Ayasofya’nın Müze Yapılma Mantığını Anlamak

Ülkemiz siyaseti ve yazılı basını uzunca bir süredir, Ayasofya Müzesi’nin yeniden cami olarak kullanıma açılmasını tartışa geldi. Bu tartışma, Danıştay 10 uncu Dairesi’nin 2 Temmuz 2020 günü, 24 Kasım 1934 tarihli Ayasofya’nın müze olmasına ilişkin Bakanlar Kurulu kararını iptal etmesi ile son bulmadı. Yeni bir tartışma süreci başlatılmış oldu. Geçmişteki tartışmalar sırasında konu birçok yönü ile ele alınmıştı. Ancak izleyebildiğim kadarı ile bu tartışmalarda ve Danıştay’daki dava sürecinde, Ayasofya’nın müze yapılmasının mantığı üzerinde pek durulmadığını gözlemlediğim için, bu konudaki düşüncelerimi okurların bilgisine sunmak üzere bu yazıyı kaleme aldım. Yazıda çeşitli belgelerden yaptığım alıntılardaki vurgular tarafımdan yapılmıştır.

Öncelikle belirtmeliyim ki, ülkemizde yürüte geldiğimiz konular üzerinde düşünme ve tartışma anlayış ve yaklaşımımız çok boyutlu olmaktan çok, tek boyut içine hapsedilme şeklinde ola geldi/getirildi. Aynı anlayışla, Osmanlı Devletinin çöküş sürecini başlatan ve hızlandıran nedenler üzerinde de tarih kitaplarının büyük çoğunluğunda yeterince tartışılmadığını gözlemliyoruz. Cumhuriyetin kuruluş aşamasında alınan kararların temelinde, bu çöküş sürecinden çıkarılan derslerin çok önemli yeri ve rolü olduğu da, ne yazık ki, görülmek ve bilinmek istenmiyor.

Osmanlı Devletindeki bünyesel zayıflıkların, kötü yönetimin, savaşların ve isyanların yıkıcı etkileri

Tarihçi Ord. Prof. Enver Ziya Karal, beş ciltlik “Büyük Osmanlı Tarihi” isimli eserinin 1789-1856 dönemini incelediği birinci cildin girişinde şu gözlemden bulunmuştur; “… Bu geniş sınırlar içinde uzanan toprak ve suların yer kaplamı aşağı yukarı 4 milyon kilometre kare, nüfusu ise aşağı yukarı 25 milyondu. Nüfusun göze çarpan özelliği her türlü birlikten mahrum oluşu idi. Irk bakımından imparatorluk halkı, türlü köklerden gelmekte idi. İmparatorluğu kuran, genişleten ve yöneten Türkler yanında, onların idaresini kabul etmiş olan Grekler, Latinler, Slavlar, Çerkezler, Gürcüler, Ermeniler, Sâmi kökten olan Araplar ve Yahudiler vardı. Türklerin müsamahacı siyaseti sayesinde her ırk veya ırk bölümü, dil, din ve geleneklerine sahipti. Bundan ötürü imparatorlukta din ve kültür birliği de kurulamamıştı.

“İslâmlık, Hıristiyanlık ve Musevilik, imparatorluğun belli başlı inanç sistemleri idi. İslâmlar: Sünnî, Şiî, Vahhabî, Hıristiyanlar, genel olarak, Katolik, Ortodoks, Protestan; Museviler ise Maminler, Talmutçular, Karaimler bölümlerine ayrılmıştı. İslâmlar, imparatorluk içinde Hıristiyanlara göre çoğunluk idi. …[1]

Karal aynı bölümde imparatorluğun yakın çağların başındaki, 1789 yılı dolaylarında, eğitim yapılanması hakkında da şu bilgileri vermektedir. “Yakın çağların başında Osmanlı Millî Eğitimi, imparatorluğun kuruluş zamanındaki şeklini muhafaza etmekte idi. İlköğretim mekteplerde, yüksek öğretim medreselerde verilmekte idi. Bugünkü manada orta öğretim veren bir okul yoktu. … Mekteplerde Arap alfabesi öğretildikten sonra Kur’an okumasına başlatılırdı. Çocuklar, manasını hiç anlamadıkları Arapça Kur’an’ı çok kere ezberlerdi. … (Medreselerde) Öğretim dili Arapça idi. Bu dilde tarifler, cins ve has isim ezberlemeleri, öğretimin ağırlık noktası idi. Sözün kısası, yakın çağların başında medrese öğretimi yüksek öğretim olmaktan uzaktı. Medreseden yetişen ve ulema adını taşıyan Osmanlı bilginleri, Aristo (M.Ö. 385-323) devrini bir saman çöpü geçmemiş durumda idiler. … Fakat Osmanlı uleması, her şeyden önce, devletin şeriat ve adalet işlerini görmek için yetiştirilmişti. Bu işlerin görülmesinde artık doğru olmak yetmiyordu, bilgili olmak da lazımdı. Halbuki ulema gerçek bilginin cahili idi. … Medresenin içinden ve dışından yetişmiş yüksek ve hamiyetli bilginlere de, yakın çağlar başlarında, rastlanmakta idi. Onlar, kendilerini kurtarmağa muvaffak olmuşlardı. Fakat o kadar azlardı ki imparatorluğu inhitattan (çökmeden) kurtarmak için büyük tesirleri olamazdı. …[2]” Karal’ın Müslüman halkın eğitimine ilişkin olarak anlattıklarının yanında, gayri Müslim toplumların da her biri kendi eğitim kurumları ve eğitim içerikleri vardı. Bunlara ek olarak gayri Müslim toplumları eğitmek üzere kurulmuş misyoner okullarının yanında yabancı ülkelerin de okulları mevcuttu.  Hem gayri Müslim uyrukluların hem de bu misyoner okullarında verilen eğitimin içeriği Osmanlı Devletinin okullarında verilenlerden çok daha güncel, çağdaş ve kimlik belirleyici ve geliştirici nitelikte idi.

Yeni Çağ başlarında Osmanlı ordusunun içinde bulunduğu durum konusunda da Karal şu bilgileri vermektedir. “İmparatorlukta devamlı ordu, yeniçeri ocağı idi. Bu ocak, kanunnamelerinin ruhuna uygun olarak geliştiği vakitler, imparatorluğun kurulmasının ve genişlemesinin başlıca amillerinden biri olmuştu. Fakat XVII nci yüzyıldan başlayarak ocağın kanunnameleri bir tarafa bırakılmış ve yerlerine manasız gelenekler geçmişti. Bu sebeple de yeniçeri ocağı devlet otoritesinin dayanağı olmaktan çıkmış, ocak devlet içindir prensibi yerine, devlet ocak içindir formülü yer almıştı. … Bu ciheti bilmemezlikten gelerek yeni bir düzen kurmak teşebbüsünde bulunan padişah ve sadrazamlar arasında yalnız mevkilerini değil, fakat başlarını da kaybedenler olmuştu. …[3]

Osmanlı Devletinde, daha önceki yüzyıllarda da isyan olayları yaşanmıştı, ancak Yeni Çağ’ın başlangıcından itibaren başlayan isyanlar, Fransız ihtilalinin de etkisi ile, büyük çoğunluğu ve özellikle Balkanlardakiler ayrılıkçı, bağımsızlıkçı isyanlar olarak ortaya çıkmıştır. Bu ayrılıkçı isyanlar başta Rusya olmak üzere büyük Avrupa ülkeleri tarafından özendirilmiştir. Karal bu isyanlar konusunda da şu saptamayı yapmıştır. “Zaman zaman devlet otoritesinin İstanbul’da bile silinmesi veya zayıflaması, eyaletlerde de tesirini gösteriyordu. Vezirlerden tıyneti (huyu, mayası) bozuk olanlar ve mütegallibe (zorba) durumunda bulunan kişiler, durumdan faydalanarak mevcut düzeni kendi kârlarını sağlayacak şekilde bozmakta tereddüt etmiyorlardı (duraksamıyorlardı). Bu gibi hareketlerin neticesinde de mahalli bir takım âyanlıklar (ileri gelenlerin devlet otoritesini göz adı eden konuma gelmeleri) veyahut derebeylikler kuruluyordu. …[4]

Karal, Napolyon’un Mısır’a çıktığı dönemde Osmanlı devletinin uğraştığı ve başa çıkamadığı isyanlar konusunda şu örnekleri vermektedir. “Fransızların Mısır’a çıkarma yaptıkları anda, Osmanlı devleti Vidin’de (bugünkü Bulgaristan’ın kuzey batı ucunda Tuna nehri kıyısındaki yerleşim yeri) Pazvantoğlu (isyanı) ile uğraşmakta idi. Bu isyan, devletin bir kısım kuvvet ve servetini (üzerine) çekmekte olmasına rağmen bastırılamıyordu.  … İmparatorluğun güneyinde Hicaz’da Vahhabilik diye dinî bir isyan da Osmanlı devletinin temeli olan din birliğini kemirmeğe başlamıştı. Hükümet bu isyanın da hakkından gelemiyordu.[5]

Amerikalı tarihçi Justin McCarthy, Yeni Çağ boyunca Osmanlı devletinin çöküşe ve yıkıma doğru gidişini şu gelişmelerle açıklamaktadır. “Osmanlı’nın zayıflama nedenleri hakkında tarihçiler arasında görüş birliği yoktur. Piyasadaki değişikliklerin Osmanlı ekonomisini olumsuz yönde etkilemesi kadar, geleneksel Osmanlı yönetim sisteminin zaman içinde yozlaşması da mutlaka iç zayıflamaya neden olmuştur. … Osmanlılar zafiyetlerinin farkına vardıklarında kendilerini değişim yapamayacak kadar maddi olanaksızlık ve yönetim güçsüzlüğü içinde buldular. Düşmanlarından devamlı hissettikleri baskı, ani değişimi zorunlu kıldıysa da, Avrupalıların beş yüz senede kazandıklarını Osmanlıların birkaç nesilde özümsemeleri mümkün olamadı. 1800 lü yıllara gelindiğinde, Osmanlı imparatorluğu yönetimi içeride zayıf düşmüştü; imparatorluğu düşmanlarına karşı koruyacak modern kara ve deniz orduları kurmak bir yana, mevcut Osmanlı askeri sisteminin masraflarını karşılayacak ve kontrol altında tutacak kadar bile mali gücü kalmamıştı. 19 uncu yüzyılda yapılan reformlar Osmanlı kuvvetlerini Osmanlı iç düşmanlarını bastırıp imparatorluğun merkezi kontrolünü etkinleştirecek seviyeye getirmişti, fakat artık Osmanlı’nın dış düşmanlarına karşı duracak takati kalmamıştı. Avrupa güçlerinin orduları daha talimliydiler, silahları üstündü ve sayıları Osmanlı kuvvetlerinden çok daha fazlaydı. Bu kadar güçlü düşmanlar karşısında, Osmanlıların iç işlerinde reform yapacak ‘bir nebze bile fırsatları olmadı.[6]” McCharthy, bu gözlemlerinin devamında, Osmanlı devletinin 1820-1923 arasında taraf olduğu savaşlar ve yaşadığı isyanların yer aldığı yılları saymıştır. Ben bu bilgileri, Karal’ın Büyük Osmanlı Tarihini tarayarak iki tabloda toplayıp isimlendirdim. Tablo 1 de Osmanlı devletinin 18 inci yüzyılın son döneminden başlayarak taraf olduğu savaşlar yer almaktadır.

Tablo 1

1787-1918 döneminde Osmanlı Devletinin

taraf olduğu savaşlar

Savaşılan ülkeler

Savaşılan yıllar

1 Rusya ve Avusturya

1787-1792

2 Fransa’nın Mısır’ı işgaline karşı

1797-1800

3 Rusya

1809-1812

4 Rusya

1828-1829

5 Navarin’de Osmanlı donanmasının İngiltere ve Rusya tarafından yok edilmesi

1827

6 Mısır Valisi Mehmet Ali Paşanın Suriye ve Anadolu’ya yayılması

1831-1833

7 Rusya Kırım Savaşları

1853-1856

8 Karadağ

1858-1858

9 Sırbistan ve Karadağ

1876-1876

10 Rusya

1877-1878

11 Yunanistan

1897

12 İtalya Trablusgarp’te

1911

13 İki Balkan savaşı; Yunanistan, Bulgaristan, Sırbistan ve Karadağ

1912-1913

14 Birinci Dünya Savaşı

1914-1918

Kaynak: Ord. Prof. Enver Ziya Karal Büyük Osmanlı Tarihi

Tablo 1 den de görüldüğü üzere, 1787-1918 döneminde, diğer bir deyişle 131 yılda, Osmanlı devleti 14 savaşın tarafı olmuştur. Yaklaşık 9 yılda bir en az bir yıl sürecek savaşlarla baş etmeye çalışmıştır. Bu savaşların bir bölümü, çıkan isyanların bastırılmasına karşı çıkan ve isyanların perde önünde ve arkasında özendiricisi olan Rusya ile yapılmıştır. Bu savaşların kaybedilmesi sonucu, bağımsızlığını elde eden ülkeler nedeni ile toprak kaybına uğranılması yanında, önemli savaş tazminatı ödenme zorunluluğu ile de karşılaşılmış ve dış borçlanma sürecine girilmiş, ayrıca donanmanın zaman zaman çok büyük kayıplar vermesi de söz konusu olmuştur.

Rusya 1774 tarihli Küçük Kaynarca antlaşması ile diğer hususların yanında, Osmanlı imparatorluğundaki Hıristiyanların haklarının koruyucusu konumunu elde etmiştir. Bu konuyu düzenleyen antlaşma maddeler şöyledir. “Madde VII. Bab-ı Ali, Hıristiyan dinini ve kiliselerini sürekli korumayı taahhüt eder, Rus Kraliyet Yönetiminin atayacağı elçilerin gerekli gördüklerinde yapacakları şikâyetler ile aşağıda XIV üncü maddede sözü edilecek olan İstanbul’da inşa edilecek yeni kilise için görevlendirilecek rahiplere yönelik isteklerini de dost ve komşu bir Devletin güvenilir temsilcisinin talepleri olarak dikkate almayı kabul eder.[7]” Yedinci maddede atıf yapılan on dördüncü madde hükmü ise şöyledir. “Madde XIV. Diğer devletlere tanındığı gibi Rus Hükümetine, Elçilik yerleşkesinde inşa edilen şapele ek olarak, Galata’da Beyoğlu Caddesinde, daima Elçinin koruması altında bulunacak olan halka açık bir Ortodoks kilisesi inşa etmesine izin verilecek ve her türlü saldırı ve zorlamalardan korunacaktır.[8]

Tablo 2 de 1797-1918 dönemindeki 121 yılda Osmanlı devletinin karşılaştığı isyanlar yer almaktadır.  Ortalama 7 yılda bir ciddi boyutta ve ayrılıkçı nitelikte isyan olayı yer almıştır.

Tablo 2

1795-1915 döneminde Osmanlı Devletinde çıkarılan isyanlar

İsyanlar

Yıllar

1 Pazvantoğlu-Vidin-Bulgaristan

1795-1802

2 Hicaz-Vahhabiler

1801

3 Kabakçı Mustafa

1807

4 Sırplar

1804-1817

5 Yunanlılar-Mora

1815-1830

6 Tepedelenli Mehmet Ali Paşa

1824-1827

7 Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa

1831-1840

8 Cidde olayları ve Suriye İsyanları

1858-1860

9 Karadağ

1861-1864

10 Girit

1866-1868

11 Bosna-Hersek

1875-1876

12 Bulgarlar

1848-1876

13 Ermeni ihtilal cemiyetleri kurulması

1880-1915

14 31 Mart

1908

15 Yemen

1908-1911

16 Arnavut

1909-1912

Kaynak: Ord. Prof. Enver Ziya Karal, Büyük Osmanlı Tarihi.

Bütün bu isyanlar, arkasından kazanılan bağımsızlıklar ve genişleme savaşlarının çok ciddi boyutta insan maliyeti de olmuştur. Bu isyanlar ve savaşlar, Osmanlı uyruğunda bulunan farklı etnik ve inanç grupları arasında barış içinde bir arada yaşama yerine karşılıklı kin ve nefret duygularının güçlenmesine ve iç çatışmalara da yol açmıştır. Bütün bu isyan ve savaşların sonucunda, 1821-1922 arasındaki 101 yılda çoğunluğu Türk olan 5 milyondan fazla Müslüman topraklarından sürülmüş ve 5.5 milyondan fazla Türk ve Müslüman savaşlarda ve göçlerde açlık ve hastalıklardan ölmüştür[9].

Karal, Osmanlı devletinin 19 uncu yüzyılın başına değin Avrupa ülkelerini tanıyıp anlayabilmesi için izlemesi gereken diplomatik ilişkileri konusunda da şu gözlemlerde bulunmuştur. “Komşu bulunduğu Batı dünyasını tanımak, Osmanlılar için son derecede önemli bir problemdi. Bunun için de Avrupa devletlerinin yüzyıllardan beri kullanmakta oldukları devamlı elçilik usulünü kabul etmeleri lazımdı. Halbuki Yakın çağların başında, Osmanlılar, henüz bu usulü kabul etmemiş bulunuyorlardı. Babı Âlî Avrupa olaylarını iki kaynaktan öğreniyordu: Birinci kaynak, Eflak Buğdan beyleri idi. Bunların Avrupa başkentlerinde ajanları vardı. Bu ajanlar, Avrupa havadislerini (olaylar ve haberler) beylere gönderirler, onlar da bu havadisleri İstanbul’a iletirlerdi. İkinci kaynak, Babı Âlî’nin Divan-ı Hümâyun tercümanları idi. … Eflak Buğdan beyleriyle Divan-ı Hümâyun tercümanları Rum idiler. Türkler, yabancı dil öğrenmeyi henüz aşağılık iş saydıkları ve yabancı memleketlerde uzun müddet yaşamayı din bakımından uygun görmedikleri için, diplomasi hizmetlerinde Rumları kullanmayı çok tabiî (doğal) buluyorlardı. Halbuki Eflak ve Buğdan beyleri olsun, Divan tercümanları olsun, zaman zaman yabancı devletlerin çıkarına çalışarak Osmanlı hükümetine ihanet ediyorlardı. … Bundan başka XVIII inci yüzyılın ikinci yarısında Avrupa büyük devletleri, Osmanlı topraklarını paylaşmak hususunda geniş ölçüde çalışmalara başlamışlardı. Devletlerin genel ve özel siyaset düşünceleriyle endüstri, ekonomi ve eğitim alanlarındaki ilerlemelerini yakından ve doğru olarak bilmek çok gerekli idi. Oysa ki, Osmanlılar devamlı elçilik usulünü kabul etmedikleri için bu mümkün değildi.[10]

Osmanlı devleti, on dokuzuncu yüzyılda, Avrupa devletlerinde devamlı elçilikler kurduğunda da, Yunan isyanında önce olduğu gibi sonrasında da Osmanlı İmparatorluğunun Dışişleri teşkilatında Rumlar, bildikleri yabancı dil ve eğitim kaliteleri nedeni ile, Büyükelçilik görevleri de dahil önemli görevlerde bulunmuşlardır. Okurların bu konuda kısa bir bilgi edinmeleri bakımından Osmanlı Devleti’nin Londra Büyükelçisi veya Maslahatgüzarı (işgüderi) olarak görev yapan Rumlardan bazılarının isimleri belirtmek isterim. Argiropulos Efendi 7 yıl (1801-1806), Ramadani Efendi 10 yıl  (1811-1821), Jean de Mavroyeni 21 yıl (1811-1832), Aleksandros Kalimaki Paşa 2 yıl (1846-1848), Kostaki Musurus Paşa 35 yıl (1850-1885), Kostaki Antopulos Paşa 7 yıl (1895-1902) ve Stefanaki Musurus Paşa 5 yıl (1902-1907)[11]. Bir önceki dipnottaki makaleye ve Viyana, Paris ve Berlin Büyükelçiliklerin web sitelerine bakıldığında oralarda Osmanlı Devleti döneminde Büyükelçilik veya Maslahatgüzarlık yapmış Rum diplomatların isimleri de görülecektir. Üstelik aynı isimlerin bir büyükelçilikten diğerine atandıkları da gözlemlenecektir. Örneğin Londra’da iki yıl görev yapan Aleksandros Kalimaki Paşa Viyana’da 8 yıl (1857-1865) Büyükelçilik yapmış, Londra’da 35 yıl görev yapan Kostaki Musurus Paşa Viyana’da 2 yıl (1848-1850) Büyükelçi görevinde de bulunmuştur. Osmanlı Dışişlerinde Rumların egemenliğini zaman içinde zayıflatacak düzenleme, ancak Yunan isyanından sonra, 1823 yılında Bab-ı Ali’de “tercüme odası” kurulması ve bu odaya yabancı dil öğrenmek ve yetiştirilmek üzere Türklerin de alınması ile başlatılmıştır.

Osmanlı İmparatorluğunu parçalama ve Avrupa kıtasından atma çabaları

Bu bilgiler ışığında, Osmanlı Devletinin parçalanması ve İstanbul ile Boğazların denetimini ele geçirmek için Rusya’nın girişimlerinden önemli bazılarını kısaca anımsamak uygun olacaktır.

Fransa ile Rusya arasında Petersburg’da, Mart-Kasım 1808 döneminde Osmanlı İmparatorluğu topraklarının, özellikle de boğazlar bölgesinin paylaşım görüşmeleri yapılmıştır[12]. Bu görüşmeler sırasında Rusya diğer isteklerinin yanında, İstanbul kenti ile birlikte İstanbul ve Çanakkale boğazları ile çevresinin kendisine verilmesini isterken, Fransa hiç olmazsa Çanakkale boğazının bir yakasının kendisine bırakılmasında ısrarcı olmuştur. Rusya’nın Boğazlar bölgesinde Fransa’ya hiçbir ödün vermek istememesi sonucu paylaşma görüşmeleri son bulmuştur.

Bu paylaşım görüşmelerinin başlamasından yaklaşık bir yıl önce, bir İngiliz savaş filosu, Osmanlı Devleti’nin Napolyon Fransa’sı ile ilişkilerini kesmek ve Fransa’nın isteği üzerine görevlerinden alınmış bulunan Eflak Buğdan beylerinin yerlerine iadesini sağlayacak baskı uygulamak üzere, 19 Şubat 1807 günü Çanakkale boğazını zorla geçip İstanbul önlerine gelmişse de, kentte Fransız Elçisi general Sebastiani’nin planlaması ile yapılan savunma hazırlıkları sonucunda İstanbul’da bir eylemde bulunmaksızın 2 Mart 1807 günü Çanakkale boğazından çıkarak Mısır sahillerine gitmek üzere ayrılmıştır. Çanakkale boğazından çıkarken, tabyalardan açılan ateşe karşılık vermişse de bazı gemi kayıplarına uğramıştır. Ayrıca, Cezayir’in (1830) ve Tunus’un (1881) Fransa tarafından işgal edilmiştir. Cezayir, Fransa tarafından işgal edilmeden önce, 1815 Viyana Kongresi’nde korsanlığa son verilmesi kararı alınmış ve bu kararın uygulanması ile İngiltere görevlendirilmişti. 1816 yılında Lord Exmont komutasındaki İngiliz filosu Cezayir şehri yanında limanını da topa tutarak gemilerini batırmıştı[13].

Osmanlı devletinin 19 uncu yüzyılda Rumeli’de karşılaştığı Sırp, Yunan, Bulgar isyanları ülke içindeki toplumlar arası göreceli barış ortamının giderek karşılıklı güvensizlik, nefret ve düşmanlığa dönüşmesine yol açmıştır. Bağımsızlığını elde edenlerin de sınırlarını Osmanlı devleti aleyhine genişletme girişimleri de bu ülkelerle olduğu kadar bu ülkelerin koruyucu rolünü üstlenen Rusya ile yeni toprak, insan ve kaynak kayıplara yol açan savaşlara da neden olmuştur.

Bu isyanlardan, Mora yarımadasında Mart 1821 de başlamış olan Yunan isyanı, İngiliz Parlamentosu Avam Kamarasında gündemine, bir yılı aşkın süre sonra, James Mackintosh (1765-1832) tarafından 15 Temmuz 1822 gündeme getirilmiştir. Mackintosh, aldığı bir dilekçede, Hıristiyan Yunanlıların Osmanlı Hükümeti’nin zulmü altında olduklarının belirtmiş ve İngiltere’nin veya her hangi bir büyük devletin Osmanlı Devletinden gelecekte bu tür hareketlerden kaçınacağı konusunda güvence istemesini talep etmiştir[14].  Aynı oturumda, William Wilberforce (1759-1833) ise şu açıklamayı yapmıştır: “… Gerçekte, uzun süredir ve halen, Hıristiyanlığın ve özgürlüğün eski ve müzmin düşmanı barbar bir ulusu Asya’ya geri sürmek için Avrupa’nın büyük Devletleri eş zamanlı olarak çaba göstermemiş olmaları utanç verici bir durumdur.İngiltere gibi güçlü bir ülkeden daha asilce, daha cömertçe veya daha adil olarak Yunanlıları esaretten ve yıkımdan kurtarabilecek bir başka ülke düşünemiyorum.[15]

Bu açıklama üzerine Londonderry Markisi şu bilgileri vermiştir: “… barış dostlarının bazen hedef ve gereksiz savaş sözcülüğü yaptıklarını görmek gerçekten hayret verici oluyor. Her zaman barış ve yardımseverlik doktrinini bilinçli olarak destekleyen arkadaşımız, şimdi Meclise, 5,000,000 dolayındaki Türk nüfusunu Asya’ya geri gönderme ve sürme problemini açıklamıştır. Türklerin insanlık dışı davranışı için ne söylenirse söylensin, ne değerli arkadaşımızın önerdiği Türklere yönelik haçlı seferi ne de onlara yönelik sürgün cezası onları Avrupa’dan kovmayı sağlamayacak görünüyor. … Gerçek şu ki, özgürlüklerini elde etme girişimi olarak adlandırılan olaylar sırasında Yunanlılar yaptıkları esef vericidir. Bu mücadeledeki belirleyici unsur olan vahşet ve şiddet Yunan ve Türk çatışmacılar tarafından aynı şekilde yapılmıştır.[16]” Görüldüğü üzere, 19 uncu yüzyılın ilk çeyreğinde çıkan ilk büyük isyan üzerine İngiliz Parlamentosunda Osmanlı Devletinin Asya topraklarına geri sürülmesi anlayışı gündeme getirilmiştir.

Osmanlı Devletinin Asya topraklarındaki isyanlar da devlete çok yüksek insan kaybı yanında mali ve siyasi maliyetler de yüklemiştir. Mısır valisi Mehmet Ali paşanın isyanları ülke içi maliyetlerin yanında Osmanlı devletinin bu isyanla baş edebilmek için Rusya’da askeri yardım istemesine bile yol açmıştır. Bu çerçevede dokuz savaş gemisinden kurulu bir Rus filosu da Karadeniz’den gelip İstanbul boğazını geçtikten sonra Şubat 1833 de Büyükdere önlerinde demirlemiştir[17].

Suriye ve Lübnan’da yerleşik çeşitli etnik ve inançtaki gruplar arasında yaşanan çatışmaları bastırmak üzere Dışişleri Bakanı Fuat Paşa yanında bir askeri birlik alarak gitmiştir. Bu arada, Osmanlı Devleti İstanbul’daki Fransız ve İngiliz büyükelçiliklerine gönderdiği 20 Temmuz 1860 tarihli Nota ile iki ülkeden bölgede asayişi sağlamak üzere askeri destek de talep etmiştir[18]. Fransa bu talep karşısında derhal 5,000 askeri bir filo eşliğinde Lübnan’a göndermiştir. Olaylar sırasında bölgede Maruniler arasında Fransa’nın etkilerinin artmasını önlemek için İngiltere’nin de Dürzilere silah gönderdiği belirtilmektedir[19]. 5 Ekim 1860 günü, Suriye ve Lübnan olaylarını incelemek üzere bir komisyon kurulmasını Avusturya, Fransa, İngiltere, Prusya ve Osmanlı Devletleri temsilcileri kararlaştırmışlardır[20]. Kurulan bu Komisyon 5 Ekim 1860-4 Mayıs 1861 arasında 29 toplantı yaparak Lübnan’a uygulanacak kuralları belirlemişlerdir[21]. Belirlenen bu kurallar, 17 madde halinde Lübnan Nizamnamesi olarak 9 Haziran 1861 günü İstanbul’da imzalanmıştır[22].

İngiltere’nin eski başbakanlarından Gladstone, Avam Kamarasında Bosna-Hersek İsyanı üzerinde görüşmeleri sırasında yaptığı uzun konuşmasını tamamlarken şu hususlara vurgu yapmıştır. “Osmanlı Devletinin mümkünse toprak bütünlüğünün korunmasını hâlâ arzu ettiğimi söylemekten sıkıntı duymuyorum. Nasıl olacağını bilmiyorum, eğer parçalanırsa, çok ciddi güçlüklerden ve tehlikelerden kurtuluruz. Diğer taraftan, Osmanlı Devleti yerel yönetimler konusunda, özellikle de bunları İstanbul’dan yönetme konusunda son derece yetersizdir, yerel yönetimler konusundaki güçlükleri ortadan kaldırabilirsek, o zaman bu vilayetlerde iyi yönetim hedefini kolaylıkla sağlamış oluruz. Üyeler, Güney Slav Devleti kurulmasından bahsettiler, bunu gerçekleştirebilmek söylemekten çok daha güçtür. Ancak bu kurulursa, yeni bir takım güçlükleri ve tehlikeleri de beraberinde getirecektir.[23]

İngiltere’nin eski başbakanlarından W. E. Gladstone (1809-1898), Bulgar isyanı ve bastırılışı ile ilgili olarak 1876 yılı seçimleri öncesinde yayınladığı 58 sayfalık kitapçığında Osmanlı Devletinin Avrupa dışına atılmasına yönelik olarak şu görüşlere yer vermiştir. “Türk ırkının ne olduğunu, kısaca ve en kaba şekliyle özetleyeyim. Sorun sadece Müslümanlık değil, Müslümanlıkla birlikte bir ırka özgü kişiliktir. Onlar, bir bütün olarak bakıldığında, Avrupa’ya ilk ayak bastıkları günden beri insanlığın, insanlık karşıtı olan büyük bir örneğidir. Nereye gittilerse arkalarında kalın kanlı izler bıraktılar, egemenliklerinin ulaştığı her yerde uygarlık yok oldu. Her yerde, adaletle yönetmek yerine, güç kullanarak yönettiler. … Bu ilerleyen lanet bütün Avrupa’yı korkuta geldi.[24]

Gladstone kitabının bitiriş bölümünde de şu görüşe yer vermiştir. “(İngiliz)Tahtının ve Devletinin bir eski hizmetkârı olarak, vatandaşlarımdan, Hükümetimizin bir yönde çalışa gelen gayretini, Avrupa Devletleri ile birlikte diğer yönde, Osmanlı Devletinin Bulgaristan’daki yönetim gücünün sonlanması yönünde işletmesini ısrarla istemelerini istirham ederim. Bırakalım Osmanlılar şimdi kötülüklerini alıp kendileri ile birlikte götürsünler.[25]

Rusya ile savaşlarda, bu ülke daima İstanbul’u ele geçirme ve boğazlara egemen olabilme ülküsünü gütmüştür. 1877-1878 savaşında Rus orduları Yeşilköy’e kadar gelmiştir. İstanbul ve boğazları ele geçirmesine, kendi çıkar hesapları açısından başta İngiltere olmak üzere Avrupa devletleri karşı çıkmışlar, o nedenle Berlin Konferansı’nı düzenlemişlerdir. Rusya, yüklü savaş tazminatı almış ve ayrıca Yeşilköy’de bir zafer anıtı da yaptırmıştır. İngiltere de diplomatik desteği karşılığında Kıbrıs adasını almıştır.

Yunanistan, Bulgaristan, Sırbistan ve Karadağ ile yaşanan Balkan Savaşları da (1912-1913) karşılıklı güvensizlik ve nefret duygularını besleyen yeni bir aşama olmuştur.

Birinci Dünya savaşına Osmanlı Devleti’nin Almanya yanında katılmasına İngiltere ve Fransa tepki vermiştir. İngiltere’nin tepkilerinden birisi Lloyd George tarafından 10 Kasım 1914 günü Evanjelik Özgür Kiliseleri Konseyi’nde seferberlik konusunda yaptığı konuşmada verilmiştir. Lloyd George’un konuşmasında Osmanlı Devleti ile ilgili bölümden kısa bir alıntı yapmak istiyorum. “Türk’le görülecek hesabın kader saati çatmıştır. Türk kendi dininin en büyük düşmanıdır, çünkü O, kendi kötü yönetimiyle dinine saygısızlık etmişti. Türkler, kültür ve sanat alanlarında veya insanlığın gelişmesi için herhangi bir konuda aklınıza gelebilecek ne yapmıştır ki? Onlar insanlığın kanseridir (alkışlar), kötü yönettikleri toprakların üzerinde umarsızca sürünmekte ve o topraklardaki yaşamın her dokusunu çürütmektedirler. Şimdi bu ulusla hesaplaşmanın günü geldiği için mutluyum (alkışlar). Doğru ve yanlış arasındaki bu devasa savaşta, Türk’ün insanlığa karşı uzun süreden beri işlediği kayıtlara geçmiş berbat davranışlarının nihayet hesabını verecek olmasından dolayı mutluyum. …

“Doğunun Türkü ve batının Türkü (Almanya), her ikisi de zalim birer askeri İmparatorluk olup tapındıkları tek tanrı ise şiddettir. Onların çöküşü, nesiller boyunca haşin varlıkları ile zulmettikleri ve karanlığa mahkûm ettikleri dünyaya mutluluk, güven ve barışı getirecektir.[26]

Çarlık Rusya’sının İstanbul’u ve boğazları ele geçirme tutkusu Birinci Dünya Savaşı sırasında da sürmüştür. Bu savaş sırasında Rusya, İngiltere ve Fransa arasında 1915 ve 1916 yıllarında Nota değişimi suretiyle paylaşım anlaşmaları yapılmıştır. Bu bağlamda, Rus Dışişleri Bakanı B. Sazanof, 4 Mart 1915 günü Petrograd’da İngiliz büyükelçisi Sir G. Buchanan’a verdiği bir Nota ile Osmanlı İmparatorluğunun paylaşımı ile ilgili taleplerini bildirmiştir. Bu Nota’dan bazı bölümleri alıntılıyorum. “Son olayların akışı nedeniyle, Majeste İmparator Nikola, İstanbul ve Boğazlar sorununun kesin biçimde, Rusya’nın kökü yüzyıllara giden istemlerine uygun olarak çözülmesi gerektiğini düşünmeye başlamıştır. İstanbul kenti, İstanbul ve Çanakkale Boğazları ile Marmara Denizinin batı kıyıları ile Enez-Midye çizgisine kadar Güney Trakya Rus İmparatorluğunun içine alınmadıkça, varılacak tüm çözümler eksik ve eğreti kalacaktır. Aynı biçimde, stratejik gereksinimlerle, Asya kıyısının İstanbul Boğazı ile Sakarya Irmağı ve İzmit körfezi üzerinde saptanacak bir nokta arasındaki bölüm ile Marmara denizi adaları, Bozcaada ile Gökçeada İmparatorluk içine alınmalıdır. Yukarıda tanımlanan bölge içindeki Fransız ve Büyük Britanya özel çıkarlarına özenle saygı gösterilecektir. İmparatorluk Hükümeti, yukarıdaki düşüncelerini iki Müttefik Hükümetçe anlayışla karşılanacağını ummak ister. Adı geçen Müttefik Hükümetler, Osmanlı İmparatorluğunun başka bölgeleri ya da başka yerler hakkında besleyebilecekleri emellerin gerçekleşmesinde İmparatorluk Hükümetinden aynı anlayışı bulabileceklerinden emin olabilirler.[27]” Görüldüğü üzere, aradan 107 yıl geçmesine rağmen, Rusya’nın İstanbul kenti ve Boğazlar konusundaki istekleri, yukarıda kısaca değinilen Fransa ile Rusya arasında Mart-Kasım 1808 arasında süren görüşmelerde talep ettiklerinden farklı değildir. Rusya, kendi isteklerini talep etme yanında, İngiltere ve Fransa’nın da Osmanlı topraklarından diledikleri yerleri almalarına karşı olmadığını da açıkça belirtiştir.

Rusya’nın bu Nota’sına İngiltere, Petrograd’daki Büyükelçiliği kanalı ile 12 Mart 1915 günü şu yanıtı vermiştir. “Savaşın başarılı bir sonuca dek sürdürülmesi ve ulaştırılması ve burada sözü edilen Rus bildirisinde işaret edildiği gibi, Büyük Britanya ve Fransa’nın Osmanlı İmparatorluğunda ve başka yerlerdeki istemlerinin de gerçekleşmesi koşuluyla, Majesteleri Hükümeti, metni geçen 4 Mart’ta Ekselansları B. Sazanof tarafından Majeste Britanya Kralı Büyükelçisine verilmiş olan İstanbul ve Boğazlara ilişkin Rus Hükümeti andırısını (Notasını) kabul edebilir.[28]

Eğer, 8 Mart 1915 günü Yüzbaşı Hakkı bey komutasındaki Nusrat mayın gemisi Erenköy Koyu önlerine 26 mayın döşememiş olsa ve 25 Nisan 1915 günü, 19 uncu Tümen Komutanı Yarbay Mustafa Kemal düşmanın gerçek çıkartma yerini doğru saptayıp, emir verilmesini beklemeden Tümeni’ni Arıburnu’na takviye güç olarak sevk edip düşmanın Çanakkale yarımadasına yerleşmesini önlememiş olsaydı, İstanbul’un kısa sürede işgal edilmesi kaçınılmazdı.

1917 yılında Rusya Çarlığı yıkıldığı için, Birinci Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı Devleti’nin 10 Ağustos 1920 günü imzaladığı Sevr Antlaşması’na Sovyet Rejimi taraf olmamıştır. Ancak Paris Barış Konferansı’na, Bolşevik karşıtı Beyaz Ordu komutanı Amiral Kolçak’ın kurduğu Rus Hükümeti’nin delegeleri 5 Temmuz 1919 tarihli dilekçeleri ile isteklerini bildirmiştir. Bu isteklerin bazılarını burada okurların bilgisine sunmak isterim.

“a) Boğazların Rusya için yaşamsal bir önemi vardır. Ekonomi ve savunma bakımından incelendikten sonra, Boğazlar için şöyle bir rejim önerilebilir:

i)Savaşta ve barışta ticaret gemilerine tam geçiş özgürlüğü,

ii) Savaşta ve barışta Karadeniz’de kıyıdaş devletlerin savaş gemilerine tam geçiş özgürlüğü,

iii) Tüm öteki devletlerin savaş gemilerine geçiş yasağı.

b) İstanbul’un tek başına hiçbir devletçe yönetilmesi kabul edilemez ve uluslararası bir yönetimde Rusya’ya en geniş ölçüde katılma ve katkıda bulunma olanağı öngörülmelidir.

g) Rusya mali ve ekonomik istemler bakımından öteki Müttefiklerle eşitlik ister. Rus devletinin ya da uyruklarının savaş öncesinde yararlandıkları tüm ayrıcalıkların, kendilerine yeniden tanınması gerekir (burada, 1909 tarihli Petrograd anlaşmasıyla, 74 yıllık ödentisinin 40 yıllığı bağışlanmış olan bir Rus alacağının, 1950’den başlamak üzere, 34 yıl süre ile yılda 850,000 Türk Lirası olarak ödenmesinin istendiği gibi, ayrıntılı bazı hesaplara girilmektedir). Yeşilköy’deki (Ayastefanos) Rus Kilise ve askeri anıtının yıkılmasından ötürü ödence verilmelidir. Brest-Litowsk Andlaşması ile ona bağlı sözleşmeler yok sayılmalıdır.[29]

Sevr’in İstanbul’a uygulanacak hükümleri

Türklerin İstanbul’dan çıkarılması Dörtler Konseyi, Londra Konferansları ve San Remo Konferanslarında Sevr Andlaşması hazırlık görüşmeleri sırasında da gündeme gelmiştir. Müttefik Devletlerin, Sultan ve hükümetinin İstanbul’da kalmasına yanaşmalarını etkileyen unsurların başında İngiltere’nin Hindistan, Fransa’nın Cezayir ve Tunus, İtalya’nın ise Trablusgarp gibi Müslüman nüfusları göz ardı edilmeyecek sömürgelerinden gelebilecek olası tepkiler olduğu, Hint Müslümanları ile yapılan görüşmelere ilişkin “Dörtler Konseyi”nin görüşme zabıtlarından ve diğer görüşme zabıtlarından anlaşılmaktadır[30]. Diğer bir unsur ise, Ankara ile Moskova arasındaki yakınlaşma karşısında, Sultan Halife’nin İstanbul’da kalması ülkedeki Müslümanların da Müttefiklere olumlu bakmalarına yardımcı olabilir düşüncesine de yol açmıştı[31]. Ancak ABD, İngiltere, Fransa ve İtalya Hükümet başkanlarının Paris’te barış andlaşmalarının esaslarını belirlemek üzere yaptıkları toplantılarda, Sultan’ın ve Hükümeti’nin İstanbul dışına gitmesi konusunu da birkaç kez görüşmüşlerdir. Bu görüşmelere biraz sonra değineceğim.

Atatürk önderliğinde, Kurtuluş Savaşı başlatılmamış ve Sevr uygulanmış olsa idi, Sultan-Halife Vahdettin ile kullarının birlikte nasıl bir İstanbul’da yaşayacaklarını belgeler eşliğinde özetle anlatmak uygun olacaktır. 10 Ağustos 1920 günü imzalanan Sevr Antlaşması’nın 36 ıncı maddesi İstanbul’a ilişkindir ve şu hükmü içermektedir. “İşbu Andlaşmanın hükümleri saklı kalmak koşuluyla, Bağıtlı Yüksek Taraflar, Osmanlı Hükümeti’nin İstanbul üzerindeki haklarına ve sıfatlarına dokunulmaması ve bu Hükümetle Majeste Padişah’ın bu kentte oturmak ve bu kenti Osmanlı Devleti’nin başkenti tutmak bakımından özgür olduklarında görüş birliği içindedirler.

“Bununla birlikte, Türkiye, işbu Andlaşma ile bunu tamamlayan andlaşmaların ve sözleşmelerin hükümlerine, özellikle soy, din ve dil azınlıklarının haklarına dürüst bir biçimde saygı göstermekte kusur ederse, Müttefik Devletler, yukarıda belirtilen hükmü değiştirmek hakkını kesinlikle saklı tutarlar ve Türkiye, bu bakımdan alınacak bütün kararları kabul etmeği şimdiden yükümlenir.[32]

Bu madde ile İstanbul, Osmanlı Devleti’nin başkenti olarak kalmaya devam edecek olarak görünür. Ancak maddenin ikinci fıkrasında yer alan hususlar, Müttefik devletlere, İstanbul’u başkent olmaktan her an çıkarabilecek fırsatları da belirlemiştir. İkinci fıkra, Osmanlı yönetimin başında tam bir Demokles’in kılıcı olması ve kayıtsız şartsız her isteği kabul etmesi için konulduğu anlaşılmaktadır.

İstanbul işgal edildiğinde, işgal giderlerini bile İstanbul halkının ödemesi söz konusu olmuştu. İstanbul’daki Fransız işgal kuvvetleri, Aralık 1918 ayında yaptıkları giderler olarak 328,000 lira ödenmesini İstanbul Hükümetinden istedi. Hazine bu parayı ödemek zorunda kaldı. Nisan 1919 da Fransızlar yeniden ödeme talebinde bulunduklarında, Hazine içinde bulunduğu parasal sıkıntılar nedeni ile bu isteği reddetti. Eylül 1919 ayına gelindiğinde Müttefikler, Osmanlı Bankası’nın İstanbul Hükümeti’ne 8 milyon liralık kredi açmasını izin vermiştir[33].  Londra’da toplanan Müttefikler Konferansı’nın 2 Mart 1920 günkü oturumunda, işgal ordusunun giderlerinin Türkiye tarafından ödenmesi gündeme getirilmiştir. Fransız Başbakanı Cambon, “Türk kalmayacak toprakların işgal giderlerinin Türkiye tarafından karşılanmasına öncelik tanınacak olursa, paylaşılacak hiçbir şey kalmayacağına dikkat çekti. Bu, Türkiye’nin kalkınmasını olanaksız kılar ve kimse hiçbir ödence alamaz hale gelir. Örneğin, Irak/Mezopotamya’daki (işgal) giderler büyük tutarları bulmaktadır. İzmir, Yunanlıların elinde kalacak olursa Yunanlılar bu toprakların işgal giderlerini Türklerden alabilir mi? …[34]” İtalya Başbakanı Nitti, “… Türkiye’nin, kendi denetiminden alınacak toprakların işgal giderlerini ödemesi olanaksızdır. … Bu topraklar Türkiye’nin yararına işgal edilmiş değildir. … Türklerde kalacak olan bölgelerin işgalinin Türklere ödetilmesi haklı olabilecek bir hizmet olduğu ileri sürülebilir; ama aynı şey, üzerinde her türlü haklarından vazgeçeceği topraklar için söylenemez. …[35]”  İngiltere Başbakanı L. George’un görüşleri de şöyledir; “Türkiye’den alınacak toprakların işgali giderlerinin Türkiye’den istenemeyeceği hususunda B. Nitti ve B. Cambon’un görüşlerine katıldığını söyledi. … Örneğin Kilikya Türk’tür ve Türk kalacaktır. Bununla birlikte İngiliz kıtaları bir yıldan fazla süre, Kilikya’da garnizon olarak kalmıştır. …[36]

Sevr Andlaşmasının imzalanmasında önce, işgal altındaki İstanbul’da İngiliz üniforması giymiş Rum ve Ermeniler, İngiliz İşgal Komutanlığınca kamu güvenliği ve istihbarat toplama amaçlı polis olarak çalıştırıldığı da belirtilmektedir[37].

Sevr’in 161 inci maddesi şu hükmü içermektedir. “Limni, Gökçe ada, Semadirek, Bozcaada ve Midilli dışında 178. Maddede öngörülen Boğazlar ve adalar bölgesinde Yunan ve Osmanlı jandarma kuvvetleri, bu bölgedeki Müttefikler Arası İşgal Komutanlığına bağlı bulunacaklardır.[38]

Boğazların Özgürlüğünün Korunması başlıklı VIII inci Alt-Kesimde yer alan 178 inci maddenin 3 üncü fıkrası da şu hükmü içermektedir. “Bölge toprakları ile, Limni, Gökçeada, Semadirek, Bozcaada ve Midilli adaları askeri amaçlarla, ancak birlikte davranan yukarıda adı geçen üç Müttefik Devletçe (Fransa, İngiltere ve İtalya) kullanılabilecektir. Bu hüküm, sözü edilen bölgede ve adalarda, 161. Madde hükümleri uyarınca Müttefikler Arası İşgal Kuvvetleri Komutanlığına bağlı bulunacak Yunan ve Osmanlı jandarma kuvvetlerinin kullanılmasına engel olmayacağı gibi, Midilli adasında bir Yunan garnizonunun kalmasına ve 152. Maddede öngörülen, Padişah’ın özel koruma birliğinin varlığına da engel sayılmayacaktır.[39]

Padişah’ın özel koruma birliğini içeren 152 inci madde ise şu hükmü içermektedir. “Türkiye’nin bulundurabileceği kara kuvvetleri yalnız şunlar olacaktır:

  1. Padişah’ın özel koruma birliği [Hassa kıtaatı];
  2. İçeride düzen ve güvenliği sağlamakla ve azınlıkların korunmasını güvence altına almakla görevli, jandarma birlikleri;
  3. Önemli karışıklık durumunda, jandarma birliklerini destekleyecek ve gerektiğinde sınırların denetlenmesini sağlayacak özel birlikler.[40]

Sevr andlaşmasının Çizelge 1 inde Padişah’ın özel koruma birliğinin en yüksek asker sayısı da şu şekilde tanımlanmıştır. Karargâh 101, piyade 425, süvari 125 ve hizmetli 50 olmak üzere toplamda en çok 700 kişi olabilecektir[41].  İstanbul’da bu birlik dışında, Osmanlı askeri birliği de bulundurulamayacaktır.

Bu maddeyi izleyen 153 üncü madde ise şu hükmü içermektedir. “İşbu Andlaşmanın yürürlüğe girişini izleyecek altı ay içinde 152. Maddede öngörülenlerin dışında kara kuvvetleri terhis edilecek ve dağıtılacaktır.[42]” 152 inci maddede, padişahın özel koruma birliği dışında Devletin askeri gücü olarak tanımlanan subay, astsubay ve erlerin toplam sayısı 15,000 i geçemeyecektir[43].

Yukarıdaki maddelerde yer alan Osmanlı jandarma birliklerinin Sultan’a değil İşgal Kuvvetleri komutanlığına bağlı olduğu da açıkça belirtilmiştir.

Sevr Antlaşmasında, Boğazlar Komisyonu’na galip devletler gibi ayrıcalıklı iki oy sahibi üyelik vermek dahil Rusya’nın çıkarlarını koruyacak hükümler de yer almıştır. Rusya’nın bu haklardan yararlanabilmesi ise, Andlaşma’nın son maddesi olan Madde 433 te Milletler Cemiyetine üye kabul edilmesi şartına bağlanmıştır.

Sevr Andlaşmasının oluşturulması sırasında yukarıda değindiğim Dörtlü Konsey (İngiltere, Fransa, İtalya ve ABD Hükümet Başkanları) üyeleri arasındaki görüşmeler ve yazışmalar da Sevr’in bazı hükümlerinin arkasında hangi uygulama düşüncelerinin olduğuna önemli ışık tutacak ilginç bilgiler de içermektedir. Bu yazışmalardan birkaçını da okurların bilgisine sunmak istiyorum. Washington’daki Fransız Büyükelçisi 12 Mart 1920 günü Dışişleri Bakan Vekiline gönderdiği yazısında, Osmanlı Devleti ile Barış Andlaşmasına ilişkin bilgiler vermiştir. Bu uzun yazıda Boğazlar Bölgesi başlıklı bölümün başlangıcında şu ifadeler yer almaktadır. “Türk Sultanı ve Hükümetinin İstanbul’da bırakılacaktır. Bu karar, barış koşullarını uygulanmasına ve azınlıkların lehine konulmuş bulunan garantilerin yerine getirilme şartına bağlıdır. Sultan’ın korumaları hariç İstanbul’da asker kalmayacaktır.[44]” ABD Dışişleri Bakanının Fransız Büyükelçisine verdiği 24 Mart 1920 tarihli kapsamlı yanıtta, Sultan’ın ve Hükümetin İstanbul’da kalmasına ilişkin bölümüne ilişkin olarak yer verilen görüş şöyledir. “ABD Hükümeti Türklerin İstanbul’da kalmasına ilişkin kuvvetli gerekçeleri anlamakta, ancak, buna karşıt gerekçelerin daha güçlü ve göz ardı edilemeyecek ve uyulması zorunlu bazı unsurları içerdiğine de inanmaktadır. Müttefikler, Türklerin Avrupa’da kalma anormalliğinin son bulacağına ilişkin görüşlerini sıkça dile getirmişlerdi. Belirtilen görüşün, Türklerin yenilgisine yakınmadan sadece tanıklık etmekle kalmayıp, yenilgiye fiilen katkıda bulunan Müslüman halkın isteği olabileceğine inanılmamaktadır, şimdi onların Türk Hükümetinin (İstanbul’dan) çıkarılmasına büyük tepki verebileceği endişesi ile Büyük Devletlerin politikalarını ters yönde değiştirmesi arzulanan veya zorunlu bir durum değildir.[45]”  ABD’nin Sevr Andlaşma tasarısına yönelik olarak Fransız Büyükelçisine bildirdiği görüşlere yönelik olarak, Washington’daki İtalyan Büyükelçisi 27 Nisan 1920 günü yanıt vermiştir. Büyükelçi, Yüksek Konsey’de ABD’nin Notasında Osmanlı Devleti ile ilgili olarak belirtilen görüşlerin onayladığını ve yanıtların kendisi aracılığı ile iletilmekte olduğunu belirttikten sonra İstanbul konusunda şu bilgilere yer vermiştir. “İstanbul ile ilgili olarak, Sultan’ın Hükümetinin Avrupa’daki toprakların herhangi bir yerinden dışlanmasının olumlu ve olumsuz yönleri çok dikkatli olarak tartıldı. Sorunun bütün boyutları ile ayrıntılı olarak incelenmesi sonucunda, Müttefik hükümetlerin, böyle bir yaklaşımı izlemeyi arzulayabilecekleri varsayılsa bile, bunun uygulanması hükümetlere sorumluluklar, tehlikeler ve fedakârlıklar yükleyecektir, kendi ulusal çıkarları ve yükümlülükleri göz önüne alındığında, bunu güvenle üstlenecek durumda değillerdir. Aynı zamanda, söz konusu sorumluluklar, tehlikeler ve fedakârlıklar sadece kendi üzerine düşmeyip ABD tarafından da paylaşılmış olsa idi, sorun Müttefik Hükümetlere farklı bir ışık altında görülebilirdi.[46]

Bu yazışmaların yanında, Dörtlü Konsey’in barış andlaşmalarının hükümlerini belirlemek üzere, 20 Mart-24 Mayıs arasında ve devamında 24 Mayıs-28 Haziran 1919 Paris’te yaptığı görüşmelere ilişkin tutanaklarda Sultan ve Hükümeti’nin İstanbul’da kalıp kalmayacağı da birçok defa gündeme getirilmiştir[47]. Bu bağlamda ortaya atılan fikirleri şu gruplar altında toplamak mümkündür;

– Sultan ve Hükümeti’nin Bursa’ya gitmesi ve böylece İstanbul’un Osmanlı toprağı olmaktan çıkarılması,

– Osmanlı Devletine Anadolu’da bırakılacak toprakların Kuzey’deki bölümüne Fransa’nın ve Güney’deki bölümüne de İtalya’nın mandater olması,

– ABD’nin kabul ederse, İstanbul ve boğazlar bölgesine mandater olması, ABD’nin tüm Anadolu’ya mandater olması veya sadece Ermenistan’a mandater olması seçenekleri,

– Osmanlı Devletine mali, ekonomi, ticaret, imtiyazlar ve uluslararası ilişkiler gibi çeşitli konularda Fransa’nın danışmanlık hizmeti vermesi.

Padişah’ın ve Hükümeti’nin İstanbul’da kalıp kalmayacağı konusu ise Dörtler Konseyi, Londra Konferansı ve San Remo Konferansında gündeme şu açıklamalarla getirilmiştir.

Bu toplantılarda, ağırlıkla Almanya, Avusturya, Macaristan Sırbistan gibi ülkelerin barış andlaşma taslakları üzerinde görüşmeler yapılmıştır. Bu görüşmeler sırasında, zaman zaman Osmanlı Devleti ile imzalanacak barış andlaşmasına ilişkin konularda dört ülkeden biri tarafından gündeme getirilmiş ve bu bağlamda görüşmeler yapılmıştır. O nedenle, aşağıda alıntı yaptığım metinler bu tür görüşmeler içinde yer almıştır.

Dörtler Konseyi’nin 19 Mayıs 1919 günü Paris’te yaptığı toplantıda, ABD Başkanı Wilson Padişahın İstanbul’da kalması ile ilgili olarak şu açıklamalarda bulunmuştur; “… Soruna şu hususlar çerçevesinde bir çözüm bulunamaz mı? Ayrıntısı ile düşünmemiş olmakla birlikte düşüncesi şöyledir: Sultan’ın Anadolu üzerinde hükümranlığı, bazı belirli konularda örneğin Fransız Hükümetinin tavsiyelerini almak koşulu ile sürdürülemez mi? Örneğin Sultan, mali ve ekonomik konularda, belki uluslararası ilişkilerde de bu ülkenin tavsiyeleri alabilir. Emin olmamakla birlikte, Türkleri İstanbul’da muhafaza ederek ancak bu kentte hükümran olmayacak şekilde bir çözüm bulunabilir mi? Aynen Papa’nın Roma’da hükümran olmadan oturup, Katoliklere yönergelerini bildirdiği gibi. İstanbul’daki mandater devlet sadece yerel konularda yetkili olur, böyle bir düzenlemenin çatışma yaratması için sebep olmayacaktır. Düşüncesine göre, Sultan’a İstanbul’da kalacağı bir yerleşim alanı tahsis edilebilir. Sultan, Papa’nın Vatikan’la sınırlanan alanda kaldığı gibi kendi alanı içinde kalır. Ancak Papa Vatikan’da kendi arzusu ile kalmaktadır. Sultan da Krallığından sadece dar bir su kanalı ve toprak alanı ile ayrılmış olur. …[48]” İngiltere Başbakanı L. George, konuyu benzeri çerçevede düşündüğünü belirtmiştir.

Bu konu gündeme İstanbul’a mandater olacak devlete ilişkin görüşmeler sırasında, 21 Mayıs 1919 günü yeniden gelmiştir. Başkan Wilson, “… Türklerin Anadolu’da (kendilerine bırakılan yerlerde) tam hükümran olmalarını, ancak Sultan’ın, Boğazların mandaterinin yetki alanında belirlenmiş bir yerde ikamet etmesine izin verilmesi gerektiğini, bazen bu mandaterden tavsiye almasının Anadolu’daki yönetimini etkilemeyeceğini ifade etmiştir. Boğazlara ABD’nin mandater olmayı kabul etmesi durumunda, Sultan’ın Anadolu’nun yönetimi için belirlenen konularda diğer bir devletten tavsiye almasına en küçük bir itirazının olmayacağını belirtmiştir.[49]” L. George, “ABD’nin Anadolu’da mandater olmaması durumunda, Sultan’ın İstanbul’dan çıkarılmasının daha doğru olacağını, zira Sultan’ın maiyetinin birlikte çalışacağı insanların ve korumalarının sayıca kalabalık olacağını, bunun da mandater için rahatsız edici olacağını ileri sürmüştür. …”[50]

Dörtler Konseyi’nin 25 Haziran 1919 tarihli toplantısında, L. George, Başkan Wilson’un kısa süre sonra Paris’ten ayrılacağını anımsatarak, iki ay daha Türkiye konusunun da askıda bırakılmasının doğru olmayacağını o nedenle görüşülmesini gündeme getirmiştir.  Türkiye andlaşmasına ilişkin çeşitli konular ele alındıktan sonra İstanbul yeniden gündeme gelmiştir. Bu bağlamda, Başkan Wilson, bazı değerlendirmeler yaptıktan sonra, “… Türkiye Müttefik Hükümetlerin kabul edecekleri gözetim veya denetimin şartlarını kabul etmelidir. … Şu andaki düşüncesine göre, Türkiye üzerinde bir manda hata olacaktır. Ancak bir devletin Türkiye üzerinde güçlü bir eli olmalıdır. İstanbul ve Boğazlar şimdilik tarafsız bölge olmalı, halen Müttefiklerin işgali altındadır. Sultan ve Hükümeti, Müttefiklerin denetimine bırakılan İstanbul’dan çıkmalıdır. Kesin hükümler belirtmediğini, bir andlaşmanın hukuki dayanaklarının ne olabileceğini tartıştığını ifade etmiştir. Avusturya için yapılana benzer bir düzenleme önerdiğini belirtmiştir.[51]

Londra Konferansı’nda 14 Şubat 1920 günü yapılan görüşmelerde, Fransa Başbakanı Millerand Padişahın İstanbul’da bulunması konusunda şu açıklamada bulunmuştur; “… Türkleri başkentlerinden atmak, ortaya çok büyük sorunlar çıkaracak ve Fransa’nın, Türkiye’nin kendi içinde ya da Fransız Müslüman topraklarında ne gibi sonuçları olabileceğini hesaplayamadığı için, girişmekten çekineceği gerçek bir serüvene dönüşecektir.[52]

Sultan ve Hükümeti’nin İstanbul’da Vatikan’ın Roma’da bulunduğu gibi bir sınırlama içinde kalması görüşünü bu kez İtalya Başbakanı Nitti şu şekilde gündeme getirmiştir; “… Sorunun bir çözüm yolu, Padişahı Müslümanların ruhani başı olarak, tıpkı Vatikan’da Papa’nın Katolik Kilisesinin ruhani başı olduğu gibi tutmak olabilir. Kendisi kişisel olarak Padişahın İstanbul’da, sözcüğün tam anlamı ile, hem cismani hem ruhani nitelikte hükümdar olarak kalması gerektiğine inanmaktadır.[53]

İngiltere Başbakanı L. George ise bu konuda şu açıklamalarda bulunmuştur. “Padişah’ın İstanbul’da bırakılması konusunda Majestelerinin Hükümetinin vardığı sonucun, en dikkatli bir inceleme sonunda, isteksiz olarak, duraksama ve kaygı ile varılmış bir sonuç olduğu … Kişisel görüşü odur ki, Padişahın İstanbul’dan kovulmasına karşı sürülen karşıt görüşler kuramsal niteliktedir. … Ayrıca, İstanbul da tüm öteki başkentlerden başkadır: şöyle ki, Paris görünür biçimde Fransızdır; Londra Britanyalıdır; Roma İtalyandır; ama İstanbul Türk değildir ve nüfusun çoğunluğu Türk değildir. Ayrıca Hükümet merkezi oradan uzaklaştıracak olursa İstanbul’daki Türk nüfusu da büyük ölçüde azaltılmış olacaktır. Kentin hemen çevresindeki nüfus Rum’dur. Demek oluyor ki biz Padişah’ı İstanbul’da tutmakla Müttefiklerin sorunlarının çoğunu çözdükleri ilkelerden ayrılmış oluyoruz ve yabancı bir hükümdarı yabancı bir halka egemen olarak bırakıyoruz. Padişah İstanbul’da, Batılı Devletlerarasında sürekli bir çekişme, kıskançlık ve entrika kaynağı olacaktır. … Britanya Hükümeti büyük güçlükle ve isteksizlikle alabildi; ancak bu konuda karşı çıkmamış ise, Padişahın İstanbul ve Avrupa’daki etkisinin olabildiğince kısıtlanması konusunda ısrar edecektir.[54]

Londra’daki Konferans’ın 10 Nisan 1920 günkü toplantısında, Ayasofya Camisinin güvenliği de gündeme gelmiştir. İstanbul’daki İngiliz İşgal Kuvvetlerinde görevli general Milne, İngiliz Savaş Bakanlığına 31 Mart 1920 tarihinde gönderdiği bir telgrafta şu bilgilere yer vermiştir; “Barış koşullarının Türkiye için elverişli olmaması halinde, Ayasofya’nın yıkılması için hazırlıklar yapılmakta olduğu hakkında sürekli haberler alınmaktadır. Cami silahlı Türk askerlerinin koruyucu işgali altındadır ve herhangi bir askeri eylem karışıklığa ve yapının yıkılmasına neden olabilir. Önerim, güvenliğinin sorumluluğunu üzerime alamayacağıma göre, Ayasofya’nın güvenliğinin barış koşullarından biri haline getirilmesidir.[55] Toplantıdaki İngiliz temsilcisi Vansittart, önerildiği şekilde bir maddenin andlaşmaya konulmasına karşı çıkmayacağını belirtirken, İtalyan temsilci Imperili Markisi, Türkler andlaşmaya karşı çıkma kararlılığı sergilerse, böyle bir maddenin herhangi bir şey sağlamayacağını ileri sürmüş, Fransız Başbakanı Cambon, Ayasofya’nın Müttefiklerce işgalinden başka çözüm görmediğini dile getirmiş, İngiliz yazman albay Abraham ise caminin Müslüman Hint birliklerince korunmasının bir seçenek olduğu önerisinde bulunmuş, sonuçta Konferans albay Abraham’ın önerisini general Milne’ye iletilmesine karar vermiştir[56]. Bana, Barış Konferansı koşullarının Türkiye için olumlu olmaması durumunda İstanbul’daki Müslüman halkın yıllardır ibadet ettikleri bir camiyi yıkacağına ilişkin söylentiler mantıklı ve gerçekçi görünmemektedir. Bu söylentiler oluştu ise, bunların Ayasofya için andlaşma metnine bir hüküm girmesini arzu eden çevreler tarafından üretilmiş olabileceğini düşünüyorum.

Yukarıda yer alan bilgiler arasında Müttefik Devletler temsilcilerinin İstanbul’a yönelik görüşmeler sırasında, bu kentte Türklerin azınlık olduğu savını da ileri sürdükleri görülmektedir. Bu görüşü ileri sürenler bir kaynak göstermemişlerdir. Osmanlı Devleti döneminde yapılan çeşitli nüfus sayımlarına ilişkin veriler, Başbakanlık Devlet İstatistik Kurumu’nun yaptığı yayınlar arasında yer almaktadır. Bu yayında yer alan bilgilerden İstanbul’un nüfusunun yapısına ilişkin oranlardan son dönemlere ait olanlar Tablo 3 de bulunmaktadır. Bu tablodan görüldüğü üzere, 1914 yılı hariç İstanbul nüfusunun yarıdan fazlasını gayri Müslimler oluşturduğu görülmektedir. 1914 te bu oranın düşük olmasının nedeni, Birinci Dünya Savaşı tehlikesi belirmesi ve sonuçta başlaması nedeni ile yabancı uyrukluların kentten ayrılmaları olduğu yine aynı Tabloda görülmektedir. Tablonun kaynağında gösterilen Tablo 4.6 da İstanbul nüfusunun içinde Müslümanları payı 1844 de yüzde 47.91 ve 1856 da yüzde 47.51 olarak yer almaktadır.

Tablo 3

İstanbul’un nüfusu ve nüfusundaki dinsel ve etnik cemaatlerin payı %

Dinsel ve etnik cemaatler  

1885

 

1906

 

1914

Nüfus

873,575

v.b.

977,262

Müslüman

44.06

49.93

61.59

Rum

17.48

20.41

22.57

Ermeni

17.12

7.14

8.02

Katolik

0.74

1.07

1.13

Yahudi

5.08

5.53

5.73

Yabancı uyruklu

14.79

14.95

Diğer

0.73

0.97

0.96

Toplam

100.00

100.00

100.00

Kaynak: “Osmanlı İmparatorluğu’nun ve Türkiye’nin Nüfusu 1500-1927”, T.C. Başbakanlık Devlet İstatistik Enstitüsü, 1996, sayfa 74, Tablo 4.6 dan alınmıştır.

Ancak İstanbul Balkan Savaşlarından beri, Makedonya, Yunanistan ve Bulgaristan’dan ve Osmanlı Rumeli’sinden büyük göç almıştır. Bu göçlerle gelenlerin çok büyük bölümü Anadolu’da yerleştirilmiş olsa bile bir bölümünün İstanbul’da kalmış olması beklenir. Diğer taraftan Balkan Savaşlarından Birinci Dünya Savaşı sonuna değin İstanbul’un nüfusu göçler yanında, askere alma, hastalıklar ve yurt dışından göçler nedeniyle sürekli olarak değişim gösterdiği tahmin edilebilir. Bu bağlamda, Rusya’da 1917 ihtilalinin olması ve arkasından iç savaş yaşanması sırasında, İstanbul’a kayda değer bir Beyaz Rus göçü olduğu çeşitli kaynaklarda ye almaktadır. Kasım 1920 de Kırım’dan İstanbul’a 135,000 sığınmacının geldiği, bunların içindeki Rusların, İstanbul’daki Rus sığınmacı sayısını toplamda 167,000 e çıkardığı belirtilmektedir[57]. Aynı kaynakta, 1921 sonlarında, İstanbul’da kalan Rus göçmen sayısının 34,000 dolayına indiği de yer almaktadır[58].

Atatürk’ün liderliğinde Kurtuluş Savaşı başlatılmamış olsa ve Sevr Andlaşması hükümleri, anlaşma taslağı üzerinde müzakereler sırasında dile getirilen ve yukarıda sadece sınırlı bir bölümü alıntılanan anlayışla, uygulansa idi, İstanbul’un nüfusu içinde gayri Müslimlerin sayısı ve dolayısı ile toplam oranı çok yüksek düzeylere çıkartılabilirdi. Özellikle Yunanistan’ın İstanbul üzerinde ileride hak iddia edebilmek için göçmen göndermesi söz konusu olabileceği gibi, Ortodoks Beyaz Rus göçmenlerini de, her ne kadar İstanbul Ortodoks Kilisesi ile Rus Ortodoks Kilisesi arasında çekişme bulunsa bile, İstanbul’da kalmaya özendirebilirlerdi.

Diğer taraftan, “keşke Yunan kazansa idi” özlemi içinde olanların arzuları gerçekleşmiş olsa idi, barış koşullarını dikte edecek Yunanistan’ın taleplerinden birisi herhalde Ayasofya’nın kiliseye çevrilmesi olurdu, Türklerin İstanbul ve Trakya’dan sürgün edilmesi ile yetinilmeyecek, Pontus Krallığı kurulacak ve Anadolu’da dahi Sevr’in öngördüğünden çok daha dar bir alana hapsedilmesi yoluna gidilecekti. Dikte edilecek diğer koşulları tahmin etmeyi, o özlemi dile getirenler hayal gücüne bırakıyorum.

O özlemi duyanların gerçeğe zihinlerinin ve gözlerinin açılabilmesi için bazı belgeleri okuyup bazı bilgileri öğrenmeleri gerektiğini düşünüyorum. Bunlardan ilkine izleyen paragrafta yer veriyorum.

Henüz daha Birinci İnönü Muharebesi (6-11 Ocak 1921) bile yapılmamışken, Londra’daki Müttefikler Barış Konferansı’nın 5 Mart 1920 günkü oturumunda, İstanbul’da yer alan olaylar ele alınırken Mustafa Kemal Paşa ve Anadolu’daki gelişmeler de gündeme getirilmiştir. İngiliz Başbakanı L. George bu bağlamda şu açıklamalarda bulunur; “… Konferansın da bildiği gibi, koşullarımız aksine çok serttir ve düşmanı hiç de yatıştırıcı nitelikte değildir. Bunların arasında Ermenistan’ın, Trakya’nın İzmir’in, Suriye’nin ve Filistin’in koparılması olduğu gibi bazı hükümleri de Osmanlı İmparatorluğunun Küçük Asya’daki kalan bölümünü denetim altına koymakta, daha doğrusu zincire vurmaktadır. Bu nedenle, konferansın yapılacak eylem hakkında bir karara varıp, hemen gereken yönergeleri vermesi gerekmektedir. Son Ermeni kırımının uygar dünyada büyük rahatsızlık uyandırdığı kuşkusuzdur ve şimdi şiddetli önlemler alınmayacak olursa, bize meydan okuyan Türkler yine başarıyla meydan okumalarını sürdüreceklerdir. … Bundan başka, aldığımız bilgilere göre, Mustafa Kemal’in komutası altında, güçlü, düzenli, iyi örgütlenmiş ve iyi yönetilen bir ordunun bulunduğu Kilikya’daki Fransızların zorlukları da artacaktır. Mustafa Kemal bayağı bir haydut ya da bir soyguncu başı değil, Türk Hükümeti tarafından atanmış, açıkça o Hükümetçe sevilen, Erzurum İlinin Valisidir. Bu Türk Valisi bizim müttefiklerimize saldırıyor ve biz hiçbir tepki göstermiyoruz! Kendi kişisel kanısı hemen, girişilebilecek en şiddetli eyleme geçilmesi gerektiğidir. Önce Mustafa Kemal’in işine son verilmesini istememiz sonra da İstanbul’u bir Müttefik kuvvetiyle işgal etmemiz gerekir.[59]” Fransa Başbakanı Cambon, Mustafa Kemal’in işine son verilmesi konusunda İngiliz Başbakanı ile aynı düşünceyi taşıdığını belirtmiştir. İtalya Dışişleri Bakanı Scialoja’nın açıklamalarından kısa bir alıntı yapacağım; “… Müttefiklerin bugüne dek izleye geldikleri politikaya gelince, hiçbir biçimde Padişahı desteklemek ya da ona yardımcı olmak sonucunu doğurmamış, tam tersine Ulusçulardan yana diye tanımlanabilecek bir görüntü bile göstermiştir. Ulusçuların takımı şu sırada Türkiye’de önemli olan tek topluluktur ve her halde hiçbir zaman bizim koşullarımızı kabul etmeyeceklerdir. Padişah ve çevresindekileri olabilseydi, güçlendirmek herhalde çok iyi olurdu ama, ne çare ki, bu yönde yapılabilecek pek bir şey yok gibidir. Hiç kuşkusuz, Osmanlı Hükümeti’nin Mustafa Kemal’i Erzurum Valiliğinden atmasını sağlayabiliriz ama bunun uygulamada etkisi sıfırdır. Mustafa, barış koşullarına karşı çıkmayı ödevleri sayacak olan çok sayıda ılımlıların da katılmasıyla büsbütün güçlenecek olan Ulusçu partiyi yönetmesini sürdürecektir.[60]

O özlemi çekenlerin ayrıca okumaları gerek diğer önemli iki belge de, Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğünün üç cilt olarak yayınladığı “Arşiv Belgelerine Göre Balkanlarda ve Anadolu’da Yunan Mezalimi” ile Atatürk Araştırma Merkezi’nce yayınlanan “İtalyan Arşiv Belgelerinde Anadolu’da Yunan Mezalimi” isimli kitaplardır.

Atatürk’ün ve Kurtuluş Savaşının değerini anlayabilmek için öncelikle Osman Olcay’ın “Sevres Andlaşmasına Doğru” isimli kitabının, yine Olcay’ın Seha L. Meray ile birlikte yayınladığı “Osmanlı İmparatorluğu’nun Çöküş Belgeleri” isimli kitaplarının mutlaka okunması gerekmektedir. Bu yazıyı hazırlarken, Osman Olcay’ın Sevres Andlaşmasına Doğru başlıklı kitabının 2019 yılında yeniden basılmış olduğunu büyük mutlulukla öğrendim. Dileğim, Osmanlı İmparatorluğu’nun Çöküş Belgeleri’nin de daha fazla gecikmeden yeni baskılarının yapılmasıdır. Bu iki temel kitabın yanında, Dörtler Konseyi’nin görüşme tutanaklarının da sadece Osmanlı Devleti’ne ilişkin bölümünün değil, tamamının da Türkçe’ye çevrilip yayınlanmasında büyük fayda görmekteyim. Zira o görüşmelerde Almanya, Avusturya ve diğer Avrupa Devletleri ile yapılacak barış andlaşmalarının içeriklerine ilişkin ayrıntılı bilgiler de mevcuttur. Onları da öğrenmek, Sevr andlaşması ile ülkemize dayatılmak istenen koşulların anlamını daha iyi anlamamıza da önemli katkısı olacaktır.

Cumhuriyet’in Yurtta Sulh Cihanda Sulh ilkesi ile ne amaçladı?

Atatürk ve Cumhuriyeti kuran kadro, yukarıda tablolarda sunduğum üzere, Osmanlı Devletinin 1787-1918 arasında on dört savaş yapmak ve on altı isyan bastırmak zorunda kaldığını bilen ve önemli bir bölümünü de yaşayan bir kuşaktı. O nedenle, Osmanlı Devletinden ayrılıp bağımsız devletler haline gelen ülkelerde yerleşmiş Osmanlı-Türk düşmanlığının toplumsal belleklerde taze ve güçlü tutulduğu bir ortamda, ne genç Cumhuriyetin ne de o devletlerin güven ve barış ortamında bir arada yaşayıp gelişmelerinin zor olacağının bilincindeydiler.

Atatürk ve Cumhuriyeti kuran kadro, yukarıda özetle anlatılan süreçte, Balkanlarda kaybedilen topraklardan yoğun olarak Trakya ve Anadolu’ya büyük ölçekli göç olmasına rağmen, o ülkelerde kalmak durumunda olan ve ülkeden ülkeye değişen düzeyde Türk azınlıkların da olduğunu bilmekteydi. Bu Türk azınlıkların kaldıkları ülkelerde varlıklarını, kimliklerini, kültürlerini ve inançları koruyabilmeleri de, yüzyılların birikimi olan güvensizlik ortamının son bulmasına bağlı idi.

Ayrıca, 1911-1922 arasında 11 yıl savaş içinde yaşamış ülkenin; yaralarını sarmaya, ekonomisini üretken konuma getirmeye, kalkınmaya, sanayileşmeye, çocuklarına nitelikli çağdaş eğitim olanakları sunma gereksinimi olduğu gibi, yabancıların elinde bulunan demiryolları ve limanlar gibi stratejik varlıkların millileştirilmesi de gerekiyordu. Bunlara ek olarak da, birçok hastalıktan sıkıntı çekmekte olan halkın sağlık sorunlarına kısa sürede çözüm üretmek ve Osmanlı borçlarından payına düşenleri ödemek zorunda idi. Bunları başarabilmek için ülke içinde barış ortamına gereksinimi vardı.

Diğer taraftan, büyük insan maliyeti ödenerek kurulan Cumhuriyetin uyruğu olarak bu ülkede yaşamayı seçmiş olan gayri Müslimler ile Müslüman nüfus arasında yeniden bir arada ve barış içinde yaşayabilme anlayış ve ortamını oluşturmak gerekiyordu. Gayri Müslimlerin 1927 nüfus sayımındaki boyutları Tablo 4 de yer almaktadır.

Tablo 4

1927 yılı nüfus sayımında Gayri Müslimlerin il nüfusları için payları

(% 1.00 dan fazla olan iller alınmıştır)

İller

İl nüfusu içinde gayri

Müslimlerin payı %

İstanbul

31.14

Mardin

9.52

Çanakkale

5.27

İzmir

4.68

Edirne

4.52

Siirt

3.88

Diyarbakır

3.42

Yozgat

2.00

Tekirdağ

1.33

Sivas

1.33

Kayseri

1.30

Kırklareli

1.22

Elazığ

1.19

Ankara

1.12

Mersin

1.10

Malatya

1.08

Türkiye

2.64

Kaynak: Devlet İstatistik Enstitüsü, 28 Teşrinievvel 1927 Umumi Nüfus Tahriri Fasikül III, D-Nüfusun dinler ve ana lisanları itibariyle inkısamları sayfa 61-62.

Türkiye’nin 1927 yılı Nüfus Sayımında, nüfusu 13,648,270 kişi olarak belirlenmiş olduğuna göre, yüzde 2.64 paya sahip gayri Müslimlerin sayısı da yaklaşık 360,314 kişi olmaktadır.

Bu bilgiler ve gerçekler ışığında, gerçekçi ve akılcı bir tutumla, Türkiye Cumhuriyeti, çevresini saran ve Osmanlı devletinden bağımsızlıklarına kavuşan komşu ülkelere, Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni bir Osmanlı imparatorluğu kurma hayali olmadığını ve onların topraklarında gözü olmadığını göstermek ve karşılıklı güven ortamı yaratmak amacıyla bir dizi andlaşmalar yapma yoluna gitmiştir. Bu doğrultuda ilk adım, daha Bağımsızlık Savaşı sürerken atılmış ve 9 Aralık 1920 günü Ermenistan ile Barış Andlaşması imzalanmıştı. Bunu 1 Mart 1921 tarihli Afganistan Andlaşması ile 16 Mart 1921 günü imzalanan Sovyet Rusya ile Dostluk ve Kardeşlik Andlaşmaları izlemiştir. Sovyet Rusya ile yapılan bu andlaşma ile Rusya, Türkiye’nin sınırları olarak, 28 Kasım 1920 günü İstanbul’da toplanan Meclisi Mebusan’ın ilan ettiği Misak-ı Millî’yi tanımış ve kuzey-doğu sınırlarının buna göre düzenlenmesini kabul etmiştir. Bu Andlaşma ile Osmanlı Devleti’nin 1878 Ayastefanos ve Berlin Antlaşmaları ile Çarlık Rusya’sına terk etmek zorunda kaldığı Kars ve Ardahan Türkiye’ye geri dönmüştür[61]. Bağımsızlık Savaşı’nın sürdüğü yıllarda imzalanan diğer andlaşmalar ise şunlardır; 13 Ekim 1921 tarihli “Türkiye ile Ermenistan, Azarbeycan ve Gürcistan Arasında Dostluk Andlaşması” ve 20 Ekim 1921 tarihli “Türk Fransız (Ön Barış) Anlaşması”dır[62].

Lozan Barış Antlaşması’nın hemen ardından da, Türkiye yakın coğrafyasında bulunan ülkelerle dostluk andlaşmaları imzalamayı sürdürmüştür. Bu yöndeki ilk adımını da Balkan Devletleri ile atmıştır. 1923’te Arnavutluk, 1925’te de Bulgaristan ve Yugoslavya ile dostluk andlaşmaları imzalanmıştır. Türkiye, Balkanlara yönelik daha kapsamlı bir güven ortamı sağlayabilmek için bu girişimlerini sürdürmüştür. Bu amaçla sınırların karşılıklı güven altına alınmasını sağlamak amacıyla 1926 yılında diplomatik girişimlerde bulundu ise de hemen sonuç alamadı[63].

Bu arada, 1930 yılında Umumi Hıfzısıhha Kanunu yürürlüğe konulmuştur. Kanunun 3 üncü maddesinde 18 başlık altında sayılan acil sağlık sorunlarının çözümlenmesi amaçlanmıştır. Bunlardan ilk dördünü buraya alıntılamak isterim. 1. Doğumu çoğaltmak, kolaylaştırmak ve çocuk ölümlerini azaltacak önlemler, 2. Annelerin doğum öncesi ve sonrası sağlıklarının korunması, 3. Ülkeye, bulaşıcı ve salgın hastalıkların girişini engelleme, 4. İçeride her türlü mikroplu, bulaşıcı ve salgın hastalıklarla veya çok sayıda ölüme yol açan diğer zararlı unsurlarla mücadele.

Cumhuriyet Halk Fırkası, 10 Mayıs 1931 tarihinde toplanan üçüncü Büyük Kongresi’nde kabul ettiği programının “Dahilî, adlî, haricî siyaset, memurlar, serbest meslek erbabı” başlıklı Yedinci kısmının üçüncü maddesinde “3 — Yurtta sulh ve cihanda sulh, başlıca prensiplerimizdir.” İlkesine yer vermiştir. Bu ilke doğrultusunda, komşu ülkelerle dostluk ve tarafsızlık andlaşmaları imzalama çalışmaları da sürdürülmüştür[64].

1933 yılında Türkiye sırasıyla Yunanistan, Bulgaristan, Romanya, Yugoslavya ile birer “Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşmaları” imzalamıştır. Bu gelişme Balkan ülkeleri arasında daha kapsamlı bir düzenleme için uygun bir zemin hazırlamış oldu ve Balkan Paktı, 9 Şubat 1934’te Atina’da Türkiye, Yunanistan, Yugoslavya ve Romanya Dışişleri Bakanları tarafından imzalandı ve Pakta girmeyen Bulgaristan ve Arnavutluk’a da sonradan katılabilmelerine hakkı tanındı[65]. Bu girişimleri ile Türkiye eski Osmanlı topraklarına yönelik emelleri olmadığını Balkan ülkelerine somut olarak göstermiş oldu. Atatürk, Balkan Andlaşması konusunda düşüncelerini 1 Kasım 1934 günü TBMM’ni açış konuşmasında şöyle dile getirmiştir: “Uluslararası siyasa acunu; geçen yıl içinde korunma kaygısına düştü; bu yüzden bütün ülkelerde silahlanmaya hız verildi. Cumhuriyet Hükümeti de, bundan dolayı, bir yandan ulusal koruma gücünü pekiştirmeye çalışırken, bir yandan da barışın sarsılmaması için, ulusların birlikte çalışmasına umut veren yoldan ayrılmamak uğrunda elinden geleni esirgememektedir. Cumhuriyet Türkiye’sinin dostluklarına çözülmez bağlılığı, geçmiş yıllarda türlü işlerde denenmiştir. Ulusumuzun acunca tanınmış özlüğünün gereği de karşılıklı verilmiş sözü tutmaktır. Buna ne türlü özenildiği, bundan böyle de özenileceği bellidir. Balkan Antlaşması, Balkan Devletlerinin birbirinin varlıklarına özel saygı beslenmesini göz önünde tutan mutlu bir belgedir. Bunun sınırların korunmasında gerçek bir değeri olduğu besbellidir. Ankara’da toplanmış olan ‘Balkan Antlaşma divanının’ verimli, yerinde çalışmasını ulusumuz sevgi ile karşıladı.[66]” Alıntıladığım metinde dil güncelleştirmesi yapmadım. Okuduğunuz sözcüklerin tümü Zabıt’ta yer alan Atatürk’ün sözleridir. Bu da Türk Dil Kurumu’nun çalışmaları ile daha 1934 yılında Türkçemizin ne boyutta özüne dönebildiğinin güzel bir göstergesidir.

Bu süreçte, Atatürk’ün önderliğinde TBMM Cumhuriyet’in demokratik, lâik ve hukuk devleti yapılanmasını tamamlamak üzere birçok reform yasalarını da çıkarmıştır. Ayrıca, ülkenin sanayileşmesinin temelini ve sanayi işgücünün öğrenim kurumu rolünü üstlenecek olan Sümerbank, Etibank, Uçak Fabrikası, Şeker Fabrikası gibi birçok kamu kurumu da bu dönemde kurulmuştur. Osmanlı Devleti döneminde yabancıların elinde olan demiryolları ve limanların millileştirilmesi ve yenilerinin yapılması da bu dönemde gerçekleştirilmiştir.

Ayasofya’nın müze olmasına yönelik 24 Kasım 1934 tarihli kararname, Balkan ülkeleri ile karşılıklı güven ve barış ortamının oluşturulduktan sonra atılan önemli bir sembolik adımdır. Bu konuda Millî Eğitim Bakanlığı’nın Bakan Abidin Özmen (9 Temmuz 1934-9 Haziran 1935) imzası ile Başbakanlığa gönderdiği 4 Kasım 1934 tarih ve 94041 sayılı yazıda şu bilgilere yer verilmiştir. “İstanbul’daki Ayasofya binasının salip ve hilâl (haç ve hilal) arasında sürüklene gelen savaşların başlıca rumuzlarından (sembollerinden, simgelerinden) birini teşkil ettiği, birçok ihtiras (tutku, güçlü istek) bulutlarının Ayasofya’nın kubbesi etrafında kümelendiği malûmu Devletleridir. Eşsiz bir mimarlık sanat abidesi (anıtı) olan Ayasofya’nın bir müzeye çevrilmesi bütün şark âlemini (doğu dünyasını) sevindirecek ve beşeriyete (insanlığa) yeni bir ilim müessesi (kurumu) kazandıracaktır. Esasen bu abideye Bizans ve Türk sanat eseri olarak bakmak daha doğrudur. … Türk elinin ihtimamı (özeni) ile bugüne kadar ayakta durabilen ve umumi heyetiyle bir müze olan bu abidenin müzelik sıfatının tebarüz ettirilerek (belirtilerek) bir ilim müessesi halinde cihana (dünyaya) ilan edilişi çok yerinde bir iş olacaktır. İçinde bazı Bizans ve Osmanlı eserleri teşhir edilebileceği (sergilenebileceği) gibi başlı başına bir müze olup teşhir için eski eserler konmaması da ilmi mütalâalar (bilimsel görüşler) cümlesindendir.  … Ayasofya müzeye evrildiği takdirde İstanbul’un turistik değeri bir kat daha artacaktır. Ayasofya’da namaz kılanlar pek yakınındaki büyük küçük birçok camilerde dini vazifelerini yapabileceklerdir. …[67]” Millî Eğitim Bakanı’nın yazısının fotoğraf tam metnine son notta yer alan yazıdan erişilebilir.

Bakanın yazısında, Ayasofya’nın Osmanlı Devleti’nin taraf olduğu birçok savaşın nedenleri arasında olduğu da belirtilmektedir. Yukarıda Tablo 1 de özet olarak sunduğum 1787-1918 döneminde yaşanan savaşları ve bu savaşlardaki Rusya’nın emelleri Millî Eğitim Bakanlığının gözlemleri ile örtüşmektedir. Ayasofya’nın tarihi süreç içerisinde Bizans ve Türk sanat eseri konumuna da geldiğine işaret edilerek, kazandığı bu konum nedeni ile müze kimliğine kavuşmasının insanlık açısından büyük bir kazanım olacağı da ifade edilmektedir.

Ayasofya’nın müze haline getirilme kararı, lâik bir devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin yurt içinde ve yurt dışında izleyeceği politikaların, inanç çatışmaları üzerine kurulu olmayacağını pekiştiren önemli bir simgesel adım olmuştur.

Batı, Kuzey ve Kuzeydoğu komşuları ile güven ortamı sağlandıktan sonra, Türkiye Cumhuriyeti Doğu ve Güneydoğu’da sınırdaş olduğu ülkelerle de benzeri güven ortamı oluşturacak bir Pakt oluşturmak için girişimde bulunmuş ve sonuçta 8 Temmuz 1937 günü,  Türkiye, Irak, İran ve Afganistan arasında Sadabat Paktı imzalanmıştır. Bu Pakt çok taraflı bölgesel bir andlaşma olup, taraflar birbirlerine saldırıdan kaçınmayı ve bölgede barışı korumak üzere iş birliği yapma ortak ilkesini kabul etmişlerdir. Bu karşılıklı saldırmazlık ve iyi komşuluk Paktı olup savunma için karşılıklı yardımlaşma konusunu içermemektedir[68]. Avrupa’da savaş tehdidinin hızla tırmanış içinde olduğu ortamda, Türkiye’nin izlediği dış politikanın barışçıl içeriğini Atatürk, 1 Kasım 1937 günü TBMM’ni açış konuşmasında şu şekilde açıklamıştır: “… Milletler Cemiyeti yüksek idaresi altında cereyan etmiş olan müzakereler, Hatay halkının lâyık olduğu mesut ve müstakil idareye kavuşması yolunda amaçladığımız gayeyi temin edecek vesikaların (belgelerin) kabul ve imzası ile neticelenmiştir. Yeni Hatay rejiminin meriyete (yürürlüğe) girmesine, kısa bir zaman kaldı. Bu rejimi, kendileri ile en dostane bir zihniyetle emek birliği yapmış olduğumuz Fransızların, iyi niyetle ve amaçlanan gayeyi temin edebilecek şekilde tatbike başlayacaklarına şüphe edilmemelidir. Yarınki Türk-Fransız münasebetlerinin dilediğimiz yolda inkişafına (gelişmesine), Hatay işinin iyi bir yönde yürümesi, esaslı bir ölçü ve amil (sebep)olacaktır kanaatindeyim. Balkan siyasetimiz, en mesut bir işbirliği yaratmakta devam ederek kendisine çizilmiş olan sulh yolunda her gün daha verimli neticeler üretmektedir. Cumhuriyet Hükümetinin, takip edegelmekte bulunduğu dostluk ve yakınlık siyaseti, yeni bir kuvvetli adım attı. Sadabat’ta dostlarımız Efganistan, Irak ve İran ile imza etmiş olduğumuz dörtlü muahede (andlaşma), büyük bir memnuniyetle kayda değer sulh eserlerinden birisidir. … Sulh yolunda nereden bir hitap (istek, söz) geldiyse, Türkiye onu tehalükle (istekle) karşıladı ve yardımlarını esirgemedi. …[69]

Karşılıklı olarak oluşturulan bu barış ve güven ortamında, Cumhuriyet, yeni kuşakların yetişmesine, önce kendi toplumunu bilgi ve belgeye dayanan inceleme ve araştırmalarla eğitmeye ve toplumu bilinçlendirme adımlarını sağlam temel kurarak başlamıştır. Bu çalışmalar çerçevesinde, Türklerin ve Müslüman toplumların barbar olmadığına ve uygarlığın oluşmasına ve gelişmesine tarihi süreçte önemli katkılarda bulunduklarına belgeler eşliğinde yanıtlar da oluşturulmuştur. Atatürk’ün bu amaçla üzerinde özen ve titizlikle durarak kurulmasını sağladığı kurumlardan biri Türk Tarih Kurumudur. Kurum, yapacağı belgelere dayalı araştırmalarla bu gerçekleri toplumumuzun olduğu kadar yüzyıllar boyunca toplumumuzu ve kurduğu devletleri barbarlıkla suçlayan ülkelerin toplumlarına da sunma çalışmalarına başlamıştır. Atatürk’ün kurulmasında büyük önem verdiği diğer kurum ise Türk Dil Kurumu olmuştur. Zira Osmanlı Devleti dönemindeki eğitimin ağırlıklı olarak Arapça üzerine kurulmuş olması ve kamu kurumlarının kullandığı Osmanlıcanın ise Arapça ve Farsçanın ağırlıklı Türkçenin ise küçük ölçekte yer aldığı melez bir dil olması da kamu ile halk arasında iletişimin zayıf ve kopuk olmasına yol açtığı gibi eğitimin de anlamı bilinmeden ezbere dayanmasına neden olmuştu. Eğitimde, kavram ve düşüncelerin anlaşılabilmesi ve öğrenilebilmesi, bunların ana dildeki sözcüklerle ifade edilebilmesi ile mümkündü.

Osmanlı Devletinin çöküş ve parçalanma sürecine ilişkin bilgiler ışığında, Ayasofya’nın 1934 yılında müze yapılması kararının, bana göre, hangi tarihi olaylar ve gelişmeler zemini üzerinde, nasıl bir barış ve karşılıklı güven ortamı oluşturma çalışmalarını tamamlamak üzere atılan sembolik bir adım olduğunu anlatmaya çalıştım.

Ülkemiz ve toplumumuzun tarihinin en karanlık günlerinde, ülkemizi bu karanlıktan ve esaretten kurtarmak üzere, Tanrı’nın ulusumuza bahşettiği Mustafa Kemal Atatürk için Tanrı’ya şükretmemiz ve Atatürk’e de ülkemize ve ulusumuza yaptığı çok büyük ve çok değerli hizmetleri nedeni ile büyük teşekkür borçlu olduğumuzu bir an bile aklımızdan çıkarmamamız gerektiğine inanıyorum.

Hikmet Uluğbay

[1] Karal Enver Ziya Ord. Prof. “Büyük Osmanlı Tarihi” Türk Tarih Kurumu Yayınları Cilt 1 sayfa 1.

[2] Y.a.g.e. sayfa 5-7.

[3] Y.a.g.e. sayfa 7.

[4] Y.a.g.e. sayfa 7.

[5] Y.a.g.e. sayfa 29.

[6] McCarthy Justin, “Ölüm ve Sürgün, Osmanlı Müslümanlarının Etnik Kıyımı (1821-1922), TTK 3. Baskı 2018, sayfa 5-6.

[7] Hurewitz J. C., “Diplomacy in the Near and Middle East A Documentary Record: 1535-1914” Volume 1, D. Van Nosrand Comp. Inc. 1958, sayfa 56-7. Gabriel Effendi Noradounghian, “Recueil D’Actes Internationbaux DE L’Empire Ottoman” Paris  Librairie Cottilon , F. Pichon Successeurs, 1879, Tome Premier 1300-1789, sayfa 324-5.

[8] Y.a.g. eserler ve sayfalar.

[9] McCarthy, y.a.g.e. sayfa 1.

[10] Karal, y.a.g.e. sayfa 9-10.

[11] Londra Büyükelçiliği web sayfası ve Musa Kılıç, “İlk İkamet Elçilerinin Halefleri Rum Maslahatgüzarlar 1800-1821”

[12] Puryear Vernon J. “Napoleon and the Dardanelles”, University of California Press 1951, sayfa 281-353.

[13] Karal, y.a.g.e. sayfa 123.

[14] Hansard Millbank, “Cause of The Greeks”, HC Deb 15 July 1822 vol 7 cc 1649-531649, tutanak.

[15] Y.a.g. tutanak, 1651-1652.

[16] Y.a.g.t. 1652-1653.

[17] Y.a.g.e. sayfa 135.

[18] Armaoğlu Fahir Prof. Dr., “19. Yüzyıl Siyasi Tarihi (1789-1914)”, TTK 1997 sayfa 268-269. Noradounghian, Recueil Cilt 3 sayfa 124. Gladstone W.E., “Bulgarian Horrors and the Question of The East”,London: John Murray, Albemarle Street, 1876 sayfa 8.

[19] Shaw Stanford J. & Ezel Kural Shaw, “History of the Ottoman Empire and Modern Turkey”, Cambridge Univ. Press 1977 Cilt 2, sayfa 143.

[20] Testa Baron de, “Recueil des Traités de la Porte Ottomane”, Paris 1884 Cilt 6, sayfa 105.

[21] Y.a.g.e. sayfa 105-267.

[22] Y.a.g.e. sayfa 336-343.

[23] Hansard Millbank, Turkey-The Insurrection in Bosnia and Herzegovine, Resolution, HC Deb 31 July 1876 vol 231 sayfa 201.

[24] Gladstone W.E., “Bulgarian Horrors and the Question of The East”,London: John Murray, Albemarle Street, 1876, sayfa 12-13.

[25] Y.a.g.e. sayfa 61-62.

[26] “The Need For Recruits, Lloyd George’s Appeal to Free Churchmen, Turkey’s Action”, The Times 11.11.1914.

[27] Olcay Osman, “Sevres Andlaşmasına Doğru (Çeşitli Konferanslar ve Toplantı Tutanakları ve Bunlara İlişkin Belgeler)”, A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları No. 455, 1980, sayfa LIV-LV.

[28] Y.a.g.e. sayfa LV.

[29] Y.a.g.e. sayfa XLVII-XLVIII.

[30] The Council of Four: Minutes of Meetings March 20 to May 24 and May 24 to June 28 1919 ve Criss Bilge, “İşgal Altında İstanbul”, İletişim Yayınları 1993, sayfa 22.

[31] Y.a.g.e., sayfa 23.

[32] Meray Seha L. Ve Osman Olcay, “Osmanlı İmparatorluğunun Çöküş Belgeleri (Mondros Bırakışması, Sevr Andlaşması, İlgili Belgeler)”, A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları No. 409, 1977, sayfa 61.

[33] Y.a.g.e. sayfa 60.

[34] Olcay, y.a.g.e. sayfa 168.

[35] Y.a.g.e. sayfa 168.

[36] Y.a.g.e. sayfa 168.

[37] Criss, y.a.g.e. sayfa 104.

[38] Meray, y.a.g.e. sayfa 92.

[39] Y.a.g.e. sayfa 97.

[40] Y.a.g.e. sayfa 90.

[41] Y.a.g.e. sayfa 99.

[42] Y.a.g.e. sayfa 90.

[43] Y.a.g.e. sayfa 100.

[44] “Turkey, Views of the United States Government on the Peace Settlement with Turkey, as communicated to the Supreme Council”, sayfa 748, Foreign Relations fo the United States  1920, UW Digital Collection.

[45] Y.a.g. belge sayfa 750-751.

[46] Y.a.g.b. sayfa 754.

[47] “The Council of Four: Minutes of Meetings March 20 to May 24, 1919” sayfa 622, 669, 688, 708-709, 760, 765, 770 ve “The Council of Four: Minutes of Meetings May 24 to 28 June 1919” sayfa 676, 678, 688-691, 711-712, 729.

[48] Y.a.g.b. sayfa 708-709.

[49] Y.a.g.b. sayfa 759-760.

[50] Y.a.g.b. sayfa 760.

[51] Y.a.g.b. May 24-28 June 1919, sayfa 676.

[52] Olcay Osman, “Sevres Andlaşmasına Doğru”, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları No.455 1980, sayfa 6.

[53] Y.a.g.e. sayfa 6.

[54] Y.a.g.e. sayfa 7.

[55] Y.a.g.e. sayfa 438.

[56] Y.a.g.e. sayfa 438.

[57] Criss, y.a.g.e. sayfa 52.

[58] Y.ag.e. sayfa 54.

[59] Y.a.g.e. sayfa 221.

[60] Y.a.g.e. sayfa 224.

[61] Soysal İsmail, “Türkiye’nin Siyasal Andlaşmaları” Cilt 1, Türk Tarih Kurumu Yayınları, sayfa 32-33.

[62] Soysal İsmail, “Türkiye’nin Siyasal Andlaşmaları” Cilt 1, Türk Tarih Kurumu Yayınları.

[63]Tarih Bilimi gen.tr., Çağdaş Türk ve Dünya Tarihi, Balkan Antantı (9 Şubat 1934).

[64] C.H.F. Nizamnamesi ve Programı 1931, TBMM Matbaası Ankara.

[65] Tarih Bilimi gen.tr., y.a.g.k.

[66] TBMM Zabıt Ceridesi Cilt 25, Birinci inikat 1 Kasım 1934 Perşembe sayfa 3-4.

[67] Solak Mustafa, “İktidarıyla muhalefetiyle başardınız! Cumhuriyet kadrolarını Fatih’in lanetiyle yargılamak ta nedir?”, Veryansıntv 11 Temmuz 2020.

[68] Tarih Bilimi gen.tr, Sadabat Paktı (8 Temmuz 1937) maddesi.

[69] TBMM Zabıt Ceridesi Cilt 20, Birinci inikat 1 Kasım 1937 Pazartesi, sayfa 8.

Ayasofya’nın Müze Yapılma Mantığını Anlamak” üzerine 3 yorum

  1. Yine dört dörtlük bir inceleme.Öğretici olduğu kadar duygulandırıcı, düşündürücü ve uyarıcı. Gelişmeleri tarihsel bağlamı içinde yorumlamadıkça doğru kararlara ulaşmak olanaklı değil. Teşekkürler Sayın Uluğbay.

    Kemal Nehrozoğlu.

    Beğen

  2. Sayın Hikmet Uluğbay,

    Çok kapsamlı ve oldukça geniş bir yazı. Sağolun değerli Bakanım. Sizin sağlığınız nasıl. Umarım herşey yolundadır. Sevgiler saygılar.

    Bunu bende sayfalarımda paylaşabilirmiyim.
    Teşekkür ederim.

    Zeynel Yeşilay
    Başbakan Bülent Ecevit’in
    Özel Kalem Müdürü / Fotograf Sanatçısı

    Beğen

Yorum bırakın