açılan usul görüşmeleri sonucunda Başkanının toplantıyı İç Tüzüğün 96 ncı maddesine uygun olarak açılması gerektiğini belirtmiş ve bunu Genel Kurul’un oyuna sunmuş ve kabul edilmesi üzerine yapılan Cumhurbaşkanı seçiminde 361 üye olduğu görülmüştür. CHP birinci tur oylamanın iptali için Anayasa Mahkemesinde dava açmıştır. Anayasa Mahkemesi davayı görüşmüş ve birinci oylamanın iptalini oy çokluğu ile kabul etmiş ve gerekçeli kararı 27 Haziran 2007 tarihli Resmi Gazetede yayınlanmıştır. TBMM de 31 Mayıs 2007 günü kabul edilen Anayasa değişikliği kanunu, 21 Ekim 2007 günü halkoylamasına sunulan ve kabul edilen Anayasa değişikliği ile 96 ıncı maddeye, “TBMM’nin yapacağı seçimler” de dahil edilmiştir.

Ancak Anayasa değişikliğinin halkoylaması yapılmadan önce 22 Temmuz 2007 günü Milletvekili seçimleri yapılmıştır. Buna göre AKP 341, CHP 112, MHP 70 ve bağımsızlar da 26 milletvekili çıkarmışlardır. TBMM 23 Temmuz 2007 günü toplanmış ve Cumhurbaşkanı seçimi için halkoylaması sonucu beklenmek yerine, Meclis’te 20 Ağustos 2007 günü Cumhurbaşkanı seçim süreci başlatılmıştır. Bu sürece ilişkin bilgiler Tablo 11 de yer almaktadır.

Halkoylamasına sunulacak yasanın TBMM’de kabul edilmiş ve buna göre Cumhurbaşkanının halkoylaması ile seçilme kuralı getirilmiş olmasına rağmen, 20 Ağustos 2007 günü Meclis’te Cumhurbaşkanlığı seçimi yapılmış ve seçilmiş olmasının da 21 Ekim 2007 halkoylamasında seçmenlerin bir bölümünün, nasıl olsa Cumhurbaşkanı seçildi anlayışı ile sandığa gitmemesini özendirdiği ve sandığa gitmeyenlerin önemli bölümünün hayır oyu kullanacaklar olduğu Tablo 10 anlaşılmaktadır.

Tablo 11 den de görüleceği üzere, Cumhurbaşkanlığı seçiminin üç turunda da, Cumhurbaşkanı seçimi için Anayasanın 102 nci maddesinde öngörülen TBMM üye tamsayısının üçte iki milletvekili olan 367 den fazla milletvekili katılmıştır. Bunu sağlayan husus, seçimde üç adayın yarışmış olmasıdır. Bilindiği üzere, bir seçimi seçim yapan temel unsur da iki veya daha fazla adayın yarışmaya katılmasıdır.

 2010 Halkoylaması ve sonuçları

2010 Anayasa değişikliği için yapılan halkoylamasına katılım da yüzde 73,71 gibi düşük bir orandadır.

Tablo 12 den de görüldüğü üzere, yaklaşık 13.7 milyon seçmen sandığa gitmemiştir. Evet ve hayır oyları arasındaki fark (21.787.244-15.856.793=) 5.930.451 dir. Sandığa gitmeyen seçmenlerin oyu, bu farkın (13.682.729/5.930.451=) 2.3 katıdır. Dolayısı ile sandığa gitmeyenlerin yarısı bile hayır oyu kullanmış olsa idi, değişiklikler kabul edilmeyebilirdi. Diğer bir bakış açısıyla, Anayasa değişikliği kayıtlı seçmenlerin yüzde 41,86 sı ile kabul edilmiştir.  

2014 Cumhurbaşkanı seçimi

Şimdi de kısaca, 2014 Cumhurbaşkanı seçimi ile ilgili verileri kısaca değerlendirmek istiyorum. Bu seçimin özelliği, Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi ile ilgili Anayasa değişikliğinden sonra yapılan ilk seçim olmasıdır. Bu amaçla Tablo 13 ü düzenledim.

Tablo 13 ten de görüldüğü üzere, 10 Ağustos 2014 Cumhurbaşkanı seçiminde sandığa gitmeyen ve geçersiz oy kullananların toplamı (14.409.214 + 737.716=) 15.146.930 kişidir. Adaylardan en çok oyu alanlar arasındaki oy farkı ise, (21.000.143-15.587.720=) 5.412.423 kişidir. Bu durumda, sandığa gitmeyen ve geçersiz oy kullanan seçmenlerin üçte biri sandığa gidip ikinci sıradaki aday desteklese idi, seçim ikinci tura kalabilirdi. Sandığa gitmeyen ve geçersiz oy kullanan 15 milyonu aşkın seçmen, seçimin, kayıtlı seçmen sayısının (21.000.143/55.692.841=) yüzde 37,70 i ile kazanılmasına da zemin hazırlamıştır.

2018 Cumhurbaşkanı seçimi

Son olarak da 2018 Cumhurbaşkanı seçim verilerini değerlendirmek istiyorum. Bu amaçla Tablo 14 ü hazırladım.

Tablo 1 den de anımsanacağı üzere 2018 Cumhurbaşkanı seçimine katılım oranı en yüksek oranlardan birisidir. Tablo 14 den de görüldüğü üzere, sandığa gitmeyen seçmen sayısı, 8.169.510 ile, 2002 yılından bu yana gerçekleşenlerin tüm seçimlerin en düşük rakamıdır.

En yüksek oyu alan ilk iki adayın arasındaki oy farkı (26.330.823- 15.340.321=) 10.990.502 dir. Bu sayı, sandığa gitmeyen seçmenler ile gidip geçersiz oy kullanan seçmenlerin toplamından da büyüktür. Bunun nedeni yüksek katılım oranı yanında 6 adaylı bir seçim olması nedeniyle adaylar arasında kendi eğilimine uygun bir aday görebilenlerin sandığa gidip oy kullanmayı özendirmiş olmasıdır. Ancak bu seçimin en önemli yönü, yasal düzenlemeler sırasında yoğun tartışmalar sonucunda ülkenin Meclis’e dayalı ve sorumlu Hükümet sisteminde başkanlık hükümeti sistemine dönüştürmüş olmasıdır. Bu seçimde de başkanlık modelini uygulayacak Cumhurbaşkanının kayıtlı seçmenlerin (26.330.823/59.367.469=) yüzde 44.35 oyunu aldığını görüyoruz. 

Yukarıdaki bilgilerden de görüldüğü üzere, 3 Kasım 2002 seçimlerini kazanarak TBMM giren Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) o tarihten günümüze değin ülkemizi yönetmektedir. Bu süre içerisinde AKP Genel Başkanı R. T. Erdoğan, 9 Mart 2003 günü yapılan ara seçimlerinde Siirt’ten milletvekili seçilmiştir. O günden sonra R.T. Erdoğan, önce Başbakan daha sonra da, 10 Ağustos 2014 de Cumhurbaşkanı seçildi. 16 Nisan 2017 de halkoylamasına sunulan Anayasa değişikliği ile parlamenter sisteme son verilerek ve başbakanlık kaldırılarak yerine başkanlık sistemi getirildi, 24 Haziran 2018 günü Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan yeniden partili Cumhurbaşkanı olarak seçildi. Bu bilgilerden de görüldüğü üzere, AKP ve Genel Başkanı 20 yılı aşkın süredir kesintisiz olarak ülke yönetimin başında bulunmaktadır. Cumhurbaşkanı R. T. Erdoğan, Türkiye’yi Başbakan ve Cumhurbaşkanı olarak en uzun süre yöneten siyasetçi konumundadır. Demokrasi ile yönetilen ülkelerde genelde, iki seçim dönemi sonrasında iktidarların değişmesi adeta bir gelenek haline gelmiştir. Bu demokrasi geleneği yüksek ülkelerde yeni politikalar üretilmesine ve siyasi kadroların deneyim kazanmalarına da zemin hazırlaya gelmiştir. Zaman zaman bunun istisnalarına da rastlanır, örneğin Margaret Thatcher İngiltere’de yaklaşık 11 yıl başbakanlık yapmıştır, aynı şekilde Angela Merkel de Almanya da 16 yıl dolayında başbakanlık yapmıştır.

Yirmi yıldır iktidar tarafından uygulanan toplumumuzu yakından etkileyen yasal düzenlemeler, iç ve dış politikalar, tartışmalar, kullanılan diller, ekonomideki ve demografik yapımızı etkileyen gelişmeleri hep birlikte yaşayageldik ve belleğimizde tazeliğini korumakta olduğu için daha önceki dönemler için bellek tazelemek için yaptığım tablolara benzer tablolar sunmayacağım. Geçmişe ilişkin veriler ve bilgilerin büyük çoğunluğu belleklerden silindiği ve bulunması zaman alıcı olduğu için o tabloları okurlar için hazırlama gereği duymuştum. Ayrıca son yirmi yıla ilişkin bilgilere, tartışmalara ve değerlendirmelere internet ortamında kolayca erişip okuyabilme olanağımız da mevcut. Diğer taraftan seçim sürecine girildiği için partilerin ve adayların karşılıklı söylemleri ve bunların yorumlanması her an görsel ve yazılı basında erişebilmemize açıktır.  

Sanırım buraya kadar sunduğum bilgiler, sandığa gitmeyen seçmenlerin sahip olduğu seçimlerin sonuçlarını etkileme gücünü açıkça ortaya koymuştur. Bu noktada sandığa gitmeyen seçmenlerden bazıları, ortaya koyduğunuz verilerde haklı olabilirsiniz, ancak bizler örgütlenmemiş dağınık bir kitleyiz ve ben yalnız 1 kişiyim diyebilir. Benim o değerli seçmene anımsatmak istediğim bir gerçek var, yağmur damlaları ve kar taneleri de 1 er küçük ve yalnız zerreciklerdir. Ancak yağdıklarında dereler, ırmaklar haline gelir, barajları doldurur, çığ olurlar. Ayrıca, siyasi partiler de sizlerin sandığa gelmeniz için size erişme çabası içindedirler.

Diğer taraftan bu seçimlerde, geçmişe göre seçmenin oylarını değerlendiren iki yasal düzenleme mevcuttur. Bunlardan birincisi, baraj oranı yüzde 10 dan dünya ölçeğinde hâlâ çok yüksek olmakla birlikte yüzde 7 ye indirilmiş durumdadır. Diğeri ise partilerin ittifak kurarak oylarını birleştirebilme olanağına sahipler. Dolayısı ile sandığa gidildiğinde her bir oy geçmiş seçimlere göre çok daha güçlü durumdadır.

Ülkemizin yakın geçmişte yaşamak zorunda kaldığı deprem felaketi de birey olarak pek azımızın farkında olduğu bir gerçeği bütün çıplaklığı ile anlamamızı sağladı. Deprem bizlere, en çabuk yıkılan binaların “kolonları kesilmiş olanlar” olduğunu gösterdi.

Cumhuriyetimizin ve demokrasimizin üzerine kurulduğu, üzerinde yükseldiği ve sonsuza değin yükselmeye devam edeceği “kolonlar”, Atatürk’ün önderliğinde TBMM tarafından yaşama geçirilen “devrim kanunları”dır. Bu devrimler, Devletimizi ve bireylerimizi çağdaş dünyanın saygın birer üyesi konumuna taşımışlar ve o konumda yaşatmışlardır. Bu devrimler dikkatle incelendiğinde onların, Osmanlı Devleti’nin önce çöküşüne sonra da tarihe karışmasına neden olan zafiyetlerin, Cumhuriyetin bünyesine sürmemesi için yapıldıkları açıkça görülür ve anlaşılır. Uzun süredir, bazı çevrelerce, bu kolonlara yönelik açıktan ve dolaylı zayıflatma, yıpratma ve etkisizleştirme çabaları sergilene geldi.   

O nedenle, O Kolonları korumaya ve güçlendirmeye yönelik çaba göstere gelen adaya ve partilere destek olmak üzere sandığa gidip oyumuzu kullanmak ve sandığa sahip çıkmak yükümlülüğümüz vardır.

Hikmet Uluğbay


[1] Vurgun Şanser, “1950-1960 dönemi seçim sistemlerinin meclise yansıması”, dergipark.org.tr. 

[2] “12 Mart Muhtırası’nın üzerinden 50 yıl geçti: 12 Mart Muhtırası nedir?”, Sözcü Gazetesi 12 Mart 2021 ve Wikipedia “12 Mart Muhtırası maddesi”.

[3] “12 Mart Muhtırasına Nasıl Gelindi ve İsmet İnönü – 1971” İnönü Vakfı, “33. Hükümet maddesi” Wikipedia.

[4] TÜİK 1923-2013 İstatistik Göstergeler, Tablo 17.5 Döviz kurları sayfa 569.

[5] Kotaman Murat, “Yıllara Göre Ekmek Fiyatları Analizi”, Kotaman.com

[6] Aydın Hasan, “Korutürk’lü yıllar – Muhtıra ile darbe arasında zor görev”, Milliyet Gazetesi 5 Mart 2013.

[7] Wikipedia “27 Aralık Muhtırası” maddesi.

Bir Cevap Yazın

Please log in using one of these methods to post your comment:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s