Cumhuriyet’in Erdemi

Cumhuriyet’in Erdemi

(Bireye ve topluma kazandırdıkları)

Anaçev’in değerli öğrencileri ve onlara büyük destek veren saygın katılımcılar, yarın, Atatürk’e ve O’na Kurtuluş savaşında ve devrimlerinde destek veren arkadaşlarına teşekkür, sevgi ve saygılarımızı sunarak, Cumhuriyet’in açıklanışının 98 ini yıldönümünü ulusça büyük coşku ile kutlayacağız. Ulusumuza ve tüm bireylerine büyük olanaklar ve fırsat veren bu önemli ve çok değerli günün kutlamaları kapsamında, bana, sizlere Cumhuriyet’in Erdemi konusunda görüşlerimi açıklama onur ve ayrıcalığını verdikleri için Anaçev’in Başkanı sayın Ayla Hatırlı’ya ve sayın Yönetim Kurulu üyelerine ve siz değerli izleyenlere teşekkürlerimi sunarım.

Konuşmama, “Cumhuriyet” sözcüğünün anlamını anımsatarak başlamak istiyorum. Arapça halk anlamındaki Cumhur kelimesinden türetilmiş olan bu sözcüğün anlamı; “Milletin, egemenliği kendi elinde tuttuğu ve bunu belirli süreler için seçtiği milletvekilleri aracılığı ile kullandığı ve denetlediği devlet yönetim biçimidir.[1]” Millet sözcüğü, elbette toplumun bütün kadın ve erkeklerini içermektedir.

Konuşmama Osmanlı Devletinin son dönemlerine kısa bir göz atarak başlamak istiyorum.

Osmanlı Devleti, 1768 yılında Rusya’ya açtığı savaşta ordu ve donanmasının yenilmesinden sonra, bu ülke ile yaptığı hiçbir savaşı kazanamamıştır.  Rusya’nın Yunanistan’ın bağımsızlığını dayatmak üzere 1828 yılında açtığı savaşın da kaybedilmesi üzerine Sultan II. Mahmut, Rusya’nın güçlü bir devlet haline geliş nedenlerini öğrenmek üzere, damat Amiral Halil Paşayı özel elçi olarak bu ülkeye göndermiştir. Halil Paşa dönüşünde Sultan’a aktardığı gözlemler arasında şu hususlar dikkat çekicidir. “… Gerçek odur ki, bizim devletimiz uyguladığı kurallar ile olduğu kadar düşünce, maddi ve manevi yaşamı ile ölümcül bir tehlike içindedir. Eğer ki, Avrupa’yı devlet ve fert olarak takip etmez isek, onlara uyum sağlamaz isek, onların bilim ve teknolojilerini olduğu kadar, onların yaşam tarzlarını da benimsemezsek, sonsuza dek yaşayacağını umduğumuz devletiniz son bulacaktır. … Bir örnek vereyim: Bizde nüfus yalnızca erkeklerle sınırlıdır. Kadınlar bazı köylerde tek başına genel hayata katılırlar. Avrupa’da ise milleti, kadın ve erkek beraberce oluşturuyorlar. Hayatın tüm alanlarında bu katılım, onları bizim iki katımız haline getirmektedir. … Bu devirde yaşayan insanlar olarak ya bu kervana katılacağız veya mahvolup gideceğiz.[2]

1838 yılı ilkbaharında Paris Büyükelçiliği Başkâtipliğine atanmış bulunan Mustafa Sami Efendi bu görevi sırası “Avrupa Risalesi” başlıklı eserini yazmıştır[3]. Bu eserden bir bölüm şöyledir: “… Kadın ve erkek bütün Avrupa halkı okuyup yazmaktan haberdardır; özellikle Fransa’da her kişi, bir hamal veya bir çoban bile, en azından kendisine ait olan bir mektubu yazabilir, okuyabilir. …   Avrupalılar, Dünya’da en çok utanılacak şeyin cehalet olduğuna hükmetmiş olduklarından, milletçe uğraşmış ve çalışmışlar ve kör ve dilsizlere varıncaya kadar ayrı okullar ve bütün bilimler için sayısız dershaneler kurmuşlar ve erkek ve kız bütün çocuklarını en azından on sene boyunca eğitmeye dikkat etmişlerdir.[4]” 

Sultan Abdülaziz’in Avrupa seyahatine katılan İstanbul şehr-emini (belediye başkanı) Ömer Faiz Efendi, Sadrazam Âli Paşanın seyahat dönüşü, geziye katılanların görüş ve izlenimlerini öğrenmek için yaptığı toplantıda görüşünü açıklarken şu hususa da değinmiştir. “Müslümanlığı dahi bu memleketlerden alalım, çünkü onlar, ilim, irfan, medeniyet, çalışkanlık, adalet, eşitlikçi oluşları ile Müslümanlığın asıl emirlerini, Hıristiyan oldukları halde uyguluyorlar, … cehâleti bırakıp bilimi, ilkelliği bırakıp medeniyeti, tembelliği bırakıp çalışkanlığı, el emeği biçareliğini bırakıp makinayı, şehirlerde ve köylerde pisliği bırakıp temizliği, üfürüğü bırakıp ilacı, deveyi bırakıp treni, yelkenliyi bırakıp uskurlu gemiyi alır, kadın-erkek birlikte ve beraber tam bir millet olursak hem dinimizi, hem de devletimizin onurlu biçimde sürmesini sağlayabiliriz.[5]

Bu ve diğer raporların önemli noktalarından birisi de “kadın-erkek” eşitliği ve eğitimine yönelik vurgulardır. Ancak Osmanlı Devleti bu konularda gerekli adımları atmaktan uzak durmuştur.

Akademisyen Serpil Çakır’ın “Osmanlı Kadın Hareketi” isimli nitelikli kitabının, okunmasını öneririm, Osmanlı kadınlarının dergi ve gazetelerde yayınladıkları yazılardaki yakınmaları ile doludur. Birkaç alıntı yapacağımİsmet Hakkı hanım, İkdam gazetesinde 26 Ağustos1908 günü yayınlanan mektubu günümüz sözcükleri ile şöyledir: “Bizler şu çağın gelişmesinden ne pay alacağız? Yine o tepile tepile, eğitile eğitile, geçmişe karıştı zannettiğimiz üzüntülere mi boyun eğeceğiz? Hayır, hayır artık çok çektik, yetişir. Evet, artık bu yeknesak siyah gölgelerde bu gaflet yüküne, … boyun eğmek istemiyoruz.[6]”  Aynı yazar aynı yıl şunu yazmış: “… Madam Curie bugün Sorbon’da ders veriyor. Fransa’da hukuk, tıp mekteplerinde erkek kadar, kadın talebe var. Pek beğenilen İngiltere’de ‘sufrajet’lerin (oy hakkı isteyen kadınların) gücü ve dayanıklılığı pek büyüktür.[7]Mükerrem Belkıs hanım, 1913 yılında şöyle demiş: “Şimdi kıyafetimizde bir şey var; o da dünya ile yüzümüzün arasındaki perdekıyafetin düzeltilmesi, bizi gulyabaniye benzetmekten … başka bir faydası olmadığı dikkate alınarak, peçenin kaldırılacağını ümit ederim. Buna mecburuz.”[8] Nedime İhsan hanım 1911 yılında, “Gelecek için Ümid-vâr Olalım” başlıklı yazısında şöyle haykırıyordu: “Çünkü kadınlar dünyada değil, bu kadar senedir cehennemde yaşıyorduk. Bu dünya ile alakamız değil, zerre kadar münasebetimiz yoktu. Kadın cehenneminin bizim için seçilmiş ve icat edilmiş kuyuları, ateşleri, feryatları, katranlı gömlekleri, her şey ve her şey vardı. Biz zavallı kadınlar bu hayatımızda bir dünya ömrü değil, bir cehennem hayatı yaşıyorduk. Hiçbir kimsenin bize insaf edip de bu cehennem yaşayışından kurtarmak hatırına gelmiyordu.[9]Bu ve diğer kadınların feryatlarını duyan elbette birisi vardı.

Ulusumuzun, Cumhuriyet’e uzanan yolculuğu, Mustafa Kemal Paşa’nın 19 Mayıs 1919 günü Samsun’a ayak basması ile başlamıştır. Atatürk, Anadolu’da halkla birlikte, ulusun kaderini kendi eline alması için neler yapılacağına ilişkin düşüncelerini, o güne değin aşama aşama olgunlaştırmış, kararını vermiş ve planlamış olarak yola çıkmıştır. Yola, egemenliği kayıtsız şartsız millete verecek olan “Cumhuriyeti” kurma kararlılığı ile çıkmıştır.

Atatürk, 1902 yılında, henüz 21 yaşında Harp Okulu’nu üçüncü sınıf öğrencisi iken sınıf arkadaşı Ali Fuat Cebesoy’un evine gittiğinde, evin diğer konuğu Osman Nizami Paşadır. Paşa sohbet sırasında, “istibdat idaresi bir gün elbette yıkılacaktır. Fakat onun yerine Batılı manada bir idare gelip memleketi her bakımdan acaba kalkındıracak mıdır? Ben buna inanmıyorum.” şeklinde düşüncesini açıklamıştır. Mustafa Kemal, şu yanıtı vermiştir: “Paşa hazretleri, Batılı anlamdaki yönetimler de zamanla gelişmiştir. Bugün uyur gibi görünen milletimizin çok kabiliyeti ve cevheri vardır. Fakat bir inkılâp gerçekleştiğinde bugün işbaşında olanlar, yerlerini korumaya kalkarlarsa, o vakit buyurduğunuzu kabul etmek lazım gelir. Yeni nesiller içerisinde her hususta güvene lâyık insanlar çıkacaktır.” Bu söylem, O’nun gelecek için halka ve gençliğe yönelik güvenini göstermektedir. O anda yanıt vermeyen Paşa, Mustafa Kemal ayrılırken, “Sen, bizler gibi sadece bir kurmay subay olarak normal bir hayata atılmayacaksın. Keskin zekân ve yüksek yeteneğin memleketin geleceği üzerinde belirleyiciolacaktır. … Sende memleketin başına gelen büyük adamların daha gençliklerinde gösterdikleri sıra dışı yetenek ve zekâ belirtilerini görmekteyim.[10]” demiştir.  

Atatürk, Erzurum’da Kongre hazırlıklarını sürdürürken, 20 Temmuz günü Mazhar Müfit Bey’in “Paşam, … başardığımızda, ki bundan şüphem yok, hükümet şekli ne olacak?” “Açıkça söyleyeyim: şekli hükümet zamanı gelince, Cumhuriyet olacaktır.[11]” 

Kongre’nin tamamlandığı 7 Ağustos 1919 gününü 8 Ağustos’a bağlayan gecesinin ilerleyen saatlerinde, Mustafa Kemal Paşa, yakın arkadaşları ile görüşürken düşüncesini şöyle açıklamıştır: “… Kongre’nin en belirgin düşüncelerinden biri de millî iradeyi her şeye egemen ve her şeye üstün kılma kararıdır. … Memlekette ulusal irade hâkim olacak, Kuvayı milliye de bu iradeye tâbi. Hakikat bu olunca neler olmaz.” Bir ara, Süreyya bey başarıya ulaşıldıktan sonra yapılması gereken çok iş olduğunu, bunun nasıl bir yönetimle yapılacağını sormuştur. Paşa, zaferden sonra yönetim şeklinin Cumhuriyet olacağını yenilemiş ve yapılacak önemli işleri şöyle saymaya başlamıştır: saltanat hakkında gerekli kararın alınacağını, kaçgöçün son bulacağını, fesin kalkacağını söylediğinde, Mazhar Müfit bey, darılma ama Paşam, sizin de hayalperest taraflarınız var diye araya girdiğinde, bunu zaman tayin eder, sen yaz dedikten sonra,  Latin harflerinin kabul edileceğini de açıklamıştır[12].”

Mustafa Kemal Paşa bir hayalperest değildi. Giriş bölümünde anlattığım, Avrupa’nın güçlenmede büyük katkısını gördüğü toplumsal aklın ve yeteneğin, yani kadınların emek ve bilgisini Osmanlı Devletinin dışladığını  ve eğitim kurumlarının geniş ölçüde çağın çok geri olduğunu görmüş, yaşamış ve gözlemlemişti. Ayrıca, yıllar boyunca, görevleri sırasında ülkenin her yerini dolaşmış, insanlarını tanımış, ülke en çetin savaşları yaşadığında, birlikte savaştığı dönemde, kadın-erkek tüm ülke vatandaşlarının niteliklerini ve karakterini gözlemlemiştir. Ayrıca, Anadolu’ya geçinceye değin, Osmanlı tarihini olduğu gibi, Avrupa ülkeleri tarihlerini de çok iyi incelemişti. Bunlara ek olarak yurt dışında askeri ateşe olarak görev yaptığı sırada ve diğer seyahatlerinde o ülkelerin ordularını olduğu kadar toplumları ve yaşam koşulları hakkında da bilgi edinmişti. 

Yapılacak işler arasında Latin harflerine geçileceğini söylerken, Arap harfleri nedeniyle Osmanlı toplumunun çektiği sıkıntıları çözme girişimlerindeki başarısızlığın nedenleri yanında, Fransızcanın 1868 den beri okullarda ders olarak okutulduğunu da çok iyi biliyordu.

Tarihçi Enver Ziya Karal, Osmanlı Devletinin Arap harflerinin bitişik ve ayrı yazılmalarındaki güçlük ile sesli harflerin azlığı sorununu çözmek için 1879’dan beri çalışma yaptığını belirtiyor. Bu çalışmalara karşı çıkılmasını önleyebilmek için, Osmanlı ulemasından değil, İran ulemasından mevcut harflerin düzeltile bileceğine ve hatta değiştirilebileceğine dair fetva alındığını yazıyor. Arap alfabesinin bırakılıp Latin harflerinin kabul edilmesini düşünenlerin bile olduğunu söylüyor.[13] Çalışmalar, tutucu çevrelerin baskısı ile sona eriyor. Ancak, teknolojik gelişmeler ve zorunluluklar, Latin harflerinin 1855 yılından başlayarak Osmanlı Devletinde kullanılmasını engelleyememiştir.  Kırım Savaşı sırasında, 1855 yılında,  İstanbul, telgraf telleriyle Avrupa’ya bağlanmıştır. … Telgrafı getirenler, Türkçe’nin yazıldığı harflerin telgraf haberleşmesine elverişli olmadığını ileri sürerek, Fransızcayı telgraf dili olarak kabul ettirmişlerdi. … Uygulamalar sırasında Mustafa Efendi adında bir Türk … Latin harfleri temeline dayanan Türkçe ilk mors alfabesini yapmıştır. … Latin harfleri ile Türkçe telgraf çekilmesi Cumhuriyet Yazı Devriminin yapıldığı 1928 yılına kadar 73 yıl sürmüştür.[14] Görüldüğü üzere, Latin alfabesi Osmanlı Devleti döneminde birçok alanda kullanılmıştır. Bu mors alfabesi ile Paris Büyükelçisi Musurus Paşa’nın 16 Kasım 1875 günü İstanbul’a gönderdiği telgraf metnini göstermek isterim. Görsel 1 deki metinde görüldüğü üzere, Türkçe sözcükler Fransızca gibi yazılmıştır. Bu metni Harf Devriminden sonra kullandığımız Türk abcsi ile yazarsanız Atatürk’ün tek harf tek ses konudaki dehasını da açıkça görürüz. Türkçe sözcükleri yazmak için birden fazla harfe gerek yoktur, tek harf gerekli sesi vermeye yeterlidir.

Görsel 1

Kaynak: Bilal Şimşir “Türk Yazı Devrimi” Türk Tarih Kurumu” Ankara 2008, sayfa 35.

Atatürk, Sofya Büyükelçiliğinde Askeri Ateşe görevinde bulunduğunda, 14 Haziran 1914 günü Corinne Lütfi hanımefendiye el yazısı ile Latin harflerini kullanarak Türkçe gönderdiği mektubu da sizlere göstermek isterim.

Görsel 2

Kaynak: Melda Özverim, “Mustafa Kemal ve Corinne Lütfü”, Doğan Kitap 3. Baskı Nisan 2007 sayfa 114-115.

Yeniden Kongreler aşamasına dönersek, 4-11 Eylül 1919 tarihleri arasında yapılan Sivas Kongresi’nde, bağımsızlık savaşının, milletçe başarılabileceğine inanlar ile, ülkeden elde kalabileni, manda kabul ederek koruyabileceklerini sananlar arasında yoğun tartışmalar yaşanmıştır. Görüşmelere ara verildiğinde, Mustafa Kemal Paşanın odasında mandayı savunanların görüşleri ağır eleştirilere konu olurken, Kongre’ye Askeri Tıp talebelerinin temsilcisi olarak gönderilen Hikmet adında bir öğrenci büyük bir heyecan içinde “Paşam, temsilcisi bulunduğum tıbbiyeliler beni buraya istiklal davamızı başarmak yolundaki çalışmalara katılmak üzere gönderdiler. Mandayı kabul edemem. … Eğer kabul edecek olanlar varsa, bunlar kim olursa olsun şiddetle ret eder ve kınarız. Var sayalım ki, manda fikrini siz kabul ederseniz sizi de reddeder, Mustafa Kemal’i ‘vatan kurtarıcısı değil’, vatan batırıcısı adlandırır ve lanetleriz.[15]” demesi üzerine, odada bulunanlara dönüp, “Arkadaşlar gençliğe bakın, Türk milli bünyesindeki asil kanın ifadesine dikkat edin” dedikten sonra, tıp öğrencisine de “Evlât, kaygılanma, Gençlikle öğünüyorum ve gençliğe güveniyorum. Biz azınlıkta kalsak dahi mandayı kabul etmeyeceğiz. Parolamız tektir ve değişmez: ya istiklâl, ya ölüm. Gençler, vatanın bütün ümit ve geleceği size, genç nesillerin anlayış ve enerjisine bağlanmıştır. [16]” sözcükleri ile kararlılığını ve gençlere güvenini bir kez daha vurgulamıştır. Kongre’de manda tezi reddedilmiştir. Mazhar Müfit Kansu’nun son notlarda yer alan kitabı, her evin kitaplığında bulunup okunması gereken temel eserlerden birisidir.

Osmanlı Devletinin batış nedenlerin çok iyi bilen ve yorumlayan Atatürk, benzeri bir tehlikeyi kurulacak Cumhuriyetin de yaşamaması için özellikle eğitimcileri uyaran açıklamalar yapmıştır. 27 Ekim 1922 günü Öğretmenlere yaptığı konuşmada, şu hususların altını çizmiştir: … zaferin sırrı nerededir. Bilir misiniz? Orduların sevk ve idaresinde ilim ve fen kurallarını rehber kabuletmektedir. Milletimizi yetiştirmek için mekteplerimizin, üniversitelerimizin kurulmasında da aynı ilkeleri izleyeceğiz. … eğitim politikamızın temel taşı, cehaleti ortadan kaldırmaktır. … 3.5 yıl öncesine kadar cemaat halinde yaşıyorduk.  Üç buçuk senedir, tamamen millet olarak yaşıyoruz. … Ordularımız kazandığı zaferi, öğretmen ordularının zaferi için zemin hazırladı… Gerçek zaferi siz kazanıp sürdüreceksiniz.[17]” Atatürk’ün cehaletin kaldırılmasına ilişkin düşüncesi sadece bireylere okuyup-yazma öğretmek değildir. Her alanda ve her düzeyde cehalete son verilmesidir.

Atatürk, gelecekte toplumsal gelişmede eğitilmiş kadınların en önemli rolü üstlenecekleri 31 Ocak 1923 günü İzmir’de Halk ile Konuşmasında açıklamıştır. “… Toplumumuzun başarısızlıklarının nedeni kadınlarımıza karşı gösterdiğimiz tembellik ve kusurdan kaynaklanmaktadır. … Toplumun bir bölümü çalışırken, diğer kısmı işsiz bırakılırsa o toplum felç olmuştur. … O nedenle bizim toplumumuz için ilim ve fen gerekli ise, bunlara hem erkek ve hem de kadınlarımızın sahip olması gerekir.[18]

Atatürk, 25 Ağustos 1924 günü Muallimler Birliği Kongresi üyelerine yetiştirilecek gençlerde olması gereken nitelikleri şöyle açıklamıştır: “Yeni nesli; Cumhuriyet’in fedakâr öğretmen ve eğitimcileri, sizler yetiştireceksiniz, sizin eseriniz olacaktır. … Cumhuriyet; fikren, ilmen, fennen, bedenen kuvvetli ve yüksek karakterli muhafızlar ister. Onları, bu nitelik ve yetenekte yetiştirmek sizin elinizdedir.[19]

TBMM, 29 Ekim 1923 günü “Türkiye Devleti’nin hükümet şeklinin Cumhuriyet olduğunu” içeren Anayasa değişikliğini hazır bulunanların oybirliği ile kabul etmiştir. Bu süreçte söz alan Eyüp Sabri Efendi, “Bu kanun, bizim, hukuka uygun olarak ve akıllıca kurulmuş olan mevcut olan Hükümetimize, Cumhuriyet sözcüğü ile bilimsel bir isim veriyor.[20]” yorumunu yapmıştır. Gerçekten de dönüp 19 Mayıs 1919 gününden başlanarak Cumhuriyet’in kabulüne değin izlenen yolun, milletin temsilcilerinin katıldığı Kongreler, yine milletin seçtiği vekillerden oluşan Meclis, Mecliste seçilen bakanlar ve Meclisçe denetlenen Hükümet ile yönetilen, diğer bir deyişle Cumhuriyet anlayışı ile verilen bir Millî Mücadele olduğu görülür.

Cumhuriyetin ilanı ile birlikte, Sultan’ın kulları birey kimliği ile milleti oluşturmuşlardır.

Sultan’ın kullarını, sömürge halkı konumuna indirgeyen Sevr Antlaşması yırtılmış atılmış, savaşılan ülkelerin temsilcileri ile milletin temsilcileri eşit koşullarda müzakere ederek, 24 Temmuz 1924 günü Lozan Barış Antlaşmasını imzalamışlardır.    

Bu Antlaşma ile, Osmanlı Devleti’nin ekonomik çöküşüne yol açan kapitülasyonlar da kaldırılmıştır.

3 Mart 1924 günü Eğitim Birliği yasası çıkarılmış ve çağdaş, lâik ve bilimsel eğitimin temelleri atılmıştır.  1910 yılında 600 yıllık Osmanlı İmparatorluğunda rüştiye (ortaokul) öğrenci sayısının 40 bin olduğu tahmin edilmektedir. Rüştiyelerde 1913 yılında kız öğrenci sayısı sadece 4,340 tır[21].  Cumhuriyetin kabulünden sadece 17 yıl sonra 1940-41 ders yılında ortaokul öğrenci sayısı 95,332 dir,  bunların 26,235 i kız öğrencidir[22]. Cumhuriyetin 98 inci yılını kutladığımız ders yılında 5.2 milyonun üzerindedir. Bunun 2.5 milyondan fazlası kız öğrencilerdir. Osmanlı Devletinde 1913-14 ders yılında Sultani ve İdadilerde (günümüz lisesi dengi okullar) okuyan öğrenci sayısı 6,609 iken, Cumhuriyetin ilanından 17 yıl sonra bu sayı 5,981 i kız öğrenci olmak üzere toplamda 24,862 dir[23]. İçinde bulunduğumuz ders yılında bu sayı 3 milyonu kız öğrenci olmak üzere toplamda 6.3 milyondur.  Bu yasanın kazandırdıkları konusunda daha ayrıntılı bilgilere, dileyen okur, bloğumdaki “Türk Devriminin Anahtarı: Eğitim Birliği Yasası Neden Gerekli İdi?”başlıklı yazımdan erişebilir.

Eğitim Birliği yasasının kabul edildiği gün, Şer’iyye ve Evkaf Vekâletleri (Şeriat İşleri ve Vakıflar Bakanlıkları) de kaldırılmıştır. Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur. 1925 yılında Tekke, zaviyeler ve türbeler kapatılmıştır. 5 Şubat 1937 günü yapılan Anayasa değişikliği ile laiklik ilkesi de Anayasa’nın temel ilkeleri içine dahil edilmiştir.

İsviçre yasasını temel olarak alan Türk Medeni Kanunu 1926 yılında kabul edilmiştir. Bu yasa ile Osmanlı Devleti döneminde erkeklerle eşit oldukları akla bile getirilmeyen ve yukarıda yakınmalarını duyduğunuz kadınlar erkeklerle eşit birey konumuna ulaşmışlardır.

1930 yılında kadınların belediyelerde, 1934 yılında da TBMM’ye seçme ve seçilmelerine ilişkin yasalar kabul edildi ve milletin bu çok değerli diğer yarısı da ülkenin ve ulusun geleceğini belirlemede erkeklerle birlikte tam eşit konuma geldiler. Bu hakları ile birçok Avrupa ülkesi kadınlarının önüne geçtiler.

1928 yılında Türk abc’sinin kabulü ile eğitim ve öğrenim çok önemli bir ivme kazanmıştır. Cumhuriyet dönemi okur-yazarlık sayı ve oranlarının hızla artmasında bu devrimin çok önemli katkısı olmuştur.

1931 yılında Türk Tarih Kurumunun kurulması ile Türk ulusu, bu konuda Osmanlı Devleti döneminde yeterli kitaplar yazılmadığı için öğrenmekten yoksun kaldığı ulusal bilinci süratle kazanmaya başlamıştır.

Hemen izleyen yıl Türk Dil Kurumu’nun kurulmuş olması ile ulusun özgün dilinin yabancı dil dillerin istilasından kurtulma süreci başlamıştır. Anadilin özüne dönüşü, eğitim ve öğretimde öğrenci başarılarının artmasına büyük katkı sağlamıştır.

Atatürk ve ona destek veren kadrolar, Osmanlı devletinin batışına neden olan hastalıkları çok iyi gözlemledikleri ve bildikleri için, Cumhuriyet’in bu hastalıklara yakalanmasını önlemek üzere, devrimleri gerçekleştirmişlerdir.

Sözlerimi, ülkemizin tarihteki en karanlık döneminde, ulusumuza rehber olarak Atatürk’ü göndermiş olduğu için Tanrı’ya şükreder, ulusumuzu ve ülkemizi lâik Cumhuriyet aydınlığına taşıdıkları için Atatürk’e ve O’na destek olanlara, O’nun eserlerine sahip çıkmaya devam edenlere sonsuz teşekkürlerimi ve saygımı sunarak tamamlıyorum.  

Hikmet Uluğbay 28 Ekim 2021


[1] Türk Dil Kurumu, “Türkçe Sözlük” 1998 Cilt 1 Sayfa 415.

[2] Gürsoy Prof. Dr. Belkıs Altuniş, “Türk Modernleşmesinde Sefir ve Sefaretnamelerin Rolü”, Bilig Kış / 2006, sayı 36, sayfa 155, (Cemal Kutay, “Prens Sabahattin Bey, Sultan II. Abdülhamid. İttihat ve Terakki”, Tarih Yayınları, İstanbul)

[3] Hazırlayan Demir Remzi, “Avrupa Risalesi”, Gündoğan Yayınları, Şubat 1996.

[4] Y.a.g.e. sayfa 42-43 ve 53-54.

[5] Kutay Cemal, “Sultan Abdülaziz’in Avrupa Seyahati”, Boğaziçi, Yayınları Kasım 1991, sayfa 78-79.

[6] Çakır Serpil, “Osmanlı Kadın Hareketi”, Metis Yayınları Beşinci Basım Kasım 2016 sayfa 75.

[7] Y.a.g.e. sayfa 77.

[8] Y.a.g.e. 253.

[9] Y.a.g.e. sayfa 152.

[10] Cebesoy Ali Fuat, “Sınıf Arkadaşım Atatürk”, Temel Yayınları 2013, sayfa 97-98.

[11] Kansu, Mazhar Müfit, “Erzurum’dan Ölümüne kadar Atatürk’le Beraber”, Türk Tarih Kurumu Yayınları Üçüncü Baskı 1988 Cilt 1, sayfa74. 

[12] Y.a.g.e. sayfa 131.

[13] Karal Ord. Prof. Enver Ziya Karal, “Büyük Osmanlı Tarihi” IV Cilt sayfa 404, Türk Tarih Kurumu Yayınları.

[14] Şimşir Bilal, “Türk Yazı Devrimi” Türk Tarih Kurumu Ankara 2008, sayfa34 (Kaynak: Faik Reşit Unat, Latin Alfabesinden Türk Alfabesine”, Türk Dili, Cilt II, sayı 23, 1 Ağustos 1953, sayfa 722.)

[15] Kansu, y.a.g.e. sayfa 248.

[16] Y.a.g.e. aynı sayfa.

[17] “Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri” Cilt I-III Atatürk Araştırma Merkezi 1989, Cilt 2 sayfa 46-49.

[18] Y.a.g.e. Cilt II sayfa 91.

[19] Y.a.g.e. Cilt II sayfa 178.

[20] TBMM Zabıt Ceridesi, 29.10.1923, sayfa 91-92.

[21] Erdem Yasemin Tümer, “II. Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e Kızların Eğitimi”, Türk Tarih Kurumu 2013, sayfa 188.

[22] Akyüz Prof. Dr. Yahya, “Türk Eğitim Tarihi” İstanbul Kültür Üniversitesi yayınları 1997, sayfa 309.

[23] Y.a.g.e. sayfa 310.

Cumhuriyet’in Erdemi” üzerine bir yorum

  1. Paylaştığınız için çok teşekkür ederim, elinize dimağınıza sağlık değerli ağabeyim. Saygılar. Osman Tunaboylu

    Beğen

Bir Cevap Yazın

Please log in using one of these methods to post your comment:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s