Tarihimiz boyunca, ulusumuz, kurulan devletlerimiz ve yönetimleri hakkında diğer ülkelerin yöneticileri, politikacıları ve yazarları tarafından söylenen sözler ve yazılan kitaplara şöyle bir göz atıldığında, bazen övgülerle ve bolca yergilerle hatta aşırı suçlamalarla bile karşılaşırız. Bu övgü ve yergiler bazen aynı konuşmada veya kitaplar içinde de yer almıştır. Bazı yayınlar, zaman zaman ağır yergiler ve temelsiz suçlamalar da içermiştir. Cumhuriyet öncesi dönemlerde, bu şekilde yapılmış politik açıklamaların, yazılmış kitapların ülkeye getirtilip, incelenip varsa karşıt görüşlerimizin kendi dilimizde olduğu gibi, yergilerin yazıldığı dilde yanıtlanıp hem yurttaşlarımızın hem de bu kitapları yayınlayan ülkelerin kamuoyuna gerçekleri anlatma girişimlerimize, sınırlı incelemelerim sırasında, birkaç cılız tepkiden başka kapsamlı yanıtlara rastlayamadım. Bu benim eski harfleri bilmememden, her belge ve bilgiye erişemememden kaynaklanan kendi kusurum da olabilir. Öyle ise, gözümden kaçan o yanıt kitaplarını yazan ülkemiz yazarlarından özür dilerim. Ancak bu arada, o dönemde izlenen eğitim politikalarımız bu yanıtları verebilecek ve ulusal çıkarları savunabilecek nitelikte yeterli sayıda ve nitelikte aydın yetiştirebilmiş mi onu da düşünüp nedenlerini sorgulamamız gerekir sanırım.
Okuyabildiğim kaynaklardan edindiğim bilgiler ışığında, Osmanlı İmparatorluğuna ve Türklere yönelik ağır ve yoğun yergilerin ve suçlamaların Devlet düzeyinde yapılmasının 1821 Yunan isyanı ile başladığını ve 1876 Bulgar isyanı ile de şiddetlenerek sürdüğünü söylemek yanlış olmaz diye düşünüyorum. Osmanlı İmparatorluğunun Avrupa’daki topraklarında isyanların başlamasında, başta toprak ve yargı düzeninin, vergi toplama yöntemlerinin bozulması olmak üzere diğer bazı unsurların yanında, 1789 Fransız ihtilalinin ve daha sonra da tüm Avrupa ülkelerini etkileyen 1848 ihtilallerinin önemli rolü olmuştur. Fransız ihtilali özgürlük isteklerinin artmasına yol açtığı gibi milliyetçilik duygu ve düşüncelerinin yaygınlaşmasına ve güçlenmesine de neden olmuştur. 1848 ihtilalleri Avrupa’da devletlerin kurumsal yapılanmasında değişikliklere yol açtığı gibi milliyetçilik duygularının pekişmesine de katkıda bulunmuştur. Avrupa’daki bu gelişmeler, özellikle de Avusturya Macaristan İmparatorluğunda yer alanlar, Osmanlı Devletinin, Rumeli topraklarındaki Hıristiyan inaçlı uyruklularında, bazı ülkelerin de özendirmesi ve zaman zaman açıktan veya gizlice desteklemesi ile milliyetçilik duygularının ve bağımsızlık isteklerinin güçlenmesine ve isyanların başlamasına yol açtığı tarihçilerce genel olarak kabul edilmektedir. İsyanların yaşandığı dönemlerde yazılan kitaplarda ve yapılan konuşmalarda bu isyanlar ve bastırılması sırasında ölen Hıristiyan uyruklara ilişkin ayrıntılı bilgi verilirken, barbarlık suçlamaları yapılırken yaşanan bu isyanlar sırasında ölen ve öldürülen Müslüman ve Türklere ilişkin veriler göz ardı edilmiş veya görmezden gelinmiştir. Müslüman ve Türklerin ölümü ve öldürülmesi ancak çok daha sonra yayınlanan bilimsel nitelikli kitaplarda yer bulmaya başlaya bilmiştir.
Bu isyanların başlamasından önce Osmanlı Devletinin toprak düzeninin ciddi bozulmaya uğradığı, vergi toplamada kamu görevlilerinin kullanılması yerine iltizam usulüne geçilmesi, zaman içinde mültezimlerin ve ağalık sisteminin güçlenmesi ile keyfi uygulamada bulunmaları yanında yargı sistemi ile merkezden atanan yöneticilerin kalitelerinin düştüğü de gözlenmiştir.
Yabancı devletlerin geçmişteki bu yergi ve suçlamaları, ne yazık ki günümüzde de sürdürülmeye devam etmekte olduğu ve yeni suçlamalar da gündeme getirilmektedir. O nedenle, bu yazımla, 1800 lü yıllarda, Rumeli’de ve Anadolu’da başlayan isyanları, özendirenleri ve bunlara yönelik olarak Devletçe ve aydınlarca verilen yanıtların niteliğine ve içeriği ile ilgili olarak derleyebildiğim bilgileri ve kendi değerlendirmelerimi okurların bilgisine sunmaya çalışacağım.
İzleyen sayfalarda yer vereceğim alıntılardan bazılarında görülecek vurguların tarafımdan yapılmış olduğunu önceden okurların dikkatine sunmak isterim. Ayrıca, parantez içinde (H.U.) simgeleri eklenerek yer verdiğim ibareler anlamayı kolaylaştırmaya yönelik eklemelerimdir.
Osmanlı Devletinin 19 uncu yüzyıl öncesindeki durumuna ilişkin Osmanlı aydınlarının saptamaları
Osmanlı Devletini zaman içinde bu kadar güçsüz duruma düşüren nedenleri yine Osmanlı Devletinde daha önceki yıllarda görev yapmış Devlet adamlarının eserlerinden alıntılarla anımsayalım.
Koçi Bey (17 inci yüzyıl) Devlet yönetimine ilişkin olarak yazdığı risalelerini 1631 yılında Sultan IV. Murat’a sunmuştur. Koçi Bey Risalelerinde, devlet merkez ve yerel yönetimlerindeki bozulma yanında, toprak mülkiyetinde ve vergi toplamada başlayan aksaklıklara da işaret etmiştir. Ayrıca, kamu yönetimindeki rüşvetin Devlet itibarına verdiği zararlar üzerinde de durmuştur. Bu risalelerde yer alan eleştirilerden altısını okurlara anımsatmak isterim.
“Vezir-i Azamlık ulu bir makamdır. Yerinin adamı olduktan sonra sebepsiz azlolunmayıp, nice yıllar sadrazamlık makamında kalması ve işlerinde müstakil olması gerektir[1].”
“Evvelce Beylik ve Beylerbeyliği ve diğer padişah memurlukları memleket idaresinde iş görmüş, emektar, doğru ve dindar kimselere verilip, karşılığında bir akçe ve bir habbe rüşvet ve bahşiş alınmazdı. Bilhassa sancak beyleri ve beylerbeyleri yirmişer, otuzar yıl yerlerinde kalırlardı.[2]”
“Devşirmelik de Arnavut, Bosna, Rum, Bulgar ve Ermeni taifelerine mahsus olup, başka taifelerden olması yasaktı. Ağaları olan kimseler, devşirme olup evvela kızıl abayla gelen acemileri İslami görenekleri ve Türkçe lisanını öğretmek için, ikişer filoriye (altın para) Türkistan’a satarlardı. … Dört beş sene sonra deftere göre, bulundukları yerlerden toplanıp, ocaklardan her birine istek ve meyillerine (eğilimlerine, ilgilerine) göre dağıtılırlardı.[3]”
“… sonra gelen vezirler, ister istemez iç (saray) halkına uyup isteklerini onayladılar, her ne murat etseler esirgenmez oldular. Onlar da nice işlere müdahaleye başladılar; gazilerin ve savaşa katılanların hakları olan, nice yüz yıl evvel fetholunmuş köyleri ve tarlaları, bir yolunu bulup kimini paşmaklık, kimini arpalık, kimini temlik ettirdiler. Kendileri tamamen doyduktan sonra her biri kendi maiyetine (emrindekilere) nice tımarlar ve zeametler verdirip, kılıç erbabının dirliklerini kestiler.[4] ”
“Bugün ilim yolu da fevkalade bozulmuş ve aralarında yürürlükte olan kadim kanun da işlemez olmuştur. … [1594] tarihine gelinceye kadar sahn muidlerinin (öğretmen yardımcısının) şimdiki müderrisler kadar ağırlığı ve itibarları vardı. Danişmend olup nice zaman medreselerde ilim ile meşgul olmayınca (kimse) mülazım yazılmazdı. Ve kimse kimsenin icazetsiz danişmendini alamazdı. İlim yolu fevkalade düzenliydi. … [1594] tarihinden beri bu düzen bozuldu. …[5]”
“Şimdi ulufeli kul taifesi fazla oldu, kul fazla oldukça masraf fazla oldu, masraf fazla oldukça teklif (vergi yükleme) fazla oldu, teklif fazla oldukça reayaya (Hıristiyan inançlı uyruklulara) zulmetme fazla oldu ve (böylece) âlem harap oldu. Evvelce ev başına kırkar, ellişer akçe cizye alınırken şimdi yalnız miri için her neferden ikişer yüz, kırkar (240) akçe ve her ev halkından üçer yüz akçe, her koyun başına bir akçe tayin olundu.[6]”
Koçi Bey risaleleri okunduğunda, birçok diğer bozulma gözlemlenip, daha 1600 lu yıllarda devletteki yozlaşmanın ulaştığı boyut hüzünle gözlemlenir.
Defterdar Sarı Mehmet Paşa (165?-1717) tarafından 1714-1717 yılları arasında yazıldığı kabul edilen “Devlet Adamlarına Nasihatler” başlıklı kitabından da iki alıntı yapmakla yetineceğim. “Yargıçlar ve köyler halkının hallerinden, günün olaylarından, her ne olursa az ve çok bilgi almak üzere gizli ve açık maaşlı, özel güvenilir adamlar tayin edilerek ülkenin durumu hakkında bilgi almaya önem vermek gerektir. Zira ilgilenilmezse, zalimlerin zulmünden ve valilerin de önem vermemeleri yüzünden eşkıyanın tasallutundan ötürü halk vatanını terk ederek, başka diyarlara dağılıp perişan olabileceği gibi birçok yerler halksız ve faydalanmadan uzak kalacağından o yerlerden geçen yollarda da güvenliğin tamamen sarsılması, yolculardan nicelerinin mal ve yiyeceklerinin yağma edilmesi ve adam öldürme ve zarar verme gibi hallerin eksik olmaması yüzünden Hazine gelirlerinde bile önemli azalmalar olacağı şüphesizdir.[7]”
“İşleri yürüten akıllıları, önemli olmayan giderlerin karşılanması için, reaya fıkarasından tahammüllerinden (güçlerinden) aşkın mal toplanmasını, bir evin temelinden toprak alıp yüzeyine sarf etmeye benzetmişlerdir. Zira temelden alınan toprak ile temele zayıflık gelip, yüzeyin ise o ağır yükü çekmeye kudreti kalmayıp büsbütün yıkılmasına sebep olur. Öyle olduğu halde reaya fıkarasını türlü kötü, uydurma adetlerle sıkıştırarak canından bezdirmeyip, haksızlıkları kaldırmakla vilayet ahalisi ve ülkede oturanlar korunup gözetilerek vergi veren halkın kalkınmasına pek fazla dikkat … olunmak her yönden ve her şeyden elzemdir.[8]”
Sarı Mehmet Paşa’nın devlet adamlarına 1700 lü yılların başına verdiği nasihatler, değerini ve önemini yitirmeden günümüze değin ulaşmıştır. Bu bağlamda, eser, Princeton Üniversitesi akademisyenlerinden Walter L. Wright tarafından 1935 yılında İngilizceye çevrilmiştir[9].
Osmanlı Devletinin 19 uncu yüzyılda yaşadığı sorunlar hakkında bir yabancı tarihçinin gözlemleri
ABD’li tarihçi Justin McCarthy, dilimize “Ölüm ve Sürgün” olarak çevrilen kitabında, Osmanlı Devletinin 1800-1918 arasında dokuz savaş yapmak ve yedi isyan bastırmak zorunda kaldığını tarihlerini de belirterek yazmıştır[10]. Diğer bir deyişle anılan süre boyunca, Osmanlı Devleti ortalama 13 yılda bir savaş yapmak ve yaklaşık 17 yılda bir isyan bastırmak zorunda kalmıştır.
McCharty, Osmanlı Devletinin çok uluslu yapısı konusunda da şu gözlemde bulunmaktadır; “Osmanlılar, imparatorluklarının başlangıcından itibaren Hıristiyan zümrelerin varlığına izin vermişler ve kısıtlı bir kendi kendini yönetmeye dayalı millet sistemi vasıtasıyla dine dayalı farklılığa izin vermişler hatta bu farklılığı güçlendirmişlerdi. Osmanlı’da millet diye anılan her din grubuna geniş özerklik tanınmıştı. Eğitim, mahkeme ve hayır kurumlarının yönetimi din görevlilerinin kontrolündeydi. … Uzun yıllar süren ve kendilerine has geleneksel dini hoşgörülerinden dolayı Osmanlılar çok az takdir edildiler. Kaderin cilvesine bakınız ki, bu hoşgörünün bedelini ağır ödediler. Yabancı güçler, Hıristiyan azınlıkları korumak ve din kardeşliği mazeretini Osmanlı’nın iç işlerine karışmak için kullandılar. Hıristiyan millet mensupları da bu dinsel farklılık duygusundan hareketle Osmanlı karşıtı milliyetçiliklerini yarattılar. … Diğer taraftan dine dayalı milliyetçilik, düşman tanımayı da kolaylaştırdı. Görülebileceği gibi Müslümanlar, sırf Müslüman oldukları için, her milliyetçi grup tarafından ulusal düşman olarak görüldüler.[11]”
Bu başlangıç bölümünde aynı kitaptan alıntılamak istediğim diğer önemli bir gözlemin içeriği de şöyledir. “1800 lü yıllara gelindiğinde, Osmanlı İmparatorluğu yönetimi içeride zayıf düşmüştü; imparatorluğu düşmanlara karşı koruyacak modern kara ve deniz orduları kurmak bir yana, mevcut Osmanlı askeri sisteminin masraflarını karşılayacak ve kontrol altında tutacak kadar bile mali gücü kalmamıştı. 19. yüzyılda yapılan reformlar Osmanlı kuvvetlerini Osmanlı’nın iç düşmanlarını bastırıp imparatorluğun merkezi kontrolünü etkinleştirecek seviyeye getirmişti, fakat artık Osmanlı’nın dış düşmanlarına karşı duracak takati kalmamıştı. … Bu kadar güçlü düşmanlar karşısında, Osmanlıların iç işlerinde reform yapacak ‘bir nebze fırsatları bile olmadı.’[12]”
Yunan İsyanı (1821-1830)
Yunan isyanının başlamasından önceki dönemde o topraklarda yaşayanların durumuna kısaca göz atmak uygun olacaktır. 1768-1774 Osmanlı-Rus savaşını sona erdiren 1774 tarihli Küçük Kaynarca anlaşması ile Osmanlı Devleti önemli toprak kaybına uğramanın yanında, Rusya’ya, Osmanlı uyruğu Ortodoksların haksızlığa uğradığını düşündüğü durumlarda onları korumaya yönelik adımlar atma fırsatını da yaratmıştı. Bu düzenleme, Osmanlı uyruğu olan Rumların durumunu da geniş ölçüde etkilemiştir. Rusya’nın elde ettiği bu konum diğer Avrupa Devletlerini de Osmanlı uyruğu diğer Hıristiyanlar üzerinde benzeri koruma politikası izlemeye özendirmişti[13]. George Finlay, 1861 yılında yayınladığı “Yunan İhtilalinin Tarihi” başlıklı iki ciltlik kitabının ilk cildinde, “taşrada yaşayan Müslümanlar bir haksızlıkla karşılaştığında nadiren Bab-ı Ali’de hakkını savunacak bir yetkili bulabilirken, baskı gören bir Rum, bir sefaretin tercümanına rüşvet vererek ve bir konsolosun ilgisini çekerek İstanbul’daki bir Büyükelçinin korumasını sağlayabilirdi.[14]” Rumların Osmanlı Devletindeki yaşam koşulları konusunda da Finlay şu saptamayı yapmıştır; “Yunanlılar, baskı altında yaşayan ve aşağılanmış (degraded) gibi görünürler, bir başka açıdan bakıldığında, mutlu ve gönenç içinde, birçok değerli ayrıcalıklara sahiptirler. Sultan’ın Yunanlı reayalarının durumu ve Çar’ın toprağa bağlı köleleri ile karşılaştırılmalıdır. Türkiye’de tarımla uğraşan Hıristiyanlar emeklerinin karşılığını, Polonya ve Macaristan’daki Hıristiyan köylülerle karşılaştırıldığında, ziyadesiyle fazla olarak alırdı. (Osmanlı Devleti’nin) Yunanlı uyrukları, I. Napolyon’un Fransa’sının yurttaşları ile karşılaştırıldığında, düşüncelerini ifadede, yerel yönetimlere ilişkin konularda daha fazla özgürlüğe sahiptiler. … Doğudaki Ortodokslar, İrlanda’daki Katoliklere uygulanan dinsel kısıtlamalara göre, daha az sıkıntı içindeydiler. Yunanlılar, Osmanlı Devlet yönetiminde kayda değer konuma sahiptiler.[15]”
Yunan isyanında önce olduğu gibi sonrasında da Osmanlı İmparatorluğunun Dışişleri teşkilatında Rumlar, bildikleri yabancı dil ve eğitim kaliteleri nedeni, Büyükelçilik görevleri de dahil önemli görevlerde bulunmuşlardır. Okurların bu konuda kısa bir bilgi edinmeleri bakımından Osmanlı Devleti’nin Londra Büyükelçisi veya Maslahatgüzarı olarak görev yapan Rumlardan bazılarının isimleri belirtmek isterim. Argiropulos Efendi 7 yıl (1801-1806), Ramadani Efendi 10 yıl (1811-1821), Jean de Mavroyeni 21 yıl (1811-1832), Aleksandros Kalimaki Paşa 2 yıl (1846-1848), Kostaki Musurus Paşa 35 yıl (1850-1885), Kostaki Antopulos Paşa 7 yıl (1895-1902) ve Stefanaki Musurus Paşa 5 yıl (1902-1907)[16]. Bir önceki dipnottaki makaleye ve Viyana, Paris ve Berlin Büyükelçiliklerin web sitelerine bakıldığında oralarda Osmanlı Devleti döneminde Büyükelçilik veya Maslahatgüzarlık yapmış Rum diplomatların isimleri de görülecektir. Üstelik aynı isimlerin bir büyükelçilikten diğerine atandıkları da gözlemlenecektir. Örneğin Londra’da iki yıl görev yapan Aleksandros Kalimaki Paşa Viyana’da 8 yıl (1857-1865) Büyükelçilik yapmış, Londra’da 35 yıl görev yapan Kostaki Musurus Paşa Viyana’da 2 yıl (1848-1850)Büyükelçi görevinde de bulunmuştur. Osmanlı Dışişlerinde Rumların egemenliğini zaman içinde zayıflatacak düzenleme, ancak Yunan isyanından sonra, 1823 yılında Bab-ı Ali’de “tercüme odası” kurulması ve bu odaya yabancı dil öğrenmek ve yetiştirilmek üzere Türklerin de alınması ile başlatılmıştır.
Ayrıca Rumlar Osmanlı Devletinde, ticaret ve deniz ticaretinde, sağlık alanında, borsa ve para işlerinde de yaygın olarak görev yapmışlardır.
Bu bilgiler ışığında Osmanlı uyruğu Rumların eğitim durumuna da kısaca göz atmak uygun olacaktır. Finlay bu konuda şu bilgileri vermektedir. “Diğer önemli bir konu eğitimdi ve bu alanda başarılı olanlar, toplumda törel açıdan, ruhban sınıfının ardından en saygın kişilerdi. Osmanlı yönetimi altında modern Yunan halk eğitimi, sanılandan çok daha fazla, geçmişlerine yönelikti. Eğitimin bu durumu, Avrupa ve Amerika’dan dinsel düşünceleri geliştirmek için gelen misyonerlerin başarısızlığını da açıklar. Bu misyonerlerin dinsel bilgileri, daima, çoğu Yunan ruhbanlarından daha düşük seviyede idi, klasik bilgiler konusunda da laik öğretmenlerden de aynı şekilde aşağı düzeydeydiler.[17]”
Bu bilgiler ışığında şimdi isyan dönemine göz atabiliriz. Yunan isyanının başlamasından önce ve başladığı dönemde, Osmanlı Devleti, Yanya Valisi Tepedelenli Ali Paşa’nın (1741-1822) ayaklanması ile uğraşmakta idi. O nedenle de Mora Yarımadası ve dolaylarındaki askeri birlikler Ali Paşa ile çatışmalarda kullanılmak üzere kuzeye sevk edilmişlerdi. Tepedelenli Ali Paşa’nın isyanı sırasında izlediği politikalar konusunda ayrıntılı bilgilere Hamiyet Sezer Feyzioğlu’nun “Tepedelenli Ali Paşa İsyanı-Bir Osmanlı Valisinin Hazin Sonu” başlıklı kitabından[18] ve Diyanet Ansiklopedisi’nden erişilebilir. Diyanet Ansiklopedisinde Tepedelenli Ali Paşa maddesinden kısa bir alıntıyı burada paylaşmak istiyorum. “Ayaklanmaya hazırlanan ve Rumların desteğini alan Ali Paşa bunlarla Yanya’da bir toplantı düzenledi (23 Mayıs 1820), kendi idaresinde bir Rum eyaleti kurulmasına tevessül etti. Bu amaçla Rumlara para ve silâh yardımında bulundu (Ahmed Müfid, s. 156; İA, I, 346). Bunun üzerine vezâreti (vezirlik rütbesi) kaldırılarak Yanya valiliğinden azledildi ve oğullarıyla birlikte Tepedelen’de zorunlu ikamete tâbi tutuldu. Bunu reddetmesiyle de fermanlı ilân edildi. Askerî harekât neticesinde Ali Paşa’nın hâkimiyeti altındaki yerler kısa zamanda ele geçirildi, kendisi de Yanya Kalesi’ne çekildi. Bu gelişme sonunda oğulları ve torunları teslim oldu. Ali Paşa’nın Yanya’da iki yıla yakın devam eden direnişi esnasında Rum isyanı genel bir yaygınlık kazandı.[19]”
Mora yarımadasında isyanın, Mart 1821 de Osmanlı Devletinin vergi memurları da dahil bazı kamu görevlilerinin öldürülmesi ile başladığı ve sonra da Nisan ayında yarımadada Rum çetelerinin ve köylülerinin Türk köylülerine yönelik saldırıları ile yaygınlaştığı belirtilmektedir[20]. İsyan sırasında öldürülen Türkler konusunda George Finlay, 1861 yılında yayınlanan kitabında şu gözlemde bulunur; “1821 yılının Nisan ayında, Yunanistan’a yayılmış ve tarımla uğraşan yirmi bin kişiye varan Müslüman yaşamaktaydı. İki ay geçmeden bunların büyük çoğunluğu-erkek, kadın ve çocuk, acıkmaksızın ve vicdan azabı duymaksızın öldürüldüler. … Suç bir ulusun suçudur ve doğurduğu huzursuzluklar o ulusun vicdanında duyulmalı, bu kötülükleri bağışlatacak davranışlar da o ulusça sergilenmelidir.[21]” Finlay kitabının 187 inci sayfasında da şu değerlendirmeyi yapar. “Homer, yurttaşlarına köleliğin insanın, insanlığının yarısını yok ettiğini söylemişti; aradan geçen üç bin yıla yakın süre insanları daha iyi bir konuma taşımadı, bununla beraber geçen zaman Yunanlıları daha kötüleştirdi. Kırsal bölgelerdeki Türklerin yok edilmesi önceden tasarlanmış bir yapıdaydı. … Yunan ihtilali konusunu yazan birçok tarihçi, insanların yaptıkları cinayetleri kayda geçirmekten uzak durmuşlardır. Ancak bir ulusun amacına en iyi hizmet, onun tarihini Thucydides ve Tacitus’un anlayışı ile yazmakla sunulmuş olur. …[22]” George Finlay’ın bu kitabının günümüzde dahi Türkçeye çevrilmemiş olması bir noksanlıktır.
İngiliz tarihçisi William St. Clair (1937-), Yunan ayaklanmasını inceleyen kitabının “İsyan” başlıklı ilk bölümünün başlangıcında şu paragrafa yer vermiştir. “Yunanistan’daki Türklerden çok az iz kalmıştır. Türkler 1821 yılı ilkbaharında aniden ve kesin olarak, dünyanın geri kalanı tarafından fark edilmeden ve yası tutulmadan yok olmuşlardır. Sonraki yıllarda ülkeyi gezenler, gördükleri taş yığınlarını rastladıkları yaşlı adama sorduklarında, ‘Orada Ali Ağanın konağı (hisarı) vardı, orada onu, haremini ve kölelerini kılıçtan geçirmiştik.’ Bir zamanlar Yunanistan’ın her yerinde küçük topluluklar halinde aileleri ile birlikte gönenç içinde yaşayan ve Türk soyundan gelen çiftçi, tüccar ve memurların olduğuna inanabilmek zordu. Yunanlıların söylediği gibi ay onları yok etmişti. Yirmi bine yaklaşan Türk erkeği, kadını ve çocukları birkaç hafta içinde Yunanlı komşuları tarafından katledilerek öldürüldüler. Onlar, ne o zaman ne de sonradan, pişmanlık ve vicdan azabı duymadan bilinçli olarak öldürüldüler. Soyutlanmış küçük topluluklar halinde yan yana topraklarında yaşayan Türk aileleri kısa sürede süratle öldürüldüler ve cesetleri ile birlikte evleri yakıldı. Olaylar başlar başlamaz en yakın kente sığınmak üzere evlerini terk edenler ise, korumasız sığınmacılar olarak silahlı Yunan çetelerinin eline düştüler.[23]” Alison Phillips, Mora yarımadasında yaşayan Müslümanların sayısını yirmi beş bine yakın olduğunu kaydetmiş ve isyan başlar başlamaz her yerde şu sloganın atıldığını belirtir: “Mora’da Türk kalmayacak, dünyada da.[24]”
Finlay’ın kitabında Batı Yunanistan’da yer alan Mesolonghi ile ilgili kısa bir alıntı yapmak isterim. “Mesolonghi, Batı Yunanistan’da ayaklanmaya katılan yerdir. 1 Haziran’da bu kentte bulunan az sayıdaki Arnavut askeri de çekilmişti, izleyen gün Mesolonghi ve yanındaki balıkçı kasabası Anatolikon Rum halkı Bağımsız Yunanistan’a katıldıklarını ilan ettiler. Kentteki Müslümanlar tutuklandı ve esir olarak hapsedildiler. Her zamanki gibi bunların çoğu kısa sürede öldürüldüler. Sadece kentin önde gelen ailelerinin canı bağışlandı. Erkekler bir odaya, kadınlar bir başka odaya tıkıldılar. Ancak bu bile kısa sürdü. İlk katliamdan alıkonulan erkekler sonrasında kasıtlı olarak öldürüldüler, kadınlar ve çocuklar, varlıklı Yunan ailelerine köle olarak dağıtıldılar. Albay Raybaud, Ağustos 1821 de bazı erkekleri halen hayatta görmüştü, ancak bunlar da kısa süre sonra öldürüldüler.[25]”
Şimdi de Finlay’ın kitabının ikinci cildinden birkaç alıntı yapmak istiyorum. “Yunanistan’a ilk borç 1824 başlarında verildi. Yunanlılar 300,000 sterling aldılar ve geriye anapara olarak ödeyecekleri 800,000 sterling için yıllık yüzde 5 faiz olarak 40,000 sterling de ödenecekti. Yunanistan’a borç verenler paralarını risk etmişlerdi ve bir şiling bir faiz alamadıkları gibi paraları ile zengin ettiklerinden hiçbir zaman en küçük bir teşekkür bile alamadılar. Yunanlılar, genel olarak, verilen borcu Homer ve Eflatun’u çıkaran ülkeye, uygar ülkelerin küçük bir ödemesi olarak kabul ettiler.[26]” Bu paragraftaki kredi konusunda okurlara kısa bir bilgi de sunmak isterim. İngiliz finansörler henüz bağımsızlığını kavuşmamış ancak Osmanlı Devleti’ne isyan etmiş Yunanlıları 800,000 sterling borçlandırmışlar ve nakit olarak 300,000 sterling ödemişlerdir. İngilizler, 800,000 sterling borç için yılda yüzde 5 faiz diğer bir deyişle 40,000 sterling faiz alacaklardır. Ancak ödenen 300,000 sterling olduğu için gerçek faiz 40,000/300,000= yüzde 13.33 olmaktadır. Kırım Savaşı sonrası Osmanlı Devleti’ne verilen borçlar da Yunanlılara benzer koşullarda verilmiştir.
Bu İngiliz kredisi ile ilgili olarak Finlay kitabında şu bilgileri de vermektedir. “Mali açıdan kötü bir kurgu, Yunan borcunun verilmemesi olurdu. Borç verenler ve Yunan komite üyeleri, her iki tarafta, 1823 yılında Yunanlıların gelirleri 80,000 sterling kadar düşük gerçekleşmişti. Bu bilinmesine rağmen, 1824 yılında, iç savaşta taraf olan bir kesimin mutlak kontrolüne, dört yıllık gelire eş değer bir tutar teslim edildi. Yabancılar, Londra Borsasının sergilediği bu cinnet karşısında hayrete düştüler. … Yunanistan’a borç verenler, verdikleri paranın iç savaşta Türklere karşı kullanılacağını bilmeyecek kadar bilgisiz değillerdi, o nedenle 1824 te paranın israf edilip edilmediğini de kontrol ettiler. İstanbul’daki İngiliz Büyükelçisi Sir Lytton Bulwer, borç verenlerin isteği üzerine Yunanistan’ı ziyaret ederek, ‘Yunan yöneticilerinin kredinin henüz ödenmemiş bölümünü almaya ehil olup olmadıklarını inceledi.’ Sir Henry, gözlemlerinin sonucu olarak, borç verenlerin çıkarı için şu değerlendirmede bulundu: ‘Biz İngilizler, genel olarak, gerçekten ilgilenmememiz gereken Yunan yönetimi için işgüzarca davrandık, paramızın yönetilişine gelince, kaygılanmalıyız, tamamen Yunanlıların ellerine terk ettik.’[27]”
Osmanlı Devleti isyanı bastırmakta zorlandığı için, Nisan 1824 te Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa Yunan isyanını bastırmak üzere Mora’ya asker çıkardı.
Biraz sonra alıntılar yapacağım İngiliz Parlamento görüşmelerinde ismi geçeceği için Mesolonghi kentinin Osmanlı Devleti tarafından isyancıların elinden geri alınmasına ilişkin olarak da Findlay’in kitabının ikinci cildinde yer alan bir bilgiyi de önceden alıntılamak istiyorum. “Mesolonghi’yi savunan garnizonun büyük bölümünün kenti terk ettiğini görür görmez, İbrahim ve Reşid genel hücum emri verdi. Askerleri, tüm duvarları dirençle karşılaşmaksızın ele geçirdiler. Yaralı veya hasta oldukları için hareket edemeyen Yunanlılar (isyancılar) farklı binalara yerleşmişti. Ana cephanelikte olanlar, Türkler tarafından sarılıp teslim olmaları istendiğinde barutu ateşe verip patlama ile yok oldular. Duvarların yakındaki bazı evler gece yakıldı, Türk subayları izleyen sabah kentin içine ilerlenmesine izin verdiler. Bütün gün Mesolonghi yağmalanarak geçti. İkinci bir cephanelik savunanlarca patlatıldı, saldıranlarla birlikte yok oldular. Merkezi cephanelik olarak kullanılan bir yel değirmeninde 24 Nisan’da mermileri bitene kadar direnenler, teslim olmak yerine cephaneliği ateşe vererek ölümü seçtiler. …[28]”
Osmanlı Devleti isyanı bastırmakta zorlandığı için, 1825 yılında İbrahim Paşa komutasındaki Mısır Donanması Mora yarımadasına asker çıkardı.
Şimdi, ayaklanmadan en az 40 yıl sonra yazılmış kitaplardan alıntıladığım bilgiler ve Mora’ya İbrahim Paşanın asker çıkarmasına ilişkin bilgiler eşliğinde, İngiliz Parlamentosu’nda Yunan isyanını izleyen dönemde yapılan görüşmelere göz atabiliriz. Mora yarımadasında Yunan isyanı Mart 1821 de başlamış olmasına rağmen, bu konu İngiliz Parlamentosu Avam Kamarasında gündemine, bir yılı aşkın süre sonra, James Mackintosh (1765-1832) tarafından 15 Temmuz 1822 gündeme getirilmiştir. Mackintosh, aldığı bir dilekçede, Hıristiyan Yunanlıların Osmanlı Hükümeti’nin zulmü altında olduklarının belirtmiş ve İngiltere’nin veya her hangi bir büyük devletin Osmanlı Devletinden gelecekte bu tür hareketlerden kaçınacağı konusunda güvence istemesini talep etmiştir[29]. Aynı oturumda, William Wilberforce (1759-1833) ise şu açıklamayı yapmıştır: “… Gerçekte, uzun süredir ve halen, Hıristiyanlığın ve özgürlüğün eski ve müzmin düşmanı barbar bir ulusu Asya’ya geri sürmek için Avrupa’nın büyük Devletleri eş zamanlı olarak çaba göstermemiş olmaları utanç verici bir durumdur. … İngiltere gibi güçlü bir ülkeden daha asilce, daha cömertçe veya daha adil olarak Yunanlıları esaretten ve yıkımdan kurtarabilecek bir başka ülke düşünemiyorum.[30]”
Bu açıklama üzerine Londonderry Markisi şu bilgileri vermiştir: “… barış dostlarının bazen hedef ve gereksiz savaş sözcülüğü yaptıklarını görmek gerçekten hayret verici oluyor. Her zaman barış ve yardımseverlik doktrinini bilinçli olarak destekleyen arkadaşımız, şimdi Meclise, 5,000,000 dolayındaki Türk nüfusunu Asya’ya geri gönderme ve sürme problemini açıklamıştır. Türklerin insanlık dışı davranışı için ne söylenirse söylensin, ne değerli arkadaşımızın önerdiği Türklere yönelik haçlı seferi ne de onlara yönelik sürgün cezası onları Avrupa’dan kovmayı sağlamayacak görünüyor. … Yunan tehlikesi gözümüzden kaçmış değil, Hükümetimizin yapabileceği her şey yapılmıştır. … Gerçek şu ki, özgürlüklerini elde etme girişimi olarak adlandırılan olaylar sırasında Yunanlılar yaptıkları esef vericidir. Bu mücadeledeki belirleyici unsur olan vahşet ve şiddet Yunan ve Türk çatışmacılar tarafından aynı şekilde yapılmıştır.[31]”
Bu oturumda konuşan Lord Hamilton, Yunanlılar ve Türklere karşı kesin bir tarafsızlık politikası izlemek gerektiğini, Hükümetçe izlenen yaklaşımın tamamen taraflı ve baskıcı olduğunu belirtmiştir.
Yunan isyanı konusunda Lordlar Kamarasında 17 Temmuz 1822 günü yapılan görüşmelerde ileri sürülen görüşlerden kısa birer alıntı sunmak istiyorum. Earl Grosvenor (Grosvenor Kontu-Ağustos 2016 ya kadar bu isimle anılan Westminster Dükü), “Türkiye ve Yunanistan arasındaki savaşın nedenlerine girmeyeceğim, olayın Yunanlıların kendi tepkileri ile mi, yoksa Rusya’nın haince bir entrikası mı olduğunu da incelemeyeceğim. … Türkler ne zulüm yaptı ise, Yunanlılar da bazı zulümler yapmıştır denilmektedir. … Eğer bütün devletler Yunanistan’ı bağımsız bir devlet yapmakta birleşmişlerse, bu dev Rusya’nın gücünü kıracak bir engel olacaktır. Eğer böyle bir anlayış yoksa, Türklerin Yunanlılara boyun eğdirmesine izin vermek yerine her hangi bir risk göze alınmalıdır.[32]”
Aynı oturumda konuşan Liverpool Kontu (The Earl of Liverpool) konuşmasından da şu ifadeyi buraya almak isterim. “Sorun Türk Hükümeti tarafından zulüm yapıldığı söylenmekte, kime karşı, kendi uyruklularına karşı. Bu ülkenin (İngiltere kast ediliyor H.U.) diğer bir hükümetin kendi uyruklularına karşı davranışlarına karışmaya ne hakkı vardır? Bu ilkeye nereye kadar karışılmamalı? Var sayalım ki, ülkemizdeki bir isyanı bastırmak için askeri güç kullanmak gerekti ve bu yapılanlar yabancı devletlerce oldukça zalimce görüldü. Lord Hazretleri, Fransa veya İspanya maslahatgüzarının, İngiliz Hükümeti ile uyrukluları arasındaki olaya müdahale etmesini nasıl karşılar? Bir ülkenin diğer ülkenin içişlerine karıştığı durumlar olmuştur, ancak bu, sadece kendi güvenliği söz konusu olduğu halle sınırlıdır.[33]” Kont, ayrıca İngiltere’nin bu konuda tarafsızlık politikası izlediğini de belirtmiştir.
Yunan isyanı, Grosvenor Kontunun sorusu üzerine, Lordlar Kamarasının 20 Nisan 1826 oturumunda da gündeme gelmiştir. Bu oturumda da, Liverpool Kontu açıklamalarında şu husus üzerinde durmuştur: “… Yunan sorununun ümitsiz olup olmadığına gelince, şöyleye bileceğim tek şey, bu ülkenin kesin olarak tarafsız olduğu bir konu ile ilgili olup, Parlamentoda tartışılacak bir konu olmadığını düşünüyorum. Majestelerinin Hükümetinin izlediği tam tarafsızlık politikası olup, doğru veya yanlış, Parlamentonun ve ülkenin gündemindedir. …[34]”
19 Mayıs 1826 günü Avam Kamarası üyesi Sir R. H. Inglis, Essex’te yerleşik bir kişiden, Yunanlılar adına bir dilekçe alığını, dilekçeyi verenlerin Yunanlıların yaşadığı felaket için insan ve Hıristiyanlar olarak duygularını dile getirdiklerini, Meclisin, savaş veya savaş tehdidi ile kendi adlarına müdahale etmesi dileklerini içerdiğini belirtmiştir. Diğer bir üye Sir R. Wilson ise konu üzerinde görüşlerini açıklamış ve bu arada, yakalanan isyancıların, İskenderiye’de 50 ve 100 dolara satışa çıkarıldıklarını duyduğunu ifade etmiştir. Mr. Hobhouse ise konuşmasında, Fransız Savaş gemilerinin İskenderiye’den Mora yarımadasına Türklere yardım taşıdığını kanıtlayabileceğini ileri sürmüştür.[35]” Dilekçe gündeme alınmıştır.
Savaş Bakanı görevinde bulunan, Lord Henry Temple Palmerston Avam Kamarasına, 31 Ocak 1828 günü, önce İngiltere ile Rusya arasında 4 Nisan 1826 günü St. Petersburg’da “Yunan Olayı” konusunda imzalanan protokolü, daha sonra da Londra’da İngiltere, Rusya ve Fransa arasında 6 Temmuz 1827 günü imzalanan “Yunanistan Uzlaşması Antlaşmasını” sunmuştur[36].
Protokolün girişinde, Yunanlıların, Osmanlı Devleti ile barışmak için İngiltere’den talepte bulunduğu, Rusya’nın da İngiltere gibi, Yunanistan’daki mücadelenin sona ermesini arzuladığı, belirtilmiş ve sonrada iki ülkenin üzerinde uzlaştığı altı madde yer almıştır.
Birinci maddede Yunanistan’ın Osmanlı Devletine bağlı olması, tutarı uzlaşma ile belirlenecek yıllık sabit bir vergi ödemesi öngörülmüştür. Bu bağımlı bölgenin kendi seçeceği ancak adayın belirlenme aşamasında, Osmanlı Devletinin de söz sahibi olacağı yöneticiler tarafından idare edileceği kabul edilmiştir. Aynı maddede, Yunanlıların, tam bir inanç özgürlüğü, ticari işlerde ve içişlerini yönetmede tam özgürlüğe sahip olacağı belirtilmiştir. Yine aynı maddede iki ulusun bireylerinin tamamen ayrı yaşamalarını ve yeniden çatışmalarını önlemek için, Yunanlıların Türklerin Yunanistan’da ve adalardaki topraklarını satın almaları ilkesine yer verilmiştir.
İkinci maddede, İngiltere’nin Osmanlı Devleti ile nasıl ve ne zaman müzakerelere başlayacağına İngiltere ve Rusya birlikte karar verecekleri belirtilmiştir.
Üçüncü maddede, İngiltere’nin arabuluculuğunu Osmanlı Devleti’nin kabul etmemesi ve İngiltere ile Osmanlı Devleti ilişkilerinin durumu ne olursa olsun İngiltere ve Rusya’nın Osmanlı Devleti ve Yunanlılarla birlikte ve ayrı ayrı yapacakları girişimlerde, Protokolün 1 inci maddesinde yer alan koşulları esas almaya devam edecekleri kaydedilmiştir.
Dördüncü maddede İngiltere ve Rusya’nın bundan böyle, sorunun çözümüne ilişkin olarak karada ve adalarda Yunanistan’a verilecek yerlere ve uygulanacak düzenlemelerin ayrıntılarını belirleme hususunun kendilerine ait olduğunu ve bunların Osmanlı Devletine önerileceğini ifade etmişlerdir.
Beşinci maddede İngiltere ve Rusya bu düzenlemeleri yaparken kendi ülkeleri için toprak kazanmaya çalışmayacakları gibi diğer ülkelerin de eşit olarak yararlanabilecekleri dışında, kendi uyrukluları için münhasır ayrıcalıklar ve ticari avantajlar sağlanmayacağını kabul etmişlerdir.
Altıncı maddede İngiltere ve Rusya müttefiklerinin de Protokolde tanımlanmış düzenlemelere taraf olabilmelerini sağlamak üzere, Metni gizli olarak Viyana, Paris ve Berlin Hükümetlerine de gönderilmesine karar vermişler ve onlara Rusya ile birlikte Osmanlı Devleti ile Yunanlılar arasında yapılacak barış antlaşmasını garanti etmeyi önerecektir. İngiltere’nin böyle bir antlaşmayı garanti etmeyeceği de belirtilmiştir.
Lord Palmerston’un aynı gün (31 Ocak 1828) Avam Kamarasında sunduğu 6 Temmuz 1827 tarihli Antlaşma metnini İngiltere ve Fransa Krallarının temsilcileri ile Rus Çarının temsilcisi tarafından imzalanmıştır. Antlaşma metni, yukarıda açıklanan Protokol maddelerinin içeriğini küçük bazı eklemeler dışında korumuştur. Ancak Antlaşmada, Protokol metninde olmayan hususlar ek madde olarak yer almıştır.
Ek madde, Osmanlı Devletinin kendisine sunulan arabuluculuğu bir ay içinde kabul etmemesi durumunda, Akit Tarafların uygulamaya karar verdikleri önlemler sayılmaktadır.
Ek maddenin ilk paragrafında, üç ülkenin İstanbul’daki Büyükelçilerinin Bab-ı Ali’ye, Antlaşmada sayılan Doğu’daki rahatsızlıkların ve kötülüklerin altı yıldan beri sürdüğünü, Osmanlı Devleti’nin elindeki imkânlarla çözümlenmesinin çok uzak olduğunun görülmesi üzerine Akit Tarafların Yunanlılarla ilgili olarak acil önlemlerin alınması gerektiğine karar verdikleri bildireceklerdir.
Belirtilen bir aylık süre içinde, Osmanlı Devleti, önerilen ateşkesi kabul etmez veya Yunanlılar ateşkese karşı çıkarlarsa, Akit Taraflar, çatışmaların sürmesinden yana olan tarafa veya her ikisine birden, ateşkesin derhal yürürlüğe girmesi için gerekli gördükleri bütün önlemleri alacaklarını bildireceklerdir. Ek maddede bu ifadenin yer aldığı paragrafın hemen arkasında şu hususa yer verilmiştir. Bu ek maddenin imzalanmasını takiben, Akit Taraflar, filolarına kumanda eden amirallerine, filolarını yukarıda belirtilen düzenlemeye uygun olarak Doğu Akdeniz’e göndermelerini bildireceklerdir[37].
Üç devletin imzaladığı bu antlaşmaya eklenen maddede belirtilen ve isyanın altı yıldır bastırılamadığı ve Osmanlı Devleti’nin elindeki imkânlarla sorunu çözemeyeceğini belirtmeleri ve savaş gemilerini Ege denizine gönderme kararları dikkat çekmektedir.
İngiltere, Fransa ve Rus Büyükelçileri, 9 Eylül 1827 günü Reisülküttap (Dışişleri Bakanı) Mehmet Said Pertev Efendiyi ziyaret ederek aldıkları talimatı aktarmışlardır. Said Pertev Efendi’nin elçilere verdiği yanıt şöyle olmuştur[38]; “Toprak bizimdir. Tebaa bizimdir. Bizim hakkımız hukukumuz kesindir. Büyük Devletler bizden ne isterler? Bizim Fransa ile, İngiltere ile, Rusya ile antlaşmalarımız vardır. Bu antlaşmaların bir tek maddesi, ortaya attığınız iddialara hak veriyor mu? Arabuluculuk, mütareke, yatıştırma önerileri nereden çıktı? Sağduyu ve mantık bunların hepsini reddeder. Bab-ı Ali tekrar ediyor: Bunları dinlemeyi kıyamete kadar reddedecektir! … Bir imparatorlukta iki egemenlik olmaz. Birinin ötekini yok etmesi gerekir.” Bu görüşme sırasında Said Pertev Efendi’nin diğer sözler, Bilal Şimşir’in son notta yer alan kitabından okunabilir.
Bu arada, Osmanlı Devleti Yunan isyanını bastırabilmek için 22,000 askeri kendi donanmasını ve Mısır’dan gelen donanma ile birlikte 2,000 topa sahip 65 savaş gemisini Navarin limanına göndermişti.
Yukarıdaki görüşmeden yaklaşık bir buçuk ay sonra, 12 İngiliz, 8 Rus ve 7 Fransız savaş gemisinden oluşan ve 1,298 topu olan ve 17,500 asker taşıyan donanma 20 Ekim 1827 günü Navarin Limanı önüne geldi. Osmanlı Devleti’ne baskı yapma amacı ile gelen bu donanmanın bir bahane yaratarak Osmanlı ve Mısır donanmasına saldırdığı ve dört saat süreyle bombaladığı ve 60 gemiyi batırdığı ve 6,000-8,000 şehit verildiği ve 2,000-4,000 askerin yaralandığı belirtilmektedir[39].
Osmanlı Devleti, 20 Aralık 1827 günü Navarin baskını konusunda uzun bir bildiri yayınladı. Osmanlı Devleti’nin bütün eyaletlerine ve ayanlara gönderilen bu bildiride, üç devletin Yunan isyanının bastırılmasını engelledikleri ve Yunanistan’a bağımsızlık verilmesi için baskı yapmayı sürdürdükleri açıklanmıştır.
Osmanlı Devleti’nin bu baskılara rağmen Yunan bağımsızlığını kabul etmemekte direnmesi üzerine, Rusya Osmanlı Devletine savaş açmış, orduları 1828 de Tuna nehrini geçip Edirne’ye doğru ilerlemesi üzerine, yenilgi kabul edilip 14 Eylül 1829 günü Edirne’de Osmanlı-Rus Barış Antlaşmasını imzalamış ve Yunan Devletinin kurulmasını kabul etmiştir. 24 Nisan 1830 günü Londra Protokolü ile Mora Yarımadası ve çevresini kapsayan Yunan Devleti kurulmuş oldu.
Osmanlı Devletinin, Mora isyanını bastıramamasına, İngiltere borsasından isyancılara önemli boyutta borç verilmesine, üç devletin ültimatom vermesine, donanmasının yok edilmesine ve 8,000 dolayında askerinin öldürülmesine verebildiği tepki, saptayabildiğim kadarı ile ülke içinde yayınlanan bir bildiri olmuştur.
Edirne Antlaşması ve Viskont Palmerston’a yönelik suçlamalar
Daha önce 1830-1834, 1835-1841 dönemlerinde iki kez Dışişleri Bakanlığı görevinde bulunan ve üçüncü kez bu görevi yapmakta olan Lord Palmerston’un (1784-1865) ilk Dışişleri Bakanlığı sırasında izlediği politikalara ve bu bağlamda Osmanlı Devletine yönelik suçlamalar, Avam Kamarasında 8 Şubat 1848 günü “Dış Politika” konusunda yapılan görüşmeler sırasında gündeme gelmişti[40]. Bu görüşmelerin devamı ise Avam Kamarasında 1 Mart 1848 günü yukarıdaki başlığı taşıyan oturumda sürmüş ve Palmerston suçlamayı ve eleştirileri yanıtlamıştır. Önce suçlamanın yapıldığı oturumda Osmanlı Devleti ile ilgili olanlardan kısa bazı alıntılar, sonra da Palmerston’un yanıtlarından önemli gördüğüm bazı alıntılar daha yapacağım. Bu alıntılar, bir yandan 14 Eylül 1829 tarihli Edirne Antlaşmasını ve izleyen dönemde İngiltere’nin Osmanlı Devletine yönelik politikaları yanında, adı geçen ülkenin yeni dış politika anlayışına da önemli ışık tutacaktır.
Suçlamalar, Thomas Chrisholme Anstey (1816-1873) tarafından ileri sürülmüştür. Anstey, konuşmasında Osmanlı İmparatorluğu ile ilgili olarak şunların üzerinde durmuştur. “… Meclis, bir an için bakışlarını, o muhteris Devletin (Rusya) 1772 den beri kazandığı topraklara çevirsin. Bahsettiğim sürede, o dünyadaki barışın düşmanı devasa Güç, Polonya’dan Avusturya boyutunda toprak kazandı, Avrupa Türkiye’sinden, Ren bölgesi hariç Prusya büyüklüğünde toprak ele geçirdi, Türkiye’nin Asya’daki topraklarından, Ren bölgesi dahil Almanya, Belçika boyutunda toprak elde etti. …[41]”
“Sayın üyelerin anımsayacağı üzere, 1829 yılında, Dük Wellington’un başkanlığındaki Hükümetimiz, İngiltere’nin haklarını ve Osmanlı Devleti’nin bağımsızlığını sebatla ve başarı ile Rusya’nın gaspından ve saldırılarından korumuştur. O dönemdeki Dışişleri Bakanı’nı sayın üyeler anımsarlar. Yürürlükteki resmi antlaşmalardaki yükümlülüklerin aksine Rusya 1826 tarihli Londra Antlaşmasını topraklarını genişletmek için kullanıyordu. Ancak Londra Antlaşması hükümleri, gerektiğinde, Rusya’ya karşı uygulanabilirdi. Müzakereler devam ederken, Rusya ile Osmanlı Devleti arasında savaş sürmeye devam etti.”
1830 yılındaki gelişmeler konusunda da Anstey diğer hususlar yanında şu açıklamayı yapmıştır. “Rus Büyükelçisi, Bab-ı Ali’ye, ülkesinin taleplerini ileten notayı verdi, sonradan da savaş ilan edildi. Belgeler kendisini açıklıyor, Osmanlı Devleti’nin her kurumunda reformlar yapılması talebi var, Rusya’ya reformların uygulanıp uygulanmadığını gözetme hakkını tanıyor, reformların fiilen uygulanışını gözetme bahanesi ile Osmanlı yönetimini denetim altına almış oluyor. Bu hükümler Yunanistan’la değil Osmanlı Devleti ile ilgilidir. Eğer bu düzenlemeler toprak genişlemesi ve politik avantaj sağlama değilse, bunların ne anlama geldiğini sayın Lord’un açıklamasını isterim. …”
“Uluslararası yasalara zamanında uyulsa ve uygulansa idi, Polonya ele geçirilemezdi, İran Çar’a esir olmazdı, Orta Asya halen dahi bizimle sıcak ittifak halinde olurdu, İber yarımadasının vadileri ve ovaları viran kalmaz ve kana boğulmazdı, Çerkezlere ihanet edilmemiş olurdu, …”
“İki konunun gölgelemesi dışında 1830 parlak bir görüntüye sahiptir. İlki, Londra Antlaşmasını aykırı olarak Rusya’nın Osmanlı Devletine dayattığı Edirne Antlaşması, diğeri ise X. Charles (Fransa) Hükümetinin Cezayir’i işgalidir. Ancak bu olayda Lord Aberdeen, bu hatalı hamle başlarken önlemek için araya girme basiretini göstermiştir. Edirne Antlaşmasına karşı açıkça karşı çıkmıştır. Fransa’nın iddiasına göre, Cezayir’e asker sevk edilmesi, Cezayir Dayısının bir Fransız diplomatına hakaret etmesi ve zarar vermesine tepkidir. İddianın gerçek olup olmadığına değinmeyeceğim. … Rusya’nın zorla ele geçirişlerinin izini sürmeye, iki nedenle Osmanlı Devleti ile başlıyorum; birincisi, Büyük Petro, bu ülkenin topraklarının işgal edilmesini Dünya Egemenliğinin ilk adımı olduğunu, bu konuda yazdığı yönergesinde söylemişti ki konuşmamda bundan bazı alıntılar yapmıştım. İkincisi, Osmanlı Devleti varlığı ile, Rusya’nın tehdidi altındaki Doğu’daki İmparatorluğumuzun önündeki engeldir.”
“Biraz önce belirttim, bizim koloni imparatorluğumuz, Hindistan İmparatorluğumuz ve hatta kendi bağımsız varlığımızın sona erebileceği bir zaman gelebilir, bunun bizim kuşağımız döneminde gerçekleşip gerçekleşmeyeceği verdiğim önergenin kabulüne bağlıdır. Şimdi Meclis’e neden böyle düşündüğümü açıklayacağım. Bir bunalımla karşı karşıyayız. Halihazırda, Rusya İngiltere karşısında güçsüzdür. Fakat kısa süre sonra, İngiltere Rusya’ya direnmekte aciz kalabilir. Herşey İstanbul’a sahip olmaya bağlıdır. Halen Rusya İngiltere ile savaşa cesaret edemez. Şu anda, Rus İmparatorluğunun zafiyetleri vardır. 2,000 mil savunması gereken sahili var. Onun için bütün çabası, sınırlarını Çanakkale boğazına kadar genişletmeye yöneliktir. Bunu sağladığında, sınırını çok küçültmüş ve aşılamaz duruma getirmiş olacaktır. İstanbul’a sahip olmasına fırsat verildiğinde karşılaşacağınız durum bu olacaktır. Orayı ele geçirebilmesi, onun gayreti ile değil, sizin sayenizde olacaktır. Konunun Rusya için yaşamsal olduğunu, bizler için ise ölüm kalım meselesi olduğunu söylüyorum.”
“1833 de, Mehmet Ali’nin (Mısır Hidivi) askerleri, oğlu İbrahim Paşa’nın komutasında İstanbul’un üzerine yürüdü. Meclis’in gayet iyi anımsayacağı üzere, Osmanlı Devletinin, İmparatorluğunun birliğini garanti eden Avrupa’nın güçlü devletlerini yardıma çağırmaksızın, bu güçlü Hidive karşı direnebilmek için, Navarin mağlubiyeti ve Edirne Antlaşması gibi güçlüklere ek olarak başka güçlükleri de vardı. O nedenle, Bab-ı Ali, Antlaşmalara dayanarak ülkesini Mısır Paşasına karşı korumak üzere (Lord Palmerston’un Dışişleri Bakanı olduğu dönemde) İngiltere’ye başvurdu. İngiltere bu korumayı reddetti. Bunun üzerine Rusya yardım teklif etti ise de, Osmanlı Devleti, bu öneriyi, İngiltere’nin ahde vefasızlığına ve ihanetine rağmen kabul etmedi. İngiltere’ye yeniden destek için başvurdu. Bu sırada Rusya yeniden yardım teklifinde bulundu ise de reddedildi. Bu sürecin arkasından, İngiltere’nin küçük bir gözdağı vermesinin İbrahim’in yürüyüşünü durdurmaya yeteceği anlaşıldı. Aslında, İskenderiye’deki bir konsolos bile bunu engelleyebilirdi. Kritik bir aşamada, başkenti için endişede iken, İngiltere’nin desteğinden mahrum kaldığını gören Sultan, sonunda kendisini ve başkentini Rus askerlerinin korumasına bırakan ve Bab-ı Ali’nin bilgisi olmadan, St. Petersburg’da düzenlenmiş bir antlaşmayı kabul etti. St. Petersburg, Kont Orloff ile antlaşmayı gönderdi ve Bab-ı Ali’ye kabul ettirdi. Kont Orloff’un gelişinden kısa süre sonra, ancak Bab-ı Ali’nin son bir kez daha Lord hazretlerine sonuçsuz kalacak girişimi yapmasından sonra, Hünkar İskelesi Antlaşması imzalandı. ”
Anstay konuşmasında, Hünkar İskelesi Antlaşması’nın imzalanmasından sonra İstanbul’da yaşanan bir olayı da anlattı. Buna göre, Bab-ı Ali’nin İngiliz Sefareti’ne verdiği Antlaşmanın sureti, ertesi gün Rus Sefiri tarafından Bab-ı Ali’ye, “bir başka sefer sırdaşlarını daha iyi seçmeleri” tavsiyesi ile iade edilmişti[42].
Anstay’ın Lord Palmerston’u eleştirdiği konuşmalarından alıntılarımı bunlarla sınırlı tutacağım. Daha fazlasına ilgili dipnotta belirtilen tutanaktan ulaşılabilir. Şimdi de Dışişleri Bakanı Lord Parmerston’un 1 Mart 1848 günü Anstay’a ve diğer milletvekillerine verdiği yanıtlardan yaptığım alıntılarımı paylaşmak istiyorum. “… konuşan üye, genel olarak Çanakkale Antlaşması olarak bilinen 1841 tarihli antlaşmanın yapılışı sırasında ortaya çıkan sorunu, Fransız Hükümeti’ne atfetti. Meclis’i temin ederim ki, o tarihlerde ülkemiz nezdinde bulunan Fransız Büyükelçisi, hemen her gün gelerek Fransa’nın da taraf olacağı Çanakkale Antlaşması’nın imzalanması hususundaki arzusunu dile getirdi. Fransa 1840 tarihli antlaşmaya taraf olmayı istememişti, ancak Çanakkale Antlaşması bir bakıma Fransa ile diğer imzacı devletlerarasında bir uzlaşmadır. Anılan antlaşma çok kısadır. Başlangıcında, Avrupa’nın hedefinin Osmanlı Devleti’nin bağımsızlığını koruma ilkesi yer almakta ve temel kural barış dönemlerinde herhangi bir devletin savaş gemilerinin İstanbul ve Çanakkale Boğazlarından, Osmanlı Devletinin izni olmaksızın geçemeyeceği şeklide belirlenmişti. Konuşan sayın üye bu düzenlemenin Osmanlı Devleti’ni terk etme adımı olduğunu ve onu Rusya’ya teslim etme olarak ifade etmiştir. … bu madde 1809 tarihinde kabul edilmiştir ve Çanakkale Antlaşması sadece Osmanlı Devleti’nin barış dönemlerinde İstanbul ve Çanakkale boğazlarından Sultan’ın izni olmadan yabancı gemilerin geçemeyeceğine yönelik geçmişteki kuralını tekrarlamıştır, İngiltere o zamandan beri bu ilkeye uygun hareket etmiştir. Antlaşma’nın gerçekleştirdiği tek şey, bu düzenlemeye Avusturya, Fransa ve Prusya’yı taraf etmesidir. Bu düzenlemenin Osmanlı Devleti’nin yararına olduğunu duraksamadan söyleyebilirim, o boğazlardan geçişin, iki kıyısının Osmanlı toprağı ile korunmakta olan bir dar geçit olarak Osmanlı topraklarının bir parçası olduğu ilkesi kayda geçmiştir. Osmanlı Devletinin konumunu ve çıkarlarını ve onun komşuları ile ilişkilerini bilenler, bu kuralın kayda geçmiş olmasını büyük bir güvence olarak görmelidirler. Bu düzenlemelerin yapılmasının hemen ardından beri geçen süreyi, pek açık nedenlerden dolayı, Osmanlı Devletinde İngiltere’nin etkisinin en güçlü olduğu dönem olduğunu söyleyebilirim. Ulusların veya Hükümetlerin çoğu kez veya sürekli olarak dostluklardan etkilendikleri romantic fikre gelince, neden ve niçin olduğunu Tanrı biliyor, bu romantik düşüncede olan ve bireyler arası ilişkileri ulusların ilişkilerine uyarlamaya çalışanlar anlamsız bir hayal alemi içindedirler.[43]”
“Çanakkale Antlaşması, Hünkar İskelesi Anlaşmasının fiilen ortadan kaldırılmasıdır. İlk olarak belirtmeliyim ki, Hünkar İskelesi Antlaşmasının süresi o günlerde dolmak üzereydi ve yenilenmesinin söz konusu olmadığı da anlaşılmıştı. Dolayısıyla Çanakkale Antlaşması bir anlamda o antlaşmanın yerini almıştır. Hünkar İskelesi Antlaşmasının amacı neydi? Osmanlı Devletini sadece ve münhasıran Rusya’nın himayesi altına almaktı. Buna karşılık, Çanakkale Antlaşması Rusya ile birlikte ve onunla eşit şekilde İngiltere, Fransa, Avusturya ve Prusya’nın Osmanlı İmparatorluğu’nu korumada ve varlığın sürdürmede çıkarları olduğunu kaydetti. … eğer bir kişi, katılacağımız her hangibir antlaşma veya burada veya diğer bir yerde yapılacak her hangibir diplomatik girişimle, Rusya’nın Osmanlı Devletine yönelik büyük, belki de çok büyük etkisini engelleyebileceğini düşünüyorsa, o kişi dünya coğrafyası ve güçlü bir ulusun zayıf bir ulus üzerinde sahip olacağı etki konularında anlamaktan uzaktır. Çok açıktır ki, Osmanlı Devleti üzerinde bizim etkimizin umuda dayanması gerekirken, Rusya’nın etkisi korkuya dayanmak durumundadır.”
“(Osmanlı Devleti’nin) Afrika kıtasındaki hüküm sürdüğü topraklardan Cezayir’in (Fransızlar tarafından) ve diğer bazı toprakların da İngiliz askerlerince işgal edilmesine gelince, bu konuları tartışmanın zamanı değildir. Geçmişte, dünyanın o bölgesinde yer alanlar konusunda Meclis’in önüne raporlar konulmuş ve görüşülmüştü. … Sayın üyenin üzerinde ayrıntılı olarak durduğu diğer konu ise, Rusya’nın Çerkes halkına karşı yürüttüğü deniz ve kara harekatlarıdır. Edirne Antlaşması ile Osmanlı Devleti Karadeniz’in doğu sahilinde bazı noktaları Rusya’ya terk etmişti. Bunun üzerine, verilen bu tavizin Rusya’ya, terk edilen yerlerin iç kısımlarına hakimiyet hakkı verip vermediği sorunu çıktı. … Çerkeslerin sorunu, kesinlikle büyük sempati topladı, onların bazı hararetli dostları, ‘sorunun üzerine git (try the question)’ anlayışı sergilediler. Eğer bir kişi diğer bir kişinin sorununu mahkeme önünde çözmeye yardımcı olmak isterse, bir davanın nasıl açılacağını hepimiz biliriz, ancak konu Rusya’nın Çerkezistan’ın iç bölgelerinde hakkı olup olmadığını sorgulamak olursa, bunun gerçek anlamı, İngiltere ve Rus Hükümetlerini, birinin veya diğerinin geri çekilmesine neden olacak fikir ayrılığı içine çekmek veya çatışmaya sokmaktır. Gerçekte bunun anlamı, Rusya ile savaştan farklı değildir. Edirne Antlaşması’nın Rusya’ya Çerkezistan’ın iç kısımlarını terk edip etmediği sorunu üzerinden İngiltere’yi Rusya ile savaş noktasına getirebilecek durumun, ne Meclis ne de ülke için çok arzu edilir ve önerilebilir bir durum olmayacağını düşünüyorum.”
Şimdi sunacağım alıntı, Yemen’in Aden limanının İngiltere tarafından 1839 yılında işgal edilmesi ile ilgilidir. “Sayın üyenin değindiği diğer bir konu, Aden’in İngiliz donanması ve askerleri tarafından işgal edilmesidir. Sayın üyenin, bu Meclis’e 1839 yılında sunulan raporları okuyup okumadığını bilmiyorum. O belgelerde açıklandığı üzere, Aden, bize sahibi olan Şeyh tarafından bir bedel karşılığında devredilmiştir. (Aden) Hindistan İmparatorluğumuzla bizim aramızda tam yarı yol noktasında kömür ve diğer gerekli malzemelerin gemilere yüklenebileceği bir durak olduğu ve aynı zamanda önemli bir ticaret merkezi olabileceği için önemliydi. Ele geçirmiş olmamız çok yararlı olmuştur. Bizim onu ele geçirmemizin Rusya’nın çıkarına nasıl yardım etmiş olduğunu kanıtlamakta sayın üyenin çok zorlanacağını düşünüyorum.”
“Rusya’ya karşı (bir savaşta) bizimle birlikte olmaya can atan bir başka İmparatorluk da varmış. Sayın bilgili üyenin bizlere söylediğine göre, Osmanlı Devleti 200,000 süvari ile St. Petersburg’un surlarına dayanıp gövde gösterisi yapmaya, belki de Çar’ı tahtından indirmeye hazırmış. O tarihlerde Osmanlı Devleti ne durumdaydı? 1831 yılında, Rusya ile savaşmış, iki sefer sonrasında orduları geri püskürtülüp ve kendi İmparatorluğuna geri dönmek zorunda kaldığı için Edirne Antlaşmasının ağır barış koşullarını kabul etmek zorunda kalmış, önemli toprak kaybı talebi ile karşılaşmış, İngiliz Büyükelçisinin daha kötü duruma düşmemesi için yaptığı dostça önerileri üzerine, talepleri kabul etmiştir. Bu büyük felaketten iki üç yıl sonra, Osmanlı Devleti’nin, hayret veren bir girişim ve cesaretle, (ömrü boyunca sahip olmadığı boyutta) 200,000 sipahiyi Rus sınırına gönderip topraklarını silip süpürmeye hazır olduğu ifade ediliyor. Bu düşünce, bir insanın aklından geçebilecek en olmayacak ve sıradışı çılgın hayallerden biridir. Bir an için varsayalım ki, bütün bunlar doğrudur ve Osmanlı Devleti, sayın bilgili üyenin söylediği şeyleri yapmaya hazırdır. Onlara, aynı durumda İsveçlilere vermis olduğum tavsiyede bulunurdum, ‘Yeteri kadar yenilmediniz mi? Çılgın mısınız? Rusların, Edirne yerine İstanbul’u mu almasını istiyorsunuz? Hiç bir şeyle tatmin olmayacak mısınız? Sizi, gelip güçlü komşunuza karşı savunamayız. O sınırınızda ve ona siz saldırması için yeni bir fırsat vermeyin.”
“… şu veya bu ülkeyi İngiltere’nin ezeli dostu veya ebedi düşmanı olarak damgalamanın dar görüşlü bir politika olduğunu belirtmek isterim. Bizim ezeli dostlarımız olmadığı gibi ebedi düşmanlarımız da yoktur. Bizim çıkarlarımız ezeli ve ebedidir ve o çıkarlarımızı izlemek bizim görevimizdir. Diğer ülkeleri bizimle aynı doğrultuda bulursak, onları dostumuz olarak kabul eder ve o an için en samimi ilişki içinde olduğumuzu düşünürüz. Başka ülkelerin farklı düşüncede olduklarını ve bizi hedefimize ulaşmaktan engellemek istediklerini anlarsak, bizim görevimiz, onların aynı amaca ulaşmak için izledikleri farklı yöntemlere hoşgörü göstermektir. Görevimiz başkaları hakkında çok sert yargı vermek değildir, çünkü onlar olayları kesinlikle bizim gördüğümüz açıdan görmezler, bizim görevimiz bu ülkeyi kolaylıkla savaşın korkunç sorumlulukları ile meşgul etmek değildir. Çünkü zaman zaman o veya bu güçlü devlet bazı konularda farklı düşünceye sahip oldukları için bizimle aynı fikirde olmak istemeyebilir. … İngiliz Bakanının rehberi olacak ilkeyi tek bir cümle ile ifade etmeme izin verilirse, Canning’in sözünü seçerim, her İngiliz Bakanı’nın politika kılavuzu, İngiltere’nin çıkarları olmalıdır.”
Lord Palmerston, konuşmasında, İngiltere’nin tüm ülkelerle olan ilişkilerine değinmiş ve bu ilişkilerin temelinde yatan unsurları irdelemiştir. O nedenle ilgilenenlerin son notta yer alan kaynaktan tümünü okumalarını öneririm. Lord Palmerston, ulusal çıkarların dış politikada göz önünde tutulması gerektiğini açıkça söyleyen ilk devlet adamı olmuştur.
Kafkasya’da kırımlar ve zorunlu göç
Ruslar, Osmanlı Devletine Yunanistan’ın bağımsızlığını dayatmak için 1828 yılında Balkanlardan saldırıya geçip Edirne üstüne doğru yürürken, diğer taraftan da Doğu cephesinde Kars, Ardahan ve Erzurum üzerine saldırıya geçmişlerdi. 14 Eylül 1829 da Edirne’de Barış Antlaşması imzalandığında, bu haber Erzurum’daki Rus Komutanlığına ulaşana değin geçen yaklaşık bir aylık süre sonrasına kadar, Bayburt ve dolaylarında çatışmalar devam etmiş ve birçok yaşama mal olmuştur[44]. Rus ordusunun Kuzeydoğu Anadolu’yu işgal ettiği 1828 ve 1829 yıllarında salgın hastalıkla da mücadele ettiği belirtilmektedir[45]. Rus ordusu Edirne Antlaşma ile belirlenen sınırlara çekilme hazırlıklarını yaparken, yöredeki Ermenilerden yaklaşık 90,000 kişi de onlarla birlikte gitmek istedi ve gittiler[46].
Edirne Antlaşması ile Rusya Kafkasya’yı sınırları içine dahil etmişti. Ancak hükümranlığı altına giren toprakların iç ve dağlık kısımlarında Rus egemenliğini kabul etmemiş olan Çerkezler, Abazalar, Çeçenler, Dağıstanlılar ve diğer Müslüman toplumlar direnmeyi sürdürmüşledir. Ruslar, direncini kıramadıkları bu toplumları yıldırarak göçe zorlamak ve bu verimli coğrafyaya kendi köylülerini yerleştirme politikasını zaman içinde uygulamaya koyuldular. Bu durum, Rusların direnenlere karşı sürdürdüğü harekâtlarla o toplumları varlıklarını sürdürebilmek için arayışlara zorlamıştır. Bu bağlamda, 1836 yılından başlayarak, Şeyh Şamil liderliği altında, Çeçenler ve Dağıstanlılar mücadeleyi yürütecek yapılanmalarını kurdular. Kafkasya’da Türk boylarının varlıklarını sürdürme direnişi Mayıs 1864 ayına kadar sürebildi. Bu tarihten başlayarak Ruslar, geçmişte Kırım’da uyguladıklarından çok daha vahşi bir zorunlu göç uygulamasına giriştiler[47]. Rusların bu uygulaması konusunda McCarthy, İngiliz arşiv belgelerine dayanarak, şu saptamayı yapmıştır; “Ruslar Çerkezlerin yurtlarında barınmasını imkânsız kılan bir baskı ve aşağılama politikası güttüler. Köyler yağmalandıktan sonra yok edildi. Hayvan sürüleri ile yaşamlarını sürdürebilmeleri için gerekli olan her şey ellerinden alındı. Daha sonra Kafkaslarda ve Balkanlarda da defalarca tekrarlanacak olan Rus yöntemi, klasik bir zorunlu göç sistemiydi; evleri ve tarlaları harap edip sahiplerini yıldırarak, onlara açlık veya kaçmaktan başka seçenek bırakmamaktı.[48]” Bu şekilde boşaltılan yerlere Slavik Rusya’dan gelenlerle, serfliğin kaldırılmasından sonra kölelikten kurtulan Rus köylüleri yerleştirilecekti.
Bu zorunlu göçe zorlananların Osmanlı Devleti’ne göçmek üzere limanlarda bekledikleri sırada yaşamak zorunda kaldıkları koşullara çeşitli yazarlar değinmişlerdir. Rus tarihçilerinden Berzhe’nin gözlemlerine göre, bir limanda ıslak zemin üzerinde açık havada ve soğuk altında korunmasız olarak gemileri gelmesini, içlerinde tifüs ve çiçek hastaları olmak üzere bekleyen yaklaşık 17,000 kişi olduğunu ayrıntıları ile ifade ettiği belirtilmektedir[49].
Benzeri şekilde, göçe zorlanan Abazaların durumunu da McCarthy, İngiliz Konsolos raporlarına dayanarak şu şekilde ifade etmiştir. Ruslar, Osmanlı Devletinin sahil kentlerini, açlık ve yoksulluktan kıvranan Müslüman göçmenlerle doldurarak, Yönetimi çaresiz kılarak onurunu zedelemek arzusunda idiler[50].
Rusların Kafkasya’da uyguladıkları zorunlu göç politikası sonucu, 1860 lı yıllarda yaklaşık 1.2 milyon kişinin göç ettiği, bunlardan yaklaşık 800,000 Osmanlı toprakların ulaştığı belirtilmektedir[51]. Göçe zorlananların bir bölümü gemileri battığı için, bir bölümü gemilerde veya çıktıkları limanlarda hastalıklar nedeni ölmüşlerdir. Ayrıca, Osmanlı limanlarına ulaşanlardan hastalıklı olanlar kısa sürede öldüğü gibi, gittikleri kentlerde de hastalığın yayılmasına neden oldukları için o kentlerde yerleşik olanlardan da ölenler olmuştur. Bu konularda daha fazla ve ayrıntılı bilgi edinmek isteyenler başta McCarthy’nin kitabı olmak üzere konu ile ilgili diğer kitap ve makalelere göz atmaları gerekecektir.
Bazı kaynaklarda, İngiltere’nin Kırım Savaşı sonrasında Osmanlı Devleti ile Rusya arasında Kafkasya’da bir tampon devlet kurma arayışı içinde olduğu, ancak buna Fransa’nın karşı çıktığı bilgisi yer almaktadır[52].
Kafkasya göçmenleri Osmanlı Devleti tarafından Anadolu, Mezopotamya ve Rumeli vilayetlerine nakledilerek yerleştirilmişlerdir. Bu süreçte de yaşamını kaybedenler olduğu belirtilmektedir.
Osmanlı Devleti’nin, günümüz için dahi çok büyük boyutlu bir sığınma sorunu olarak kabul edilecek 800,000 dolayında sığınmacının o günler için sıra dışı kabul edilecek boyutu ve beraberinde yol açtığı salgın hastalıklarla mücadele konusunda ne Rusya’ya ne de Avrupa ülkelerine tepki gösterdiğine ilişkin bir bilgiye ben kısıtlı araştırmam çerçevesinde ulaşamadım.
Yunanistan’ın bağımsızlık kazanması sonrasında Osmanlı aydınlarının arayışları ve çözüm önerileri
Sultan Abdülaziz, 1867 yılında Paris Milletlerarası Sergisi’ne onur konuğu olarak davet edilmiştir. Onun bu seyahatine Sadrazam Âli Paşa’nın talimatı ile katılan İstanbul Şehremini (Belediye Başkanı) Ömer Faiz Efendi’nin tuttuğu günlükler Cemal Kutay tarafından kitaplaştırılmıştır[53]. Bu kitapta yer alan önemli önerilerden bir kaçını alıntılamak istiyorum. Kutay kitabında önce Sultan II. Mahmut’un (1785-1839) Rusya’nın nasıl güçlenip Osmanlı Devleti’nin önüne geçtiğini incelemek üzere, eniştesi Amiral Halil Paşa’yı 1830 yılında bu ülkeye gönderdiğini yazdıktan sonra, Paşa’nın dönüşünde Sultan’a izlenimlerini anlatırken şu ifadelere de yer verdiğini kaydetmiştir; “Sultanım, … Bizde şehirlerde kadın kafesin arkasındadır, erkek meydandadır. Köylerde ise kadın tarladadır, erkek kahvelerdedir. Yani bizim nüfusumuz milli hayatta daima yarımdır, tam değildir. Avrupa’da ise kadın da, erkek de genel yaşam içinde kıymettirler. Ve her ikisi birleşerek Millet’i teşkil ediyorlar. Bizler önce bu ayrı iki yarımdan bir tam çıkarmaya mecburuz.[54]” Kutay, daha sonra Ömer Faiz Efendi’nin notlarından alıntılar yapmıştır.
Ömer Faiz Efendi’nin Paris’e yönelik ilk izlenimi şöyledir. “Önce kılığımızla, giyim-kuşamımızla ilgililer. … onlar basitlik içinde daha rahat giyiniyorlar. Meselâ kafalarındaki şapka, güneşten kendilerini daha iyi koruyor. Biz fesler altında buram buram terliyoruz. Bu şapkalar kışın yağmur ve soğuktan da korur. Asıl dikkatimi çeken kadınların kıyafeti … Yüzleri açık, bedenleri istedikleri gibi hareket ettirecek giysiler içinde. Anlaşılan millet denince genel hayata erkeği kadını, kız çocuğu beraberce katılabilen toplulukları kastetmek lazım. Bizim kadınlarımız, evlerinin dışında olan-biteni göremiyorlar ki, yaşadıkları dünyanın boyutu hakkında fikir sahibi olsunlar …[55]”
“Bütün dünya milletleri, neleri var, neleri yok buraya taşımışlar. Sanayi ilerlemesi karşısında hayrette kaldık. Aziz dostum Halimî Efendiyle nemli gözlerimizi sildik. Hiç duraksamadan aynı şeyi düşündük ki, bu yapılanların daha iyileri bizde yapılabilir; ilk madde olarak her şeyimiz var. Halkımız zeki ve daha da görev bilincine sahip aslında … Tahsil yok, ilim yok, irfan yok, teşkilât yok … Bunların hepsi de devletin görevi ve toplumun onu seferber etmesi gerek. İkisi birbirini tamamlıyor. İkisi de yok bizde … Mucize mi lâzım?[56]” Ömer Faiz Efendi, Sergi’deki Osmanlı pavyonu hakkında da şu gözlemde bulunuyor; “Her milletin pavyonlarında kendi halkının yaptığı işler gururla sunuluyor. Bizim pavyonumuzda ise asıl çekiciliği kahve ve nargile ikramında bulmuşuz! … [57]”
Ömer Faiz Efendi, seyahatten dönüşte, Sadrazam’ın düzenlediği toplantıda söylediklerini şöyle kaydetmiştir; “Paşa Hazretleri, bu memleketlerden her şeyi alalım, hatta Müslümanlığı bile alalım. …” Bu sözler üzerine toplantıya katılanlar irkilmişse de Faiz Efendi sözlerini şöyle sürdürmüştür; “Evet Paşa Hazretleri, evet efendimiz, Müslümanlığı dahi bu memleketlerden alalım, çünkü olanlar, ilim, irfan, medeniyet, çalışkanlık, adalet, eşitlikleri ile Müslümanlığın asıl emirlerini Hıristiyan oldukları halde tatbik ediyorlar. … Cehaleti bırakıp ilmi, ilkelliği bırakıp medeniyeti, tembelliği bırakıp çalışkanlığı, el emeği çaresizliğini bırakıp makineyi, şehirlerde ve köylerde pisliği bırakıp temizliği, üfürüğü bırakıp ilacı, deveyi bırakıp treni ve yelkenliyi bırakıp uskurlu gemiyi alır, kadınımızla-erkeğimizle birlikte ve beraber bir tam millet olabilirsek hem dinimizin, hem de devletimizin şanlı bir şekilde devamını sağlarız. …[58]”
Kutay’ın kitabında, yukarıya alıntı yaptığımdan çok daha zengin bilgi, yorum ve gözlem vardır.
Halil İnalcık, 1942 yılında yazdığı doktora tezinde, Yunanistan’ın kurulmasından kısa süre sonra, Tanzimat Fermanı’nın (3 Kasım 1839) ilan edildiği dönemde Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu durumu değerlendirmiştir. İnalcık’ın yayınlanan tezinden birkaç saptamasını da okurların bilgisine sunmak isterim.
“XIX. asır ortalarına doğru Osmanlı Devleti, henüz Avrupa’nın yarısı kadar bir saha üzerinde, üç kıtaya yayılmış, hemen hemen 36 milyon nüfusu ihtiva eden koca bir imparatorluk halinde görünmektedir. Fakat hakikatte, bu koca siyasi heyet, iktisadi, siyasi her türlü birlik esasını kaybederek dağılıp parçalanma yoluna girmiş bir heyuladan başka bir şey değildi.[59]”
“Tanzimat, devlet teşkilatının yeni baştan tanzimi kadar ve belki ondan çok daha ehemmiyetli içtimai bir inkılâbı başarmak zaruretinde idi: İmparatorluk içtimai bir muvazenesizlik (dengesizlik) içinde bocalıyordu. Devlet müttehid (bütün olarak) Osmanlı camiasını, yeni musavatçı (eşitlikçi) Osmanlılığı tahakkuk ettirmek için her şeyden önce Anadolu ve Rumeli’de hâlâ kuvvetle yaşayan vücuh ve âyanı, büyük arazi sahibi, ağa ve beyleri ortadan kaldırmak zorunda idi. Reayayı tatmin ve teskin etmenin ilk şartı bu idi.[60]”
“Bulgar halkı bilhassa 18 inci asır sonlarında varlığını temelinden tehdit eden büyük bir tehlike karşısında bulunuyordu: Rumlar, onların bütün tarihi ananelerini, hatta konuştukları dili ortadan kaldırmak ve kendilerini Rumlaştırmak gayretinde idiler. Fener muhitinde, Eflak-Buğdan’a yahut büyük Rus şehirlerinde ticaretle zenginleşmiş ve mühim mevkilere çıkmış Rumlar arasında eski Bizans İmparatorluğu’nu ihya etmek emelleri, daha 18 inci asırda kuvvetle meydana çıkmıştı. Bunlar bu maksatla, Balkanlar’daki diğer kavimleri Rumlaştırmak için her türlü vasıtaya başvurmakta tereddüt göstermediler.[61]”
“Moskova’da yerleşmiş Gabrovalı bir Bulgar tacirinin oğlu olan V. E. Aprilov, milletini uyandırmak için Avrupai bir mektep açmaya karar verdi. Odesa’daki ve bilhassa Bükreşteki tacirlerle birleşerek bu mektep için lazım gelen parayı topladı ve 2 Son Kanun (Ocak) 1835 de Gabrova’da bu ilk Avrupai Bulgar mektebinin açılma merasimi yapıldı. … Ziştovi gibi başka büyük şehirlerde evvelce kurulmuş Yunan mektepleri Bulgarlaşırken bir taraftan da Gabrova mektebi örnek tutularak Bulgaristan’ın her tarafında hummalı bir faaliyetle yeni mektepler açılmaya başlandı. Tedrisatta Bulgar diline bilhassa ehemmiyet verilen bu mekteplerin adedi altı senede içinde (1841 yılında) on üçe yükseldi. … Samakova’da (1828), Selanik’te (1838), İzmir’de, İstanbul’da Bulgar matbaaları açıldı.[62]”
Mithat Paşa’nın 1868 yılında Tuna Valiliği sırasında hazırlayıp Bab-ı Ali’ye gönderdiği raporunda Rusların Bulgaristan’da eğitim alanında attıkları adımlardan da bahsetmiştir. Bu bağlamda, Bulgaristan’da alınacak önlemlerin içinde eğitimin de önemli bir yeri olduğuna değinerek şu gözlemlerine yer vermiştir; “Bulgarlar ilm ü marifetin lüzumunu (bilim ve becerinin gerekliliğini) ve kendilerinde noksanını derk ve teferrüs (anlayıp ve fark) ettikleri günden beri çocuklarının talim ve terbiyesi arzusuna düşmüşler ise de mekteplerinin teminine halen maddeten muktedir olamadıklarından … Rusyalu fırsat addederek Hocabey ve Nikolayef ve Kişnef memleketlerinde Bulgar çocuklarını mahsusen ve mecannen (özellikle ve parasız olarak)okutmak üzere mektepler açmıştır. …[63]”
Osmanlı İmparatorluğunun bir parçasını oluşturan Bulgaristan topraklarında Bulgarlar ilk Avrupai okulu 1835 açmış ve 1841 yılında sayılarını 13 e çıkarmışken, Devletin kendisinde Avrupa tarzına yakın ilk rüştiye (ortaokul) 1839 yılında açılmış, İstanbul’da rüştiyelerin sayısı 1848 te 5 çıkmış ve vilayetlerde 25 rüştiye açılmasına ise 1853 yılında karar verilmiştir[64].
Osmanlı Devletinde eğitimindeki geri kalmışlığı ortadan kaldırma girişimlerinin başında, Sultan Abdülmecid’in (1839-1861) attığı bir adım önemlidir. 1839 yılında ilan edilen Gülhane Hatt-ı Hümayununda eğitimle ilgili herhangi bir hüküm yer almamış olmasına karşın, Padişah’ın yetkililere halkın cehaletinin giderilmesi, her düzeyde mesleki eğitimin ele alınması, dine uygun olduğu kadar, dünya için de geçerli bir eğitim verilmesini, ülkenin uygun yerlerinde okullar açılmasını önerdiği ileri sürülmektedir[65]. Bunları yaşama geçirmek için de 1845 yılında eğitim işleri ile ilgili düzenlemeleri yapmak üzere, geçici bir “meclis-i maarif” kurulmuştur. Bu meclisin de 1846 yılında eğitimle ilgili bir yasa hazırladığı, yasada ilköğretimin zorunlu ve parasız olacağı, ortaöğretimin de parasız olacağına karar verildiği, yine aynı yasa uyarınca “Mekâtib-i Umumiye Nezareti” kurulduğu belirtilmektedir[66]. Meclis, 1846 yılındaki çalışmalarında üniversite düzeyinde eğitim vermek üzere “darülfünun” kurulmasını da öngörmüş, ancak bunun kapsamı ve niteliği konusunda bir tanımlama yapmamıştır.
Münif Paşa (1830-1910), 1877 yılında dokuz ayı aşkın bir süre Maarif Nazırlığına getirilmiştir. Kasım 1877 de görevinden alınmıştır. Yeniden Maarif Nazırlığına Haziran 1878 atanmış ve bu görevde Eylül 1880 e kadar yaklaşık iki yıl yedi ay kadar bu görevde kalmıştır. Üçüncü kez aynı görevde bulunduğu dönem ise, 1885-1891 yılları arasında altı yıla yakın süredir. Münif Paşa, Maarif Nazırı görevine gelmeden önce de eğitim ve toplumsal gelişmeye yönelik birçok önemli işlevler gerçekleştirmiştir. Bunları satır başları ile anmak isterim.
1861 yılında Osmanlı İmparatorluğunda, Cem‘iyyet-i İlmiyye-i Osmâniyye (Osmanlı İlim Cemiyeti) kurulmuştu. Cemiyet’in ikinci başkanlığına Münif Paşa seçilmişti. Bu Cemiyet’in yayım organı olarak Temmuz 1862 de Mecmua-i Fünun (Uygulamalı Bilimler Dergisi) yayınlanmaya başladı, bu Osmanlı Devleti’ndeki ilk bilim dergisidir. Dergi Osmanlı Müslüman uyruklarının yabancısı olduğu fizik, kimya, jeoloji, biyoloji gibi pozitif bilimlerin yanında tarih, coğrafya, mantık, felsefe gibi sosyal bilimler alanında da makaleler yayınlıyor ve Avrupa’daki gelişmelerden topluma bilgi sunuyordu. Münif Paşa gerek Cemiyetin etkinliklerinde ve gerek derginin yayınını sürdürmede önemli görev ve sorumluluk üstlenmiştir. Bu dergide yer alan makalelerden bir bölümü Ali Budak tarafından günümüz harfleri ile yayınlanmıştır. 1862-1866 arasında 33 sayı basılan dergi, yayınlarına kısa süre ara verdikten sonra aynı yıl yeniden yayına başlamış ve 14 sayı basıldıktan sonra kapanmıştır. 1883 de yeniden yayına başlayan derginin ilk sayısında çıkan bir makale üzerine II. Abdülhamit tarafından kapatılmıştır. 1862-1883 arasında dergi ancak 48 sayı çıkabilmiştir.
Münif Paşa’nın katkıda bulunduğu diğer önemli konu ise Osmanlı yazı dilinin sesli harfler eklenerek düzeltilmesine ilişkindir. Bu konudaki çalışmalara Osmanlı İlim Cemiyeti’nin bazı üyeleri tarafından karşı çıkılmasına karşın çoğunluk bunun önemli ve zorunlu bir gereksinim olduğunu savunmuşlardır[67].
Münif Paşa’nın anımsanması gereken önemli bir diğer hizmeti de, kızların eğitimine verdiği önemdir. Bu konuda kadınların toplumların içindeki konumları ve kız çocuklarının eğitimine ilişkin olarak yaptığı çevirileri yayınlayarak önce toplumda bilgi ve bilinçlenmeyi özendirmeye çalışmıştır. 1869 yılında Maarifi Umumiye Nizamnamesi yayımlanmıştır. Nizamnamede, kızlar için ortaokul açma yanında, bu okullar için kadın öğretmen yetiştirmek üzere okul açılması da öngörülmüştü. Aynı yıl İstanbul’da kızlar için ortaokul (rüştiye) düzeyinde yedi okul açılmıştır[68]. Daha sonra da İstanbul’da kız öğrencileri eğitmek için kadın öğretmen yetiştirmek üzere, Münif Paşa’nın Maarif Nazırlığı sırasında, lise düzeyinde bir kadın öğretmen okulu 1880 yılında açılmıştır. Münif Paşa, üniversite düzeyinde eğitim kurumu kurulmasını da savunmuş ve düşünceyi ifade özgürlüğünü de savunan bir aydındır.
Münif Paşa’nın eğitim ve ekonomik gelişme arasındaki yakın ilişkiler konusundaki gözlemlerine de, günümüz Türkçesi ile kısaca değinmek isterim. “İlim ve sanat öğretimi, içinde bulunulan zamanın gerekleri yanında çocuğun eğilim ve arzusu göz önünde tutularak yapılmalıdır. Çocuk hangi mesleği seçecek olursa olsun, önce bazı temel bilgileri okuduktan sonra meslek eğitimine geçmesi gerekir. … Ülkemizde meslek ve sanayinin gelişememesinin sebebi budur. Birçok sanayi için gerekli olan kimya ilmi, fizik bilimi, resim, matematik gibi ilimlerin eğitimi yapılmadıkça, ülkemiz sanayii mevcut durumundan kurtulması mümkün değildir. … Komşularımız olan Avrupalılar sanayi ve eğitimde yüksek bir düzeye ulaşmışken, bizim mevcut ilimsiz durumumuzu bile korumamız mümkün olmayıp, gerilememiz kaçınılmazdır.[69]”
Münif Paşanın bir aydın olarak Osmanlı Devleti döneminde yaşama geçirmeye çalıştıkları ve karşılaştığı zorluklar birkaç sayfada anlatılacak boyutta değildir. O nedenle, Münif Paşanın hizmetleri konusunda daha fazla bilgi edinmek isteyenlere, Ali Budak’ın “Batılılaşma Sürecinde Çok Yönlü Bir Osmanlı Aydını Münif Paşa” isimli eseri ile aynı yazarın “Mecmua-ı Fünun” isimli kitabının yanında, bazı alıntılar yaptığım İsmail Doğan’ın son notta yer alan kitabını öneririm.
Ali Suavi (1839-1878) de Osmanlı Devletinin içinde bulunduğu çöküş sürecinden çıkabilmesi için çare arayışında bulunan diğer bir isimdir. Suavi, yurt içinde ve dışında çıkardığı Muhbir ve Ulûm adlı gazetelerde ve yazdığı kitaplarda, geniş bir yelpaze içinde toplumsal aydınlanmaya hizmet sunmaya çalışmıştır. Bunlardan bazıları üzerinde kısaca durmak isterim.
Suavi, Londra’da “Muhbir” gazetesini yayınlamaktan amaçlarını, yirmi yedinci sayısında açıklamıştır. Bu amaçlardan önemli gördüğüm üçünü buraya alıntılamak isterim[70]. İlki, “Osmanlı Devletinin içinde bulunduğu tehlikelerin en korkuncu olan ve yönetim biçiminden kaynaklanan tehlikeyi cesurca ortaya koymak.” Diğeri ise, “Avrupalıların özellikle millet-i İslamiye hakkında olan yanlış düşüncelerini düzeltmek.” Üçüncüsü ise, “Meşveret (görüş alış verişi yapılması) usulünün istihalesine (gelişmesine) çalışmak. İdareniz değişmedikçe halleriniz düzelmez. Vükelâ (Bakanlar) sorumlu olmadıkça işler yoluna girmez. Hükümet denetlenmedikçe doğru bir şey yapılmaz. Millet arayıp sormazsa vükela aldatır, padişah aldatır. Herkes kendi başına çare aramak sevdasına düşer.[71]” Birinci ilke genel olarak bütün Osmanlı aydınlarının yurtiçinde veya yurt dışında yaptıkları yayınlarla, üzerinde durdukları ve yönetimleri ve padişahları uyardıkları bir yaklaşımdır. İkincisinin ise, Osmanlı aydınlarının özellikle yurt dışında iken yayınladıkları düşünceleri içinde belirgin bir yer tutmadığını gözlemliyoruz. Oysa, biraz önce İngiliz parlamento tutanaklarından yaptığım alıntılarda görüldüğü üzere ciddi ve ağır eleştiriler yer almaktadır. Benzerlerine biraz sonra alıntı yapacağım tutanaklarda da şahit olacağız. Ancak Suavi, bu ilkeyi, Muhbir’in Avrupa’da yayınlanma nedenleri arasında saymış olması çok önemldir. Muhbir’de yayınlanan yazıların listesine bakıldığında bu anlayışa uygun yazılarının da olduğu gözlemlenecektir[72]. Suavi’nin yazdığı yazılardan birisinin içeriği de, “Diyalog tarzında Osmanlıların kendi haklarına sahip çıkmasına yöneliktir.” Dolayısı ile Suavi’nin bu konuyu yayın politikasına dahil etmesi önemli ve saygın bir yeniliktir. Üçüncü ilke ise, yönetimin vatandaşa hesap verebilmesini vurgulamaktadır ki, ilerideki diğer alıntılarda da göreceği üzere Osmanlı Devleti için parlamenter bir yapı önermekte ve savunmaktadır. Bu ilkeler 1868 yılında ortaya konulmuştur.
Suavi’nin Paris’te 1869 yılında yayınladığı diğer gazetenin adının Ulum (bilimler) olması da, onun pozitif bilimler ve düşüncelerle Osmanlı toplumunun aydınlanmasına sunduğu diğer önemli çalışmasıdır. Ulum, aslında bir gazete olmaktan çok 64 sayfalık kitapçıklardan oluşan bir seridir. Bu kitapçıklarda işlenen konulara İsmail Doğan’ın son notta yer alan kitabının 265-273 üncü sayfalarından ulaşılabilir.
Muhbir gazetesinin 22 inci sayısında, “Meşveret Meclisi Olmadan Devlet Yaşayamaz” başlığı altında Meclis’in hatta Senato ile birlikte Meclis’in ülkenin varlığını sürdürebilmesi, zafiyetlerinin ortadan kalkması ve yönetenlerin seçmene hesap vermesi bakımından sağlayacağı yararlar işlenmiştir. Seçmenin bu meclisler aracılığı ile Bakanlar sual sorabilecekleri ve yanıt alabileceklerine ilişkin örnekler de vermiştir. Parlamenter rejimin mevcut Osmanlı yönetim tarzına üstünlüğünü şu şekilde ifade etmiştir. “Bir devletin otuz kırk milyonluk halkının hayat ve mematı (ölümü) üç dört kimsenin elinde olmaktan ise birkaç yüz kişiden mürekkep (oluşan) ve azası (üyeleri) her sınıf topluluğun görüşlerinden mürekkep (birleşen, oluşan) bir heyetin elinde olmak daha tercih edilir, akla daha uygundur. Çünkü üç dört kişinin kötü yönetimleri ile devlete ve millete zararlar isabet etmesi emr-i tabii (doğal) olmasına mukabil (karşılık) birkaç yüz kişinin birden bu hataya düşmeyeceği açıktır.[73]”
Suavi yaygın bir konu yelpazesi içinde ele aldığı konulardan birisi de Osmanlı Devletinin dış borçlarıdır. “Birkaç kişi borçlanıyor, namına millet borcudur deniliyor. Milletin borcu ise, millet bu borcun maksadını bir kerecik görmedi. Eğer millet bu derece borçları ettiyse hani milletin buna karşı sermayesi? Elhasıl (sözün kısası) maliyeyi bugün bu hale sokan zararların biri de işte bu istikrazlardır (borçlardır).[74]”
Suavi de Osmanlıcanın Arap harfleri ile yazılmasının ortaya çıkardığı sorunlar üzerinde durmuş ve sesli harflerle desteklenmesinin özellikle okuldaki öğrenime önemli katkıda bulunacağını savunmuştur.
Suavi, Osmanlı eğitim sisteminin, içeriğinin çağın çok gerisinde kaldığını da vurgulamıştır. Bunu anlatabilmek için de Müslüman olmayan Osmanlı uyruğu toplumların kendi çocuklarına vermeye özen gösterdikleri eğitimin niteliğinden açık örnekler vermiştir. 1870 yılında yayınladığı “Ermenilerde ulum ve maarif” başlıklı yazısında, “(Ermeni okulları) İslâm’ın devlet nezareti altında bulunan rüştiye mekteplerinden (ortaokullarından) daha ziyade mükemmeldir. Edebiyat, ulum ve eski Ermenice ve bir de lisan-ı ecnebi (yabancı dil) ki ekseriya (çoğunlukla) Fransız lisanı (dili) talim olunur (öğretilir).[75]” Suavi Ermenilerin 1840-1866 yılları arasında 46 okul açtıklarına değindikten başka Galata’daki okulun da darül-fünun gibi düzenlenmesinin düşünüldüğüne de değinmektedir[76].
Suavi’nin özellikle güncelliğini yitirmemiş ve Osmanlı Devletinin çöküşünü anlamaya ışık tutan yazılarının güncel dilimizde yeniden yayınlanması genç kuşaklar için olduğu kadar politikacıları açısından da çok yararlı olacağını düşünüyorum.
Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu durum konusunda görüşlerini 1867 yılında kaleme alan diğer bir Osmanlı düşünürü de Mustafa Fazıl Paşadır. 7 Mart 1867 günü Fransa’da Liberté gazetesinde Fransızca olarak yayınlanan açık mektubunda Osmanlı Devleti’nin giderilmesi gerek zafiyetleri konusunda belirtmiş olduğu hususlardan birkaçını okurlarla paylaşmak isterim.
“Padişah sarayına en güç giren şey doğruluktur. Onların çevresini sarmış bulunan kimseler, doğruluğu kendilerinden bile saklarlar. Çünkü bunlar, gözlerini olanca hırsları ile diktikleri hükmetme ve hükümette bulunma lezzeti içinde ve bunun tam ortasında yaşadıklarından, halkın çekmekte olduğu türlü sıkıntıları, eziyetleri yine o halkın tembelliğinin sonucudur şeklinde yorumlarlar.[77]”
“Avrupalılar zannediyorlar ki Türkiye’de zulüm gören ve bela çeken, her fırsatta ve her şekilde hakarete uğratılanlar, sadece Hıristiyan asıllı milletlerdir. Halbuki durum hiç de öyle değildir. Müslümanlar ki -yabancı devletlerden hiçbirisi onları korumayı akıllarına bile getirmezler- bunlar Müslüman olmayan öteki milletlerden çok daha fazla ezilip harap olmuşlardır.[78]”
“Belki yakın bir zamanda göreceğimiz, geleceğin kötü gelişmeleri konusunda beni en çok korkutan şey –birçok esir milletlerde olduğu gibi- Osmanlılarda da belirtilerini göstermeye başlayan ahlak düşkünlüğüdür ki, bu her gün daha fazla artmakta, derinleşmekte ve yayılmaktadır. … dört yüz sene evvel, babalarımızın, … tarihte böylesine şanlı fetihlere nail olmaları, sadece din gayretinden ileri gelmemiştir. Belki, din gayreti ve askerlikteki üstün cesaretleri onların milli ahlaklarının bir ışık gibi yansımasından başka bir şey değildi. Evet, onlar, kendilerini yöneten amirlerine ve subaylara itaatli idiler; lakin bu itaat, kendileri tarafından, kendi istekleriyle belirlenmiş ve kabul olunmuş bir serbestlik içinde ve özgürlük temeline dayalı olduğu için her birinin kalbi ve aklı alabildiğine hürriyet havası içindeydi.[79]”
“Türkiye’de bir kamuoyu, halkta ortak bir duygu ve fikir birliği bulunmadığı için, birçok küçük memurlar, yolsuz tutum ve davranışlarından dolayı hiçbir zaman sorumlu tutulmazlar. … Sizin halkınız iki kısımdır; bunlardan bir kısmı zalimlerdir ki, hiçbir engelle karşılaşmadan akıllarına gelen zulmü yaparlar. Bir kısmı da mazlumlar, yani zulüm görenlerdir ki daima kötülük altında ezilirler. Birinci kısımdakiler sizin taşımakta olduğunuz büyük ve sonsuz güçten yararlanarak yapılmaması gereken her şeyi yapmaya cesaret ederler; ikinci kısımdakiler bu zalimlerin zulümleri altında ezile ezile, ister istemez, iyi ahlaktan uzaklaşırlar. Çünkü bu mazlumlar, o zalimlerin istedikleri her şeyi yapmalarını artık kanıksamışlardır. Eğer, onları sizin yüce katınıza şikayet etmeye kalkışacak olsalar, kendilerine derhal asi ve edepsiz damgası vurulacaktır.[80]”
“Avrupa’da bütün hükümetler aynı zamanda halklarının eğitimiyle de meşguldürler. Bu konuda orta derecedeki devletler bile büyük çabalar gösterirler. … İsviçre, … ahalisi içinde, okuma yazma bilmeyen tek bir adam bile bulmak güçtür. İngiltere devleti ki, kendisini idare etmekte olan hükümet, … şu son yirmi beş yıldan bu yana, halkına onları eğitecek ve işe yarar hale getirecek bilgiler kazandırmak konusunda büyük gayretler gösterdi. Prusya’nın, Sadova muharebesini kazanışının en büyük sebebi, Prusya halkının Avusturya halkından daha bilgili oluşudur. … Padişahım; ya hiçbir işe yaramaksızın öylece bomboş kalıp duracak, yahut da, oraya devama ancak beş on tembel ve hakir çocuktan başka kimsenin rağbet etmeyeceği, bir takım kalitesiz okulları yer yer çoğaltma işinin ülkenizde ilmi yaymaya yararlı bir yol olduğunu sanacak ve buna inanacak mısınız?[81]”
“Ancak, padişahım siz … benden çok daha iyi bilirsiniz ki din ve mezhep, ancak, insanın manevi yapısına hükmeder ve biz insanlara sadece ahretin nimetlerini vaat eder. Yani, şunu demek isterim ki, milletlerin haklarını belirleyen ve sınırlayan din ve mezhep değildir. Din, sadece, ezeli gerçekler ve onların yargıları olarak kalmazsa, yani dünya işlerine de müdahale ederse, fayda yerine zarar getirir; herkesi telef eder, sonunda kendisi de telef olur. … Hıristiyan’ın ve Müslüman’ın başka başka dünya anlayışı yoktur; çünkü, adalet denilen şey yeryüzünde yalnız bir tanedir ve tekdir. Politika, devlet yönetimi dediğimiz şey ise, sadece, gerçek adalettir.[82]”
Bu birkaç alıntı genel bir fikir verse de, aslında okurlara, zaman ayırıp tamamı 24 sayfa olan bu açık mektubu baştan sona okumalarını öneririm. Mektubun tam metnine, Teber’in son notlarda yer alan kitabından veya İktisat, İşletme ve Finans Dergisi’nin Ekim 1996 ayına ait 127 inci sayısından ulaşılabilir.
Keçecizade Fuad Paşa (1814-1869) Osmanlı Devletinin önde gelen devlet adamlarından ve aydınlardan birisidir. Dört defa Dışişleri Bakanı ve bir defa da Sadrazamlık görevlerinde bulunmuştur. Tedavi için gittiği Fransa’nın Nice kentinde “Siyasi Vasiyetname”sini yazmıştır. Vasiyetin ilk sayfasına Fuad Paşa 3 Ocak 1869 tarihini koymuştur. Vasiyetnamenin kendisi tarafından yazılıp yazılmadığı tartışılmışsa da, içeriğinin Fuad Paşanın düşünceleri ile tam örtüştüğü kabul edilmektedir. Vasiyetnamenin günümüz Türkçesi ile çok geniş bir özeti Cengiz Özakıncı tarafından Bütün Dünya Dergisi’nin Eylül 2011 sayısında yayınlanmıştır. Bu yazıya, diğer alıntı yaptığım Osmanlı aydınlarının düşüncelerini tamamlayacak birkaç alıntı yapmakla yetineceğim.
“Majesteleri, önemli ve üzücü büyük bir gerçeği tam olarak anlamaya çaba göstermelisiniz; Osmanlı İmparatorluğu tehlikededir. Komşularımızın hızla gelişmesi, atalarımızın inanılmaz hataları, bizi günümüzde son derece kritik bir konuma getirmiştir, korkunç bir felaketi önleyebilmek için, Majesteleri geçmişle ilgiyi keserek, halkınıza yeni hedeflere doğru rehberlik etmelisiniz.[83]”
“Siyasi ve sivil tüm kurumlarımızı değiştirmek zorundayız. Geçmiş dönemlerde yararlı olan birçok yasa, mevcut halleriyle, günümüz toplumu için zararlı hale gelmiştir.[84]”
Fuad Paşa, Osmanlı Devletinin ilişkide bulunduğu devletler için kısa kısa görüşlerini yazdıktan sonra Yunanistan ile ilgili olarak da şu hususları kaydetmiştir. “Kendi başına ele alındığında önemsiz bir ülke olan Yunanistan’ı da unutmamak gerekir, zira düşmanımız olan bir ülkenin elinde rahatsız eden bir araca dönüşebilir. Avrupalı ozanlar, bu krallık kurulduğunda, son iki bin yıldır ölü olan bir ulusu hayata döndürebileceklerini düşündüler. Homer ve Aristoteles’in ülkesini canlandıralım derken, sadece entrika, anarşi ve eşkıyalık odağı yaratmayı başarabildiler. Bab-ı Ali Rumlar arasından bazı yetenekli memurlar bulabilir, ancak Helen ırkı ruhu daima bizim davamıza düşman olacaktır. … Bizim izleyeceğimiz politika, Rumları, ülkemizin diğer Hıristiyan uyruklarından olabildiğince soyutlamak olmalıdır. Bulgarları, Rusya’nın veya Roma Kilisesi’nin kucağına atmadan, Rum Kilisesinin etkisi dışında tutmak son derece önemlidir. Bab-ı Ali, Ermenilerin Ortodoks Kilisesi ile birleşmesi için yürütülen entrikalara asla izin vermemelidir. Hıristiyan inaçlı uyruklularımızı ruhban etkisinden kurtararak, insanların bir arada uyum içinde yaşaması için çok iyi düşünülmüş felsefi anlayışa özendirmek belki daha akıllıca olur. Ancak hemen eklemeliyim ki, bizim için kuşkusuz en uygun politika, Devleti her halükarda, bütün dinsel sorunların üstünde tutmak olmalıdır. İç politikamızda, bütün çabamız tek bir amaca, ülkemizdeki farklı ırkları bir potada eritebilmeye yönelik olmalıdır. Bu bir potada erimek gerçekleşmediği taktirde, imparatorluğumuzun varlığını sürdürebilmesi bana imkansız görünmektedir.[85]” Fuad Paşa, lâik sözcüğünü kullanmaksızın Padişaha, Devletin varlığını koruyabilmesi ve uyruklarının bir arada ve barış içinde yaşatabilmesi için lâik bir Devlet yapılanmasını önermektedir.
“Modern devletlerin Anayasalarında sürekli varlığını koruyan tek kuram, büyük kitleleri bir arada toplayabilmektir. Dolayısıyla, bizim devletimizi çöküşten koruyabilecek tek araç, ülkemizdeki farklı bütün unsurları ırk ve inanç farkı gözetmeden kucaklayacak kapsamlı ve sağlam bir yapıda yeniden inşa etmektir. İşte bu noktada biraz zor ve ciddi bir konu karşımıza çıkmaktadır. Hıristiyan halklarımız aniden uyruk olmaktan kurtuldukları anlayışı ile, eski efendilerinin yerine geçmeye çok arzulu görünüyorlar. Özellikle Ermeniler saldırgan bir tutum izlemekte, onların bu davranışlarını yumuşatabilmek için, kamu görevlerini, sadece İmparatorluğumuzun birleştirici ilkelerine samimi olarak kabul etmiş olanlara açmalıyız. Bütün Hıristiyan halklarımızın, genel olarak biri manevi, diğeri de politik olmak üzere iki belirgin inancı vardır. Manevi inançları konusu, Devletimizi hiç ilgilendirmemeli, ancak, diğer taraftan politik inançları ile ilgili her husus yakından izlenmelidir, bu ikinci inanç genellikle varlığımızla uyumlu olmayan anlayışları içerir.[86]”
“Bizim için tarif edilemez önem taşıyan diğer bir konu vardır ki, bu husus sosyal gelişmenin tek temeli, maddi ve manevi her büyüklüğün sürekliliğini sağlayan kaynak olan, kamu eğitimidir. Ordu, donanma ve kamu yönetimi hep bunun kapsamındadır. Bu temel unsurdan yoksun kalındığında, kendimiz için ne güç, ne bağımsızlık, ne yönetebilme ne de bir gelecek göremiyorum. Dinimizin son derece eğitici özüne rağmen, eğitim ülkemizde birçok nedenle çok geri kaldı. Sayısız medreselerimiz ve onların faydasızca harcadıkları değerli kaynaklar, elimize milli eğitimde büyük atılımlar yapmak için gerekli malzemeyi vermektedir.[87]”
Âli Paşa (1815-1871) da nitelikleri bakımından Osmanlı Devleti’nin önde gelen sadrazamlarından birisidir. Toplamda sekiz yılı aşkın sürede beş kez Sadrazamlık yapmıştır. Bunlardan en uzun süreli olanı 1867-1871 arasındaki dönemdir. 1871 yılında ölümünden önce “Siyasi Vasiyetnamesini” yazmıştır. Vasiyetnamesinde Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu sorunları açıkça tanımlamış ve bu zafiyetlerin giderilmesinin Devletin varlığını sürdürebilmesi bakımından çok önemli olduğunu vurgulamıştır. Tamamının okunmasında fayda gördüğüm bu Vasiyetnameden de birkaç alıntıyı okurların bilgisine sunmak isterim.
“Memleketimize göz dikenler aralarında anlaşamıyorlardı. Bazıları topraklarımızı fethetmek istiyordu. Diğerleri ise, tek gayeleri kaynaklarımızı istismar etmek olduğundan, buna mani olmak için aralarında ittifaklar yapmak yoluna gidiyorlardı.[88]”
“Hükümet ehliyetsiz memurların elindeydi. Askerimiz çok, fakat ordumuz yoktu. … bir ilim haline gelen silahlanmanın ve askeri stratejinin kahramanlık ve cesaretin yerini aldığı bir zamanda asker yetiştirmek için elimizde hiçbir imkan yoktu. … Eyaletlerimizle süratle haberleşmeyi sağlayabilecek imkânlardan da mahrumduk.[89]”
“Dışarı ile münasebetlerimizin yüzde doksanını iç işlerimize müteallik olduğu görülecektir. … En basit meseleler için sefirden kavasa kadar herkes en lüzumsuz işler için harekete geçmektedir.[90]”
“Hatamız kısmen de idare sistemimizin kifayetsizliğinden ileri gelmektedir. Hiyerarşimiz olmadığı gibi memurlarımızı hazırlayacak bir staj sistemimiz de mevcut değildir. Herhangi bir kimse gereken dereceleri atlayarak veya çabucak aşarak sadrazamlık mevkiine bile ulaşabilir. Kaderin bir cilvesiyle bir şahıs gece kâtip olarak yatıp sabahleyin sadrazam olarak kalkabilir. … Belirli bir mevkie gelir gelmez, memurun tek arzusu daha da yükselmek ve kendi kabiliyetsizliğini ve cehaletini hesaba katmadan memleketin kaderini tayin edecek mevkilere gelmek oluyor. … Bu apaçık bir tehlikedir.[91]”
“Çeşitli tebaalar (uyruklar) arasında menfaat ayrılıkları bizi parçalanmaya sevk edebilir. Devlet tahsil ve terbiye yoluyla bunların menfaatlerini kaynaştırmaya ve memleketin parçalanmasını önlemeye çalışmalıdır. İnsanlar refah ve emniyet isterler; vatan her iki ihtiyacın temin edildiği yerdir. Sultanımız, memlekette dini cemaat altında çeşitli ırklar yaşamaktadır. Her cemaat ayrı bir bütünlük, ayrı bir dil, ayrı bir adet, ayrı bir arzu demektir. Bu cemaatler beklenmedik bir gelişme göstermektedirler. Onlara imtiyazlar ve dokunulmazlıklar verilmiştir. … İstifade ettikleri imtiyazlar adaletsizlik yaratmaktadır.[92]”
“Evet, Sultanım, memurların çoğu ne kafi derecede maaş ne de emeğinin karşılığını alıyor. Esefle söyleyelim ki bunlar en sadık ve en çalışkan memurlardır. Yalnız dalkavukluk edenler göze girmektedir. Buna bizde memlekete hizmet etmek deniyor. Bu yüzden ehil kimseler memurluktan kaçıp daha verimli ve daha onurlu geçim yolları arıyorlar. Bu şartlar altında Devletimizin Hükümeti memur kadrosunu ehliyetsizlerle doldurmak zorunda kalıyor. Bu memurların tek amacı ise ammenin menfaati pahasına sadece kendi mali menfaatlerini düşünmektir.[93]”
Âli Paşanın memur maaşları ile ilgili açıklamalarını tamamlar nitelikte bir saptama da McCarthy’nin kitabında yer almaktadır. Memur maaşları, değeri sürekli düşen kaime ile ödendiğinden, kolluk kuvvetlerinin yarısının görevini terk ettiği belirtilmekte ve Erzurum Vilayetinde görevli askerlerin maaşlarını dört yıldan beri alamadığı da çeşitli kaynaklara atfen ifade edilmektedir[94].
Yukarıda çok özet olarak alıntıladığım önde gelen Osmanlı Devlet adamları ile aydınlarının gözlemleri, uyarıları ve önerileri son derece önemli ve yaşamsal nitelikteydi. Dikkat edilirse bu önerileri dile getirenlerin hemen tamamı 1850-1870 döneminde en verimli çağlarını yaşadılar ve görev başında bulundular. Ancak onların dile getirmedikleri önemli bir başka husus ise, Osmanlı Devletini yöneten padişahların çok büyük bölümü özellikle sanayi devrimi sonrası dünyanın gerçeklerini ve gereklerini tam olarak görebilecek, anlayabilecek eğitim ve bilgi birikiminden yoksun oluşuydu. Bunun nedeni, onların da medrese geleneğinden gelen eğitim sisteminin etkilerinde olmaları idi. Ayrıca, tüm öneriler, 1789 Fransız ve 1848 İhtilalleri ile özgürlük, adalet ve eşitlik duyguları yanında ulusçuluk akımlarının güçlendiği dönemde yapılmış ve aslında çok geç kalınmıştı.
Öneride bulunan devlet adamları ve aydınların, Ali Suavi hariç, üzerinde pek durmadıkları en büyük engeller ise adli ve ekonomik kapitülasyonlar ile ekonomik ve sosyal gelişmede kullanılmayan dış borçların etkileridir.
Osmanlı Devletinin ekonomik durumu
Osmanlı Devleti’nde Kanuni Sultan Süleyman döneminde başlayan kapitülasyonlar, her padişah tarafından yenilenerek sürdürüldü, hatta kapsamları genişletilerek yıkıcı hale getirildi. Bu durum, 1838 yılında İngiltere ile yapılan ve Balta Limanı antlaşması olarak bilinen belge ile İngiliz gemilerine, tüccarlarına tanınan ve kısa sürede tüm diğer devletlere de verilen ayrıcalıklarla zirve noktasına ulaştı.
Bu ve diğer kapitülasyon anlaşmaları çerçevesinde Osmanlı Devletindeki imal edilen malların, ithal malları ile rekabet edebilme olanağı kalmadığı için kıyılardan başlayıp iç bölgelere değin çalışan üretim atölyeleri yavaş yavaş kapanmak durumunda kalmıştır. Aynı şekilde bu antlaşmalar, Osmanlı topraklarında bulunan yabancı ülke uyrukluları ile bu devletlerin himayesini kabul etmiş olanların yargılanması konusunda da ilgili devletlere önemli ayrıcalık tanımıştır.
ABD’nin Osmanlı Devletindeki Büyükelçiliğinde katip ve Maslahatgüzar olarak görev yapmış olan Philip Marshall Brown, 1914 yılında yayınladığı kitabının önsözünde kapitülasyonlar için şu saptamayı yapmıştır. “Osmanlı Devletindeki yabancıların hak ve ayrıcalıkları çok kapsamlı ve anormal nitelikteydi. Sıra dışı Kapitülasyon rejiminde Türkler, ülkelerinde yaşayan yabancıların sahip olduğu hukuki haklarla karşılaştırıldığında çok sınırlı haklara sahip bulunuyordu. Bu düzenlemelerin sonucunda, ayrıcalıklı konumdaki yabancılarda rahatsız edici üstünlük, kendilerini aşağılanmış hisseden Türklerde kızgın husumet duygularının oluşması sürekli ve çok sıkıcı diplomatik tartışmalara neden olmuştur.[95]”
Kırım Savaşı öncesinde esasen mali durumu bozuk olan Osmanlı Devleti, bu savaşın yol açtığı 17 milyon sterlin olarak tahmin edilen[96] yükü de karşılamak üzere dışarıdan borçlanmaya başlamıştır.
1854 yılında yapılan ilk borçlanma miktarı 3 milyon sterlin olmasına karşılık, borç senetlerinin satışa yüzde 80 değeri üzerinden elde edilen fon miktarı 2,640,000 sterlin olmasına karşılık, ödenen komisyon ve masraflar sonrasında Osmanlı Devleti’nin eline 2,286,285 sterlin geçebilmiştir. Ele geçen nakit, borçlanılan miktarın (2,286,285/3,000,000=)yüzde 76.2 sidir. Bu borcun geri ödenebilmesi için Mısır Eyaletinin cizye (Müslüman olmayanlardan alınan bir çeşit vergi) gelirleri güvence olarak gösterilmiştir[97]. Osmanlı Devleti’nin izleyen borçlanmalarında ele geçen miktarlar giderek daha azalmıştır. Bu konuda bir örnek vermekle yetineceğim.
1860 yılında, Fransa’da 400 milyon Fransız Frangı tutarında bir borçlanma gerçekleştirilmiştir. Borçlanma koşullarına göre tahviller üzerinde yazılı değerin yüzde 53.75 i üzerinden piyasaya sürülmüştür. Buna göre Osmanlı Devletinin eline 215 milyon Frank geçmesi gerekirken, komisyon, peşin faiz, itfa karşılığı gibi çeşitli giderler adı altında 51 milyon Frank kesinti yapıldığı için ancak 164 milyon frank geçebilmiştir. Diğer bir deyişle faiz ve anapara ödemesi yapacağı 400 milyon Frank karşılığında sadece 164 milyon Frank ve borcunun (164/400=) yüzde 41 ini nakden alınabilmiştir.
Osmanlı Devleti’nin 1854-1875 döneminde ödenecek toplam iç ve dış borç stokunun 238,597,762 Osmanlı altın lirasına ulaştığı ve eline toplamda 129,980,220 Osmanlı altın lirası geçebildiği noktada, Devlet, 6 Ekim 1875 günü borç anapara taksitlerinin ve faizinin ancak yarısının nakden ödeneceğini Muharrem Kararnamesi ile, bir anlamda iflas ettiğini açıklamıştır[98]. Uzunca bir süreçten sonra da, 20 Aralık 1881 günü de Duyun-u Umumiye İdaresi kurulmuştur.
Osmanlı dış borçları konusunda daha fazla bilgi edinmek isteyen okurlara, Dr. Biltekin Özdemir’in son notta yer alan kitabını öneririm. Kitaba internet ortamında da pdf olarak erişilebilmektedir. Osmanlı Borçları konusunda okurlara önereceğim diğer bir kaynak da Dr. Mahfi Eğilmez’in “Kendime Yazılar” başlıklı bloğudur. Eğilmez’in son notta yer verdiğim üç yazısının özellikle okunmasını öneririm[99].
Bu bölümü tamamlamadan önce, ABD Dış İşleri Bakanlığı’nda ekonomik konularda danışmanlık görevinde de bulunmuş olan Herbert Feis’in “Avrupa Dünya’nın Bankeri 1870-1914” başlıklı kitabından kısa bir alıntı yapmak istiyorum. Herbert Feis, anılan kitabında, Osmanlı Devleti’nin dış borçlanmasına ilişkin şu ilginç bilgiyi vermiştir; “Fransız Hükümeti (Osmanlı Devleti’ne borç vermede ve yatırım yapmada) değişmez bir politika oluşturmanın son derece zor hatta imkânsız olduğunu görüyordu. Her olay ortaya çıktığında, sadece yatırımcıların farklı çıkarları ve Fransa’nın Türkiye’deki politik emellerini değil, aynı zamanda Rus müttefikinin isteklerini ve onun Balkanlardaki amaç ve tutumunu da göz önünde almak durumundaydı. … [100]”
1875-1876 Yıllarında Osmanlı Devletinde önemli Siyasi Olaylar
1875 yılında Bosna-Hersek’te isyan çıkmıştı. Avrupa Devletleri bazı reformlar yapılması isteğinde bulundular.
30 Mayıs 1876 günü Sultan Abdülaziz tahttan indirildi ve yerine V. Murat getirildi. V. Murat’ın hastalıklı kişiliği nedeni ile O da 30 Ağustos 1876 günü tahttan indirildi ve tahta II. Abdülhamit çıkarıldı.
Buraya kadar sunduğum özet bilgilerin ışığında şimdi de Bulgar isyanına kısaca değinmek istiyorum.
Nisan 1876 Bulgar Ayaklanması
Konuyu incelemeye Halil İnalcık’ın doktora tezinden bir alıntı ile başlamak istiyorum. “Fener muhitinde, Eflak-Buğdan’da yahut büyük Rus şehirlerinde ticaretle zenginleşmiş ve mühim mevkilere çıkmış Rumlar arasında eski Bizans İmparatorluğu’nu ihya etmek (canlandırmak) emelleri, daha 18 inci asırda kuvvetle meydana çıkmıştı. Bunlar, bu maksatla, Balkanlar’daki diğer kavimleri Rumlaştırmak için her türlü vasıtaya başvurmakta tereddüt (duraksama) göstermediler. Osmanlı Devleti’nin Rum Patrikine tanıdığı geniş dini ve idari salahiyetler (yetkiler), bazı devlet görevlerine de atanan Rumların İmparatorluk içindeki imtiyazlı (ayrıcalıklı) durumu kültür seviyeleri itibariyle yüksek olmaları, hemen bütün Bulgaristan ticaretini ellerine geçirmiş bulunmaları, bu Rumlaştırma işinde kendilerine büyük imkânlar vermekte idi. … İstanbul Patriki, 1800 tarihlerinde metropolitlere gönderdiği başka bir tamimle de (genelge) Bulgar Kilise mekteplerinin kapatılmasını, kiliselerde yalnız Yunanca yazılmış din kitaplarının okunmasını, keza mekteplerde münhasıran (yalnız) Yunanca kitapların tedrisini emretmekte idi… Rum papazı Hilaryon, Tırnova katedralinin mihrabı arkasında bulduğu eski Bulgar patriklerine ait kütüphaneyi merasimle yaktırmıştı. Bulgar dili ile ayin yapmak, vaizde bulunmak artık yasaktı. …[101]”
Bu noktada, Fuat Paşa’nın vasiyetnamesinde yaptığı uyarılar arasında yer alan ve yukarıda alıntıladıklarımın içinde de bulunan bir hususa burada da yenilemek isterim, “Bulgarları, Rusya’nın veya Roma Kilisesi’nin kucağına atmadan, Rum Kilisesinin etkisi dışında tutmak son derece önemlidir.”
Bulgar gönüllüleri, Rus Çarlığının Balkanlarda yaptığı 1806-1829 arasındaki savaşlarda ve 1853 Kırım savaşında da Rus ordularında görev yapmışlardır[102]. Bulgarlar, Osmanlı Devletinin Bosna’daki sorunlarla meşgul olması, mali açıdan iflas etmiş olmasını fırsat bilerek dört kasabada 2 Mayıs 1876 günü ayaklanma başlattılar[103]. Ayaklanmanın başlatıldığı günlerde, isyancıların yaklaşık 1,000 Müslüman köylüyü öldürdükleri de aynı kaynakta belirtilmektedir. Osmanlı yönetiminin Sırp isyanını bastırmaya çalışması nedeniyle, Bulgaristan’da ayaklanmanın başlatıldığı kasabalara askeri birlik göndermekte zorlandığı için, ayaklanma bölgedeki diğer kasaba ve köylere de yayılmaya başladı. Bunun üzerine bölgedeki yönetim, Ordu birliklerinin gelmesine değin, Rusya’nın Kafkasya’dan zorunlu göçe zorladığı Çerkezlerden Bulgaristan’da yerleştirilmiş olanlar ile Müslüman köylülere silah dağıtarak kendilerini korumalarını sağlama yoluna gitmiştir. Yerelde oluşturulan ve “başıbozuk” olarak tanımlanan bu grupların, isyancılara karşı direnebilmeyi başardıktan sonra, isyancılar üzerinde baskı sağladıkları ve yeterince denetlenemedikleri için isyancıları öldürmeye başladıkları da ileri sürülmüştür. Bulgar isyancıların, Çerkezlerin yerleşik olduğu köylere baskın yapıp yaktıkları ve kadınlara karşı şiddet uyguladıkları da belirtilmektedir[104]. Düzenli askeri birliklerin bölgeye gelmesinden sonra, isyanın bastırılmasında şiddet uygulandığı ve bu bağlamda Şevket Paşa’nın birliklerinin 1,300 nüfuslu Boyacık kasabasında 186 kişiyi öldürdükleri ileri sürülmektedir[105]. Şevket Paşa, başıbozukların silahtan arındırılması ve işledikleri suçlar nedeni ile cezalandırılmaları konusunda da gerekli uygulamaları yapmıştır. Bu bağlamda bir Hıristiyan köyünü yağmalayanları hapse attırıp, suçlulardan beşini köy meydanında idam ettirip, 65 ini de falakaya çektiği de kaydedilmektedir. Osmanlı düzenli birlikleri ile kolluk kuvvetleri bu cezalandırma işleri yanında, Bulgar köylerinin yağmalanmasını önlediği gibi, Bulgar köylülerinin kendilerini koruyabilmeleri için silah dağıttığı ve suçlu görülenlerin diğer bölgelerde de idam edildiği ifade edilmektedir[106]. Bulgar isyanı bastırıldığında ölenler konusunda farklı rakamlar ileri sürülmüştür. Farklı kaynaklarda, ölen Bulgarların sayıları 3,000-12,000 arasında değişmekte ve ölen Müslümanların sayısının da 1,000 den fazla olduğu ileri sürülmektedir[107].
Bulgar isyanı sonrasında Rusya’nın Osmanlı Devletine savaş ilan etmesini daha sonra ele almak üzere, şimdi de Bulgar isyanı konusunda İngiliz Parlamentosunda yer alan görüşmelere ve İngiltere’de atılan politik adımlara kısaca göz atmak istiyorum.
İngiliz Parlamentosu’nda Bulgaristan İsyanı Görüşmeleri
Bulgar isyanı ile ilgili İngiliz Parlamento zabıtlarını incelemek için Şubat 1876-Şubat 1877 döneminde Osmanlı Devleti ile ilgili görüşmelerin tutanaklarını indirdim. Bunların boyutu yaklaşık 350-360 A4 sayfadır. Anılan tutanaklarda, Bulgar isyanları yanında, Sırp ve Bosna-Hersek isyanları, Sırp ordusundaki Rus subayları, Sırbistan’daki Yahudi ve Ermenilerin hakları, Doğu sorunu, Osmanlı borçları, Abdülaziz’in tahtan indirilmesi sırasında yaşanan olaylar, Selanik’te öldürülen konsoloslar konusu, Beşika Körfezi’ne gönderilen donanma, Çerkezlerin iskânı, Osmanlı donanmasında görevlendirilen İngiliz subayları, Berlin memorandumu ve Türklerin Avrupa’dan atılması gibi konular da görüşülmesi de yer almaktadır. Söz konusu 350-360 sayfanın yarısına yakını Bulgar isyanı ile ilgilidir. Dolayısı ile buraya yapacağım alıntılar son derece sınırlı ve önemli gördüklerim olacaktır.
Bulgar isyanı 2 Mayıs günü başlatılmış olmasına rağmen, İngiliz Avam Kamarasında bu konuda ilk görüşme 26 Haziran 1876 günü yapılmıştır. Avam Kamarası üyesi W. E. Forster, önceden Başbakanı bilgilendirdiği, Daily News gazetesinde yayınlanan bir mektupta, Osmanlı birliklerinin Bulgaristan’da yaptıkları ileri sürülen kötülükler konusunda gözlemlerini açıklamak istediğini belirtmiştir. Adı geçen üye, haberde ayrıntıları verilen, Osmanlı başıbozuk birliklerinin, isyana karışmamış birçok köydeki erkek, kadın ve çocuklardan oluşan halkı öldürdükleri ve bu eylemler sırasında bir paşanın da adının geçtiğini ifade etmiştir. Adı geçen, Hükümet’ten, Osmanlı Devletindeki durum hakkında doğru bilgi edinebilmek bakımından, ileri sürülen bu iddialar doğru mu, yalan mı olduğunun açıklanmasını talep etmiştir[108].
Başbakan Disraeli, “soru sahibinin açıklamalarını haklı kılacak bir bilgiye sahip olmadıklarını, bir süre önce Bulgaristan’da olaylar ilk başladığında, sınır ötesinden Bulgaristan’a gelen yabancıların inanç ve ırk ayırımı gözetmeksizin köyleri yakmaya başladıklarını, o sıralarda Osmanlı Devleti’nin bu bölgede ordu birliklerinin bulunmadığını ve halkın kendisini korumak zorunda kaldığını belirtmiştir. Başbakan açıklamalarına devamla, başıbozuk ve Çerkez olarak tanımlananların bölgeye yerleştirilmiş ve orada yaşamlarını sürdüren insanlar olduklarını, eğer yaşanan olayların savaş olduğundan en ufak şüphem yok ve savaş demek gerekirse, işgalciler ile başıbozuk ve Çerkezler arasındaki çatışmalar büyük bir vahşet içinde yaşanmıştır. … Bu duruma ilişkin bilgileri, Sir Henry Elliot Mayıs ayında öğrendiğinde, Bab-ı Ali ile temas etmiş ve Bulgaristan’daki durumu düzeltmek için askeri birlikler sevk edilmiş, başıbozuklar ve Çerkezlerin tutuklanmaları da dahil gerekli önlemler alınmıştır. Kısa sürede Bulgaristan’daki olaylar son bulmuştur. Sayın üyenin sorusuna vereceğim bilgi budur, tekrarlamak isterim ki, zaman zaman aldığımız bilgiler, adı geçen gazetedeki yazılanları doğrulamamaktadır.[109]”
26 Haziran günü aynı gazetenin bilgileri daha da ayrıntılı olarak, Lordlar Kamarasında Argyll Dükü tarafından da gündeme getirilmiştir. Başbakan Disraeli, Avam Kamarasında açıkladıklarına ek şu bilgileri vermiştir. “Sayın Dükün alıntı yaptığı gazetenin saygınlığı konusunda bir şey söylemeye gerek duymuyorum. … ülkemizdeki gazeteciler, muhtemelen, muhabirlerinden kendilerine o kadar uzaktan ve o koşullar altında ulaşan söylemleri doğrulayamazlar. Lordlarım, olayın doğası gereği aksini kanıtlamam da mümkün değildir, şunu söyleyebilirim, bana ulaşan raporlar, sayın Dükün alıntı yaptığı bilgileri hiçbir şekilde desteklememektedir. Resmi doğrulama olmaksızın, o tür bilgilere inanmakta acele etmemeliyiz. Şüphesiz, anılan muhabirin belirttiği düzeyde olmamakla birlikte iki tarafın da gaddarca davrandıklarını duyduk. Bulgar ayaklanmasını bastırmakta askeri birliklerin yanında başıbozukların da kullanıldığı doğrudur. Bunların davranışlarına ilişkin raporların sonucunda, Sir Henry Elliot, Bab-ı Ali nezdinde girişimde bulundu. Bu girişimin sonucunda, Çerkezlerin kullanılmasına son verilmiştir. Şu anda elde mevcut olan bilgiler çerçevesinde söyleyebileceklerim bunlardır.[110]”
Lordlar Kamarasında, 29 Haziran 1876 günü, Sırbistan’ın Osmanlı Devletine savaş ilan ettiğine ilişkin haberler konusunda Dışişleri Bakanından bilgi istenmiştir. Bakan, Savaş ilan edildiğine ilişkin bilgilerin ulaştığını ve böyle bir savaşın kaçınılmaz olduğunu belirtmiştir[111]. 3 Temmuz 1876 günü Lordlar Kamarasında, Dışişleri Bakanına, Sırp ordusuna bir Rus generalinin kumanda edip etmediği sorulmuştur. Bakan, sözü edilen Rus generalinin Tchernayeff olduğunu, adı geçenin geçmişte Rus ordusunda görev yaptığını, ordudan ayrıldıktan sonra Slav davasına hizmet eden bir gazetede editörlük yaptığını belirtmiş ve halen Sırp ordusunda görev yapıp yapmadığı konusunu yanıtlayamayacağını belirtmiştir. Sözlerine, Rusya’da Slav davasına ve isyancılarına güçlü sempati duyan insanların olduğunun bilindiğini, bu nedenle bu sempatizanlardan bazılarının gidip Sırp ordusunda gönüllü olarak görev yapmalarının olası olduğunu eklemiş, ancak bu konuda kesin bir beyanda bulunamayacağını bildirmiştir[112].
10 Temmuz 1876 günü Avam Kamarasında, bir milletvekili, Dışişleri Bakanına Bulgar isyanı ile ilgili olarak şu soruları yöneltmiştir. “Geçen Cumartesi günü Daily News gazetesinde ileri sürülen açıklamaları doğrulayan bir bilgi alınmış mıdır? Aynı gün Times gazetesinde İstanbul’un Tarabya banliyösünden gönderildiği belirtilerek yayınlanan mektupta yer alan birçok Bulgar kızının köle olarak satıldığı ve yine birçok Bulgar’a hapishanelerde işkence yapıldığına ilişkin savlar konusunda bilgi alınabildi mi?[113]” Disraeli’nin bu sorulara verdiği yanıtlar şöyledir[114]. İstanbul’da diplomatik temsilciliğimiz olduğu gibi, olayların yaşandığı Belgrad, Ragusa, Cettinje (Çetice) ve diğer yerlerde de Konsoloslarımız var. Bu görevlilerimizle sürekli iletişim içindeyiz, henüz ileri sürülen türde bilgiler bize ulaşmadı. Bulgaristan’da gaddarca eylemler olduğundan bir an bile şüphem olmadı. Başkaldırı savaşları her zaman gaddarcadır. Bu savaşlar düzenli ordular tarafından yapılmaz, incelediğimiz olayda düzensiz gruplar tarafından da yapılmamaktadır, bu olaylar “posse comitatus” olarak tanımlanabilecek çağrı üzerine toplanan eli silah tutan insanlar tarafından yapılmaktadır. Bulgaristan’da gaddarca şeyler olduğundan şüphem yok, ancak kızların köle olarak satıldığı, hapiste 10,000 den fazla esir olduğu haberlerini şüphe ile karşılarım. Hatta bu kadar çok kişiyi alacak hapishane olduğundan, Doğuluların bu boyutta kişiye işkence yaptıklarından da şüphe duyarım, onlar suçluları genelde daha süratle cezalandırırlar.
Başbakan Disraeli, Bulgar isyanı ile ilgili olarak milletvekillerinin sordukları çeşitli suallere ilişkin olarak, İstanbul Büyükelçiliği ve bölgedeki konsolosluklardan aldığı bilgiler çerçevesinde 17 Temmuz 1876 günü Avam Kamarasında 6 sayfa boyutunda açıklamada bulunmuştur. Bu açıklamadan bazı alıntılar yapmakla yetineceğim[115]. Başbakan Disraeli, olaylarda bahsedilen Çerkezlerle ilgili olarak şu bilgileri vermiştir. “Çerkezler şüphesiz büyük gaddarlıklar yapmış ve aynı şekilde intikam tepkisi görmüşlerdir. Çerkezler gazetelerde ve konuşmalarda Osmanlı Hükümetinin kullandığı düzensiz birlikler olarak tanımlanmıştır. Gerçekte onlar ne Osmanlı Hükümetinin ne de bir başkasının düzensiz birlikleri değildir. Onlar 20 yıl önce Avam Kamarasının sempati ve gıptasını toplamış insan veya insanların soyundandır. Onlar, Paris Antlaşmasında, Avam Kamarasındaki güçlü bir parti tarafından ve Parlamentonun iki kanadındaki üyeler tarafından, İngiliz Hükümetince son derece kötü muamele gördüğüne inanılan insanlardır. Ülkelerinin Rusya’ya teslim olması sonucunda, Rus Hükümetince yönetilmek yerine, Hükümdarları olan Sultan’a başvurarak ülkesinde kendilerine toprak vermesini istediler. Arkasından önemli boyutta göçen olmuş ve bunlar Osmanlı Devletinin Asya ve Avrupa’daki topraklarına dağıtılmışlardır. Bu insanlar 20 yıldır barış içinde yaşadılar. Davranışları tatminkârdı, onların fevri ve sert davranışlarından yakınma olmamıştı. Onlar tarımla uğraştılar, köyler kurdular, bütün bu süre zarfında onlardan yakınan kimse olmadığını düşünüyorum. Doğu insanlarının nasıl bir doğaya sahip olduklarını biliyoruz, Çerkezler cesur ve silahlı insanlardır. Doğal olarak köyleri yakılırsa, ekili toprakları harap edilirse, onların kendi başının çaresine bakmak için olaya el koyup kendi intikamlarını almaya kalkmalarında şaşılacak bir şey yoktur. … Konsolosların raporlarında ve Büyükelçimizin Bab-ı Ali ile temasları sonucunda gönderdiği yazılardan ki, bu belgeler sayın üyelere ayrıca sunulacak olup, o belgelerden de görüleceği üzere, söz konusu olaylar böyle bir ülkede ve böyle insanlar arasındaki gerilla savaşlarının tehlikeli ortamında her zaman ortaya çıkabilecek olaylardır, ancak, bu raporlarda, sayın üyenin sorusuna neden olan ve basında yer alan açıklamaları haklı gösteren hiçbir şey yoktur. … 6 Temmuz 1876 da Tarabya’dan gelen mektup konusunda Konsolos Yardımcısı Dupuis’nin bildirdiğine göre, “Bulgaristan’daki isyanı bastırmada aşırılıklar yer almıştır. Bu aşırılıklar, Bab-ı Ali’nin başlangıçta acilen uygulamak zorunda kaldığı önlemin doğası gereği çok fazla olmuştur. Ancak aşırılıklarla ilgili olarak verilen bilgiler sadece Rus ve Bulgar kaynaklı olduğu için dikkat çekebilmek amacıyla çok büyük ölçüde abartılmıştır. Bana (konsolos yardımcısına), ayaklanma vahşetine ilişkin olarak anlatılanlar o kadar ayrıntılı idi ki doğru olduğundan şüphe etmek neredeyse imkânsızdı, ancak soruşturmalarımız bu anlatılanların tamamen uydurma olduğunu ve bölgede tarafsız gözlemcilerin olmadığını kanıtladı. …Gerek Türklerin Hıristiyanlara ve gerek Hıristiyanların Türklere büyük gaddarlık yaptıklarına, olayları Hıristiyanların başlatmasına rağmen Türklerin yaptıklarının daha gaddarca olduğuna ikna oldum. Yetkili bir Bulgar’a, Bulgar çocuklarının satışı konusunu sorduğumda, bana bu konuda kendisine de bilgi geldiğini, ancak bunun yaygın olduğuna ilişkin herhangi bir somut bilgi veremediğini belirtmiştir. (Konsolos yardımcısı) Birçok babasız çocuğun hem Türk hem de Yunan ailelerince alındığını ancak bunun çoğunlukla merhamet duygusuyla yapıldığını düşündüğünü belirtmiştir. … Bir önceki yazımdan önce Yunan Büyükelçiliği Müsteşarı ziyaretime geldi ve İngiliz Konsolosluğunun bulunmadığı Philippopoli Konsolosundan aldığı bilgilere göre toplumsal güvenlik konusunda kayda değer gelişmeler olduğunu ve Müslümanların silahlarının toplandığını belirtti. Ayrıca Vali’nin son derece iyi yönettiğini, ancak diğer bazı makamlar tarafından kötü desteklendiğini söyledi. Kendisine, Bulgaristan’daki Yunan görevlilerinin çocukların köle olarak satıldıklarına ilişkin bilgi verip vermediklerini sorduğumda, kendisine bu konudan kimsenin bahsetmediğini belirtti.[116]”
27 Temmuz 1876 günü Avam Kamarasında, Osmanlı karasularında bulunan İngiliz donanması hakkında ve Osmanlı Devletine gönderilen askeri personel olup olmadığı hususunda sorulan sorulara Başbakan Disraeli şu yanıtları vermiştir. Osmanlı karasularında bulunan çeşitli ülkelere ait savaş gemileri konusunda bilgi veremeyeceğini, ancak İngiltere’nin savaş gemileri konusunda bilgi isteniyorsa 11 i zırhlı ve 9 u da zırhsız olmak üzere 20 savaş gemisinin bulunduğunu belirtmiştir. Osmanlı Devletin görev yapmak üzere hiçbir askeri personel gönderilmediğini ve savaş malzemesi satılmadığını ifade etmiştir[117]. Burada söz konusu edilen yabancı donanmalara ait savaş gemileri Beşika Körfezinde beklemekteydi.
Avam Kamarasında 31 Temmuz 1876 günü Bosna-Hersek isyanı görüşülmüştür. Bu görüşmenin tutanakları A4 boyutunda 53 sayfa tutmaktadır. Borna-Hersek isyanları görüşülürken o sıralarda sürmekte olan Bulgar isyanına da değinildiği ve iki isyanla boğuşan Osmanı Devleti ile ilgili olarak nelerin dile getirildiği konusunda genel bir fikir vermek amacaıyla bazı alıntılar veya özetler sunmak istiyorum.
Milletvekili Bruce yaptığı uzun konuşmasında şunlar üzerinde durmuştur. “Karadeniz’de kıyısı olan, o konumu nedeniyle Tuna Nehri ticaretini denetleyen bir devlet, ticaret konusunda Osmanlı Devletinin her zaman gösterdiği serbest fikirliliğe sahip değilse ve İstanbul’u da ele geçirirse, ülkemizin ticaretine sıkıntı yaratacaktır.[118]” Bruce, Hıristiyanların askere alınmalarına ilişkin düzenlemelerin onları rahatsız ettiğini, o nedenle askerlik hizmetinden eskisi gibi vergi ödeyerek kurtulmak istediklerine de değinmiştir. Adı geçen, kapitülasyonlar nedeniyle zenginlerin önemli bir bölümünün vergi ödememesi nedeni ile vergi yükünün Müslüman ve Hıristiyan köylülerin sırtına bindiğini belirtmiştir. Bruce, Müslümanların Avrupa’dan atılması halinde, onlarda Anadolu’daki Hıristiyanlara karşı oluşacak fanatik misilleme duygusunun ulaşabileceği boyut, halen Bulgaristan’da yaşanan zulmü önemsiz bırakabileğini, ileri sürmüştür. Bruce, Sırp ordusuna katılan Rus generali Tchernaieff’in yazdığı bir mektupta Bulgaristan’daki isyanın belirli bir program çerçevesinde düzenlendiğini, bu isyanın daha büyük bir planın parçası olduğunu belirttiğine işaret ederek, isyanın bastırılış yöntemi eleştirilse bile, Osmanlı Devletinin alarma kapılmasının makul nedeni olduğunu da ifade etmiştir[119].
Milletvekili Hanbury’nin konuşmasından alıntılamak istediğim görüşleri şöyledir. Adı geçen, Hıristiyan ve Müslümanların ikisinin de kabahatli olduğunu belirterek, insanlık, tolerans ve adalet anlayışını sorgulayıp, “… ağzımızda vatanseverlik sözleri ile, Türklerin Avrupa’dan atılmasını öneriyoruz, eğer böyle bir şey yapılmış olsa idi, ‘Asya Türkler için’ haykırışlarını duymayı beklemeliydik. Bu tür düşüncelere sahip olanlar Türkiye’nin ne olduğunu bilmiyorlar. … Halen Osmanlı Devleti, Asya’nın anahtarını güvenle teslim edebileceğimiz tek Devlettir. O anahtarı, kendi çıkarları için tutup, hatta oraları ele geçirecek bir başka güçlü devlete teslim etmek istenilmeyecektir. Türklerin fanatik olduğu söylendi ve birçok şey de duyuldu, ancak fanatik sözcüğü, bu iddianın kanıtlandığını varsayan yanıltıcı bir sözdür. Biz bu sözcüğü her kötü şey için kullanırız, oysa bir Türk’ün dilinde, o sözcük ırkına ve ülkesine bağlılık ve adanmışlık anlamını taşır. Bu nitelikler bir İngilizin karşı çıkmak isteyeceği bir anlayış değildir. Bir Türk diğer devletlerin kendi devletine karşı fesat kurduğuna inanır ve kavgaya hazır olarak ayağa kalkarsa, fanatiklik, adanmışlık, veya yurtseverlik ne derseniz deyin sonuna kadar savaşacaktır. … Osmanlı Devletinin Hıristiyan inançlı uyruklularının büyük çoğunluğu Rum ve Ermenilerden oluşur ve çok sınırlı istisnalar dışında ne bunlardan ne de Katolik olanlardan Osmanlı Devletine yönelik yakınma yoktur. … Kayda değer bir husus da, Anadolu’daki tek bir Hıristiyan bu ayaklanmalara katılmamıştır.” Hanbury, ayrıca, verginin ağır yükünün Müslüman ve Hıristiyan köylülerin sırtında olduğunu, kentlerdeki zengin Hıristiyanların Bosna’nın her tarafında vergi ödemedikleri gibi vergi mültezimi (vergi toplayıcısı) görevini yürütmekte olduklarını, ayaklanmayı tetikleyen vergilerin de Osmanlı Borç senetlerini alan İngilizlere faiz ödemesi yapmak için kullanıldığını belirtmiştir. Hanbury’nin üzerinde durduğu diğer önemli bir husus da, Bosna’daki Slavların, Slavlar tarafından değil, Sırpça bilmeyen ve bu halka herhangi bir sempatisi olmayan Yunan din adamları tarafından yönetildiğini, bunların da bu görevi İstanbul’daki Patriğe ödedikleri büyük rüşvet sayesinde elde ettiklerini belirtmiştir. Osmanlının her yerinde görev yapan paşaların da aynı şekilde rüşvetle atandıklarını da sözlerine eklemiştir[120].
Milletvekili Forsyth, Hanbury’nin konuşmasına atıfla, bu konuşmacının Osmanlı Devletinin kötü yönetiminden neredeyse özür diler içerikte bir söylemde bulunduğunu ve adeta Osmanlı Devletinin Divan toplantısındaki bir Vezir gibi konuştuğunu iler sürmüştür. Forsyth, Rusya’da ve Avusturya’da Slav isyancılarına sempati duyan yaygın bir kesim olmasına rağmen, bu ayaklanmanın adı geçen iki devlet tarafından özendirilmediğini belirttikten sonra, Osmanlı Devletinin uyrukluları arasındaki eşitsizliği savunmak için neden çaba harcandığını sormuştur. İleri sürülen zulümler yapılmadı ise yadsınmasını, eğer yapıldı ise elbette ezilen uluslara yönelik olarak sempati duyulacağını ifade etmiştir[121].
Milletvekili Drummond Wolff, konuşmasında, Akdenize donanmanın gönderilmesinin Antlaşma çerçevesindeki yükümlülükleri sürdürmeye hazır olunduğunu sergilediğini, İngiltere’nin Osmanlı Devletine karşı açıkça konuşup ona, hoşuna gitmese bile, öneri sunabilme hakkı olduğunu belirtmiştir. Osmanlı Devletinin daha önce, Mısır, Yunanistan veya Suriye’nin (Suriye sözcüğü konuşmada aynen geçmekte ve muhtemelen Lübnan kastedilmektedir. H.U.) bağımsızlıkları sırasında bile, yaşamadığı kritik bir süreçten geçtiğini, zira isyanların olduğu vilayetlerin o bölgelerde çıkarı olan komşularla sarılmış olduğunu ileri sürmüştür. Aynı konuşmada, 1826 da Osmanlı Devleti ile Yunanistan arasında savaş çıktığında, İngiltere, Fransa ve Rusya’nın arabuluculuk önerdiğini, Osmanlı Devleti bu öneriyi kabul etse idi, Yunanistan’ın İmparatorluğuna bağımlı bir konumda kalacağını da örnek göstermiştir[122]. Wolff, ayrıca, Forsyth tarafından, “1856 Antlaşması ile Osmanlı Devletinin bağımsızlığını garanti eden ülkelerden birisi olarak İngiltere’nin, Bab-ı Ali ile Slavların yaşadığı vilayetlerde Hükümetin ırk veya inanç farkı gözetmeksizin iyi ve tarafsız yeterli bir yönetim sergileyeceği konusunda garanti sağlayacak her türlü adımı atma görevinde olduğu” önerisinin getirildiğini de belirtmiştir.
Lord Edmond Fitzmaurice’in yaptığı uzun konuşmadan kısa bir alıntı yapmakla yetineceğim. “Bab-Ali için çoğu kez, gerçek, kabul edilmesi zor bir husustur. İncelemekte olduğumuz belgeye dönüyorum. Önerilen sivil yönetim önerisi bir koruma olmaktan çok, ülkeye kötülüktür, zira yargı sistemi umarsızca çürümüştür, kamu görevlileri ve yargıçlar vampire benzerler, ilke olarak vergiler kötü olup, toplanma yöntemleri ise daha da kötüdür, aşar vergileri ürünle ödenmektedir, yollar ihmal edilmiş, altyapı bakımsız, demiryolları kötü durumda, ülkenin maddi ve manevi durumu giderek kötüleşmektedir. … Anlattğım sistem isyanın nedenidir. Reform vaatleri Sultanlarca ve paşalarca o kadar sıkça ve kolayca söylenegeldi artık kimse dinlemiyor. Bu ülkelerin insanları ellerinde silahlarla ayağa kalktılar ve kendi kurtuluşlarını sağlamakta kararlılar. İsyanın yabancılarca başlatıldığı söyleniyor. Bunun söylenmediği isyan var mı? …[123]” Fitzmaurice sözlerini şu ifadelerle tamamlamıştır. “Şu andaki Dışişleri Bakanımız 12 yıl önce yaptığı konuşmasında şunları söylemişti ‘Osmanlı İmparatorluğunun parçalanmasının zaman meselesi olduğuna ve olasıdır ki çok uzun zaman almayacağına inanıyorum.’ Osmanlı Devleti tarihteki kendi payını sergiledi, gününü tamamladı, süre doldu. …[124]”
Muhalefet partisi lideri Gladstone’un tutanakta 15 sayfa tutan konuşmasından önemli gördüğüm bazı alıntılar yapacağım. “İngiliz yasama organının bir kolu olarak, çok büyük bir yangının başladığı ve sürmeye devam ederse çok daha tehlikeli olacağı anlaşılan ve her an genişlemesi söz konusu olan bu yangını söndürmek için itfaiyeyi göndermekten, Osmanlı İmparatorluğunun geri kalan kısmının ateşe dayanıklı hale geldiğinden emin olana değin, kaçınmamızın bizim için doğru bir yaklaşım olduğunu anlamakta güçlük çekiyorum.[125]” Gladstone, Kırım Savaşı öncesinde yapılan Antlaşmalarla, Rusya’nın Osmanlı Devletindeki Hıristiyanların hamisi olduğunu ve dilediği zaman Osmanlı Devletine Hıristiyanlara kötü muamele yapıyorsun, tutum ve davranışını değiştir dediğini, aksi taktirde savaşla tehdit ettiğini, Prens Menschikoff’un Rusyanın Osmanlı Devletinin içişlerine karışma hakkının olduğunu ve bu haktan hiçbir şekilde vaz geçmeyeceğini açıklamasının anılan Savaşı hazırladığını Lord Palmerston’un geçmişteki konuşmasında açıkça belirtildiğini ifade etmiştir[126]. Gladstone, sözlerine devamla, “(Rusyanın) Kırım Savaşında çok cesur bir direniş sergilediğini, Savaş boyunca askeri saygınlığını yitirdiğinin söylenemeyeceğini, ancak o savaşın sonrasında, Avrupa’da savaş öncesinde sahip olduğu tepeden bakan konumunu kaybetmiştir. Aksine şimdi o Orta Asya’daki vahşi ve barbar aşiretlerle uğraşmak onlara boyun eğdirmek yükümlülüğünde olduğu veya bunun gerekli olduğu anlayışı ile askeri külfet ve sorumluluk üstlenmiştir. Bu ülkedeki aklı havada siyasetçiler, Rusyanın bu aşiretlerle çatışmasının onu askeri bakımdan güçlendirdiğini düşünüyor olabilirler, ancak, başkaları o çatışmaların o ülkenin yükünü çok büyüttüğünü o nedenle de Rusyayı, diğer nedenlerin yanında, Avrupa’da daha pasif bir politika izlemeye sevkettiğini düşünmektedir.[127]” Gladstone, Rusyanın Osmanlı Devletindeki Hıristiyanların dostu ve koruyucusu olduğu anlayışın artık geçerli olmadığını zira, Yunan Kilisesine mensup Doğu Hıristiyanları ile arasında keskin bir husumet olduğunun da altını çizmiştir.
“Maalesef, Osmanlı İmparatorluğunun istatistikleri çok hatalıdır, bu vilayetlerdeki Müslümanların giderek azalmakta olan geri bir ırk olduğundan en küçük bir şüphem yok, onlarda gelişim gösteren her hangi unsur yok, onların sanayileri çok az, eski gelenekleri güçle yönetme eğilimleri, barışçı adımları engelliyor, onların arasında sanat gelişemiyor, yetenekli işgüçleri de mevcut değildir. Hıristiyan ve Müslüman bölgeleri arasında bu farklılıklar kolayca görülür. Gelişme Hıristiyan bölgelerindedir, Müslüman bölgesinde değil.[128]”
“Fuad Paşa, Mehmet Ali gibi yetenekli ve aydın insanlar zaman zaman ortaya çıkabilir, ancak böyle insanların peş peşe gelmesinin garantisi olmadığı gibi onların devamı gibi bir gelenek de yoktur. … Osmanlı Devletinin toprak bütünlüğünü korumasını ben de çok arzu ederim. Ancak yüksek uygarlığa sahip Avrupa toplumlarında olduğu anlamda bağımsızlık, Osmanlı Devletinde ancak kısmen uygulanma şansı bulabilir daha fazlasını değil.[129]”
Gladstone, konuşmasında, geçmişte Rusyanın Osmanlı Devletine saldırmak için kolayca yol bulduğu ülkelerin, otonomilerini veya bağımsızlıklarını kazandıklarında Rusyanın benzeri girişimlerine karşı güçlü birer askeri engel olduklarına da değinmiştir[130]. Gladstone uzun konuşmasını tamamlarken şu hususlara vurgu yapmıştır. “Osmanlı Devletinin mümkünse toprak bütünlüğünün korunmasını hâlâ arzu ettiğimi söylemekten sıkıntı duymuyorum. Nasıl olacağını bilmiyorum, eğer parçalanırsa, çok ciddi güçlüklerden ve tehlikelerden kurtuluruz. Diğer taraftan, Osmanlı Devleti yerel yönetimler konusunda, özellikle de bunları İstanbul’dan yönetme konusunda son derece yetersizdir, yerel yönetimler konusundaki güçlükleri ortadan kaldırabilirsek, o zaman bu vilayetlerde iyi yönetim hedefini kolaylıkla sağlamış oluruz. Üyeler, Güney Slav Devleti kurulmasından bahsettiler, bunu gerçekleştirebilmek söylemekten çok daha güçtür. Ancak bu kurulursa, yeni bir takım güçlükleri ve tehlikeleri de beraberinde getirecektir.[131]”
Başbakan Disraeli’nin, kendi partisinin milletvekilleri ile ve muhalefet partisi lideri ve milletvekillerinin yaptıkları uzun ve ayrıntılı değerlendirme ve eleştirilerine verdiği yanıtlardan da bazı alıntılar yapmak istiyorum. Başbakan konuşmalarda Bulgar isyanı ile ilgili konsolos raporlarında yer alan görüşlerin güvenilirliği konusuna değinirken şu açıklamalarda bulunmuştur. “Konsolos, bazı Başıbozukların son derece vahşi işler yaptığının doğru olduğunu duyar ve bu yapılanlar konusunda bilgi edinmek için birisini, bu zorbaların sıkça gittiği kahvelerden birine gönderir. Giden, bir kişinin ‘5,000 ile 6,000 günahsızın öldürüldüğünü’ söylediğinde, bir başkasının katliamdan sevinç duyarcasına, ‘eğer 25,000 ile 26,000 demiş olsaydın daha doğru söylemiş olurdun’ dediğini de duyar. Uygar ülkelerde bile iyi organize olmuş polis teşkilatının doğru bilgi derlemesinin ne denli güç olduğunu çok iyi biliyoruz, örneğin toplumsal bir toplantıda 100,000 kişinin biraraya geldiğini duyarız, ardından yaptığımız incelemelerde toplananların 10,000 den fazla olmadığını öğreniriz. Kimliği bilinmeyen bir Bulgarın kahvede söylediği zırvanın Konsolosa aktarılmasından kaynaklanan bilgiye bir an bile inanmadım. …[132]”
“Hersek’teki isyan, Karadağ’a göç edenlerden bazılarının geri dönüşü sırasında ortaya çıkan kargaşa sonucu Temmuz 1875 ayında başlamış görünüyor. Olaylar, aynen sayın üyenin bahsetmiş olduğu gibidir. İsyancılar, bir kervana saldırıp, el koyup seyahat etmekte olan beş Türkü öldürüp kafalarını kesmiştir. Görüldüğü gibi göçmenler kendilerini savundukları gibi, Türkleri de öldürmektedirler. Bu da göstermektedir ki o ülkelerdeki insanların görüş ve düşünceleri bizlerden tamamen farklıdır ve her iki tarafta da bu korkunç sahneler yer almaktadır. Belirttiğim gibi isyan Temmuz 1875 ayında başladı, bir süre sonra Ağustos ayında Üç İmparatorluk, altı Büyük Devlete, Konsoloslardan oluşacak bir heyetin isyancılarla görüşmesini önerdi. … Bu arada Hükümetimiz Bab-ı Ali’ye lehine olabilecek önerilere direnmemesini, isyanın başlangıcında sergilenen zafiyetin ortaya çıkardığı vahameti unutmamalarını önermiştir. … Konsoloslar Komisyonu girişiminin başarısızlıkla sonuçlanması üzerine, üç İmparatorluğun Hersek’teki durumla ilgili bir Nota hazırladıkları söylentileri çıktı, bu meşhur Andrassy Notasıdır. Hükümetimiz bu notayı onaylamadan önce çok tereddüt etti. Duraksamamızın nedeni, mümkünse Osmanlı Devletinde statükonun korunmasını sağlayabilmekti. …[133]”
“Berlin Notası ile ilgili tutumumuz nedeni ile Sırp savaşının çıktığına ilişkin olarak şunu söyleyebilirim, Berlin Notası Bab-ı Ali tarafından reddedilmemiştir, zira bu Nota Bab-ı Ali’ye hiçbir zaman tevdi edilmemiştir. Dolayısı ile bu Nota ile ilgili tutumumuz nedeni ile Sırp savaşının çıktığı söylemi tamamen dayanaktan yoksundur. Savaş, Bab-ı Ali’nin saldırgan bir tutumundan çıkmamıştır. Olay, Sırbistanın engellenemeyen işgal girişimidir. Eğer anılan Nota, bu durumda Bab-ı Ali’ye verilmiş ve reddedilmiş olsaydı bile, bir an bile bunun Sırbistan ile savaşın sebebi, sebeblerinden biri olarak kabul edilemezdi. … İstanbul’daki gelişmelerden endişe eden İngiliz Büyükelçisi diğer devletlerin Büyükelçileri ile birlikte hareket ederek en doğru hareketin, Akdeniz’deki filolarının Osmanlı karasularına gelmeleri talimatını vermişlerdir. … Bu sıralarda İstanbul’daki durum çok kritikti. Geçmişte çok vahşi olaylar yaşanan bu şehir, hiçbir zaman bu boyutta ve bu belirsizlikte büyük bir tehlike ile karşılaşmışmıydı. … İstanbul’da Hıristiyanlara yönelik hareket olması söylentileri dolaşıyordu. … İstanbul’da kimsenin anlam veremediği söylentiler dolaşıyordu. Bazen bu Sultan’ın teşviki ile kentin işgal edileceği şeklinde, bazen de ihtilal olacağı şeklinde söyleniyordu. [134]”
“Akdeniz filosunu eskisinden daha güçlü duruma getirmenin zamanının geldiğini düşündük. İngiltere’nin izlediği politikaya bakalım. İngiltere’nin politikası başından beri Akdeniz’in Hindistan İmparatorluğumuza uzanan büyük bir güzergâh olduğunu kabul ettik, koruduk o denizin suları ile o denizle bağlantılı suların özgür ve güvenli olmasını sağladık. Bu kimse için bir tehdit değildi. Akdeniz filosu, gücümüzün garantisi ve sembolüydü. … Dünyanın o bölgesinde asla terk etmeyeceğimiz korumamız gereken büyük çıkarlarımız olduğunu hiçbir zaman gizleme gereği duymadık. Akdeniz filomuzun her hangi bir devleti bir tehdit olmadığını söyledik, o, bizim orada olması gereken yetkimizin sembolü ve garantisidir, dünya bilsin ki, o bölgede İngiltere’nin bilgisi ve onayı olmadan toprak dağılımında önemli bir değişiklik olmayacaktır. … Rus ve Avusturya Hükümetleri, samimi olarak Osmanlı Devletindeki karışıklıklara son vermek için, bizim gibi, seçtikleri yöntemde hata yaptılar. Statükoyu korumak için çok arzulu olduklarına, bunun çıkarlarına uygun olduğunu düşündüklerine inanıyorum. Ne yazık ki, dünyada sadece İmparatorlar ve Hükümetler yok, orada bu işleri durmaksızın karıştıran gizli topluluklar, gizli örgütler, ihtilal komiteleri de mevcut. Bu kuruluşlar, Osmanlı Devleti gibi yerlerde, İngiltere’nin çıkarlarına büyük hasar verecek beklenmedik olaylar yaratabilirler. … Yeni Sultan tahta çıktığında Sir Henry Elliot’a verilen talimattan da görüleceği üzere, onlara izledikleri yol ve yöntemlerde reform yapmaları, taahhütlerini ve yükümlülüklerini yerine getirmeleri söylendi. Onların karasularına gelmemizin İngiltere’nin Britanya İmparatorluğunun çıkarlarını koruma amacına yönelik olduğunu, kendi zafiyetinden çökmekte olan bir devleti destekleme amacıyla olmadığını belirttik.[135]”
Avam Kamarasında 31 Temmuz 1876 günü Bosna-Hersek isyanı konusunda yapılan bu alıntıları yaptığım görüşmelerden sonra, 7, 9 ve 11 Ağustos 1876 günü de Bulgaristan’daki olaylar üzerinde görüşmeler yapılmıştır. Ben sadece, 38 sayfa tutan, 11 Ağustos görüşme tutanaklarından birkaç önemli gördüğüm alıntılar yapacağım. Bu üç oturumda da İngiliz basınında çıkan haberlerde, Bulgaristan isyanın bastırılışı sırasında yer alan olaylara ve bu bağlamda başıbozuk biriliklerin ve Çerkezlerin eylemlerine yönelik eleştiriler dile getirilmiş ve bilgi talep edilmiş, Hükümetin olayları başından itibaren izlememesi eleştirilmiş ve Osmanlı Devletinin uygulamaları sorgulanmıştır. Bu konularda Başbakan Disraeli’nin yanıtlarından bazılarını özetle alıntılamakla yetineceğim[136].
“… Mayıs ve Haziran (1876)aylarından beri Büyükelçimiz Hükümetimizle iletişim içindeydi. … Mayıs ve Haziran ayları boyunca Büyükelçi, Bulgaristandaki vahşet olayları konusunda bilgi veriyor ve Osmanlı Hükümetine yaptığı sürekli protestoları bildirmekteydi. … yer alan olaylara yönelik olarak ihmalimiz yoktu. … Bütün bu süre boyunca Büyükelçi ile günlük olmasa bile sürekli iletişim içindeydik, Bulgaristandaki olaylar bilgi aldığımız gibi, Büyükelçi kötü sonuçları engellemek için attığı adımları da bildirmekteydi. … (Meclisteki görüşmelerde)başlangıçta doğru anımsıyorsam 30,000 veya 32,000 kişinin katledildiği, 10,000 kişinin hapsedildiği ileri sürülmüştü. … Ayrıca 1,000 kızın pazarda satıldığı ve 40 kızın da ahırda yakıldığı, arabalar dolusu kesilmiş insan kafasının Bulgar kentlerinde gezdirildiği belirtilmişti. Bunlar söylenenlerin sadece bir kısmıydı. Bize ulaşan bilgilerin bu söylentileri doğrulamadığını söylediğimde son derece haklıydım. … Lord Derby (Dışişleri Bakanı) Sir Henry Elliot’a ikinci kez telgraf çekti ve Daily News gazetesinde, Bulgaristan’ın Tatar-Pazarcık bölgesinde arabalar dolusu kesilmiş kadın ve çocuk başının öğünülerek (boastfully) dolaştırıldığı, genç kızların Tatarlar ve Türkler tarafından kaçırılıp köylerde açıkça satıldığı haberlerinin yer aldığını belirterek Büyükelçi’ye, Hükümet’in Meclis’te sorulan bu soruları yanıtlamak durumunda olduğunu, o nedenle Konsoloslara telgrafla sorarak en kısa sürede yanıt göndermesini istemiştir. Gelen bilgilere göre ileri sürülen bütün iddialar asılsızdır. 40 genç kızın samanlığa kapatılıp canlı olarak yakılmamıştır. … Bunların tamamı uydurmadır. Aynı şekilde 1,000 genç kadının köle olarak satıldığı da uydurmadır. Tek bir kadının satıldığına dair en küçük bir delil bile yoktur. … Bulgaristan’da 10,000 kişilik bir hapishanenin var olduğuna da inanmıyorum. Gelen bilgilerden anladığıma göre 3,000 den fazla tutuklu olabileceğine de inanmıyorum. 10,000 kişiye işkence edildiğine ilişkin hangi delil vardır? … Konsolos Reade’in raporu ile ilgili soruya gelince … sualin sorulmasından on gün sonra bana ulaşmıştır. … Sayın üye, eleştirilen herşeyin kesinlikle doğru olduğunu var sayıyor, özgün olduğu söylenen bilgiler değişti, bazı durumlarda abartılmış olduğu ve hatta tamamen sahte olduğu kanıtlandı. Soruyu yönelten sayın üye, ‘izlediğiniz politikanın sonucunda bir kentin tüm nüfusu yok olmuştur’ diyor. Sayın üyeler, 12,000 kişinin Türk veya Bulgar olsun, masum köylüler ve hatta haydut olsun korkunç bir şekilde yok edilmesi hiç kimsenin tepki vermeden düşünebileceği bir olay değildir. Ancak, Bulgaristandaki nüfusun 3,700,000 kişi olduğu ve ülkenin çok büyük olduğu anımsandığında, 12,000 kişinin öldürülmesini bir kentin yok olması olarak ileri sürmek, söz söylemenin aşırı istismarı olmuyor mu? … Önceki Hükümette görev yapmış olan iki konuşmacının bu akşam yaptığı gibi bazen gazetelerdeki haberleri abartmaya ve diplomatik raporlardan daha gerçek olarak kabul etmeye nasıl bu kadar hazır olduklarını, Daily News gazetesinin bu konularda kesinlikle yanılmaz olduğunu söyleyebilmelerini anlayamıyorum. … Sayın üye, İngiltere’nin Rusya ve diğer Devletlerle birlikte Türkleri Doğu Avrupa’dan kovma görevi olduğunu ima etti. … karşılaşılan bunca soruna çözüm olarak Majestelerinin Hükümetinin Türkleri Doğu Avrupa’dan atmak için derhal çeşitli arayışlara girmesi önerisi gerçekten benim için sürpriz oldu. … Doğrudur, bizler Rusya, Avusturya, Fransa ve diğer devletler gibi Osmanlı Sultanı’nın müttefikleriyiz. Bizler, Fransa ve Avusturya ile birlikte üç taraflı Antlaşma ile ortak olduğumuz gibi Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü de garanti etmiş bulunuyoruz. … Bize görevimizin Osmanlı Devletini Boğazların diğer yakasına atmak olduğu söyleniyorsa, politika bir sanat olmaktan çıkar, devlet adamlığı alay konusu haline gelir, Avam Kamarasını, Liderleri kim olursa olsun sürekli olarak etkilendiği geleneklerine sadık, mantıklı politika ilkeleri belirleyen bir konumdan çıkarıp, derhal sayın üyenin önerdiği gibi kendimizi bütün politik ve sosyal sorunları kolaylıkla çözen ihtilal kulüplerinden birisine dönüştürelim. … Bab-ı Ali, İngiliz filosunun Beşika Körfezine gelmesi konusunda bir an bile yanıltılmadı. Onlar, Filonun çağı geçmiş ve yıkılmakta olan bir Devleti desteklemek için gelmediğini gibi Filonun varlığının, bu akşamki sıkıntılı tartışma konumuz olan anormallikleri onaylamak anlamını taşımadığını da gayet iyi farkındaydılar. Doğu Avrupa’nın kaderinin ne olabileceği konusunda spekülasyonda bulunmam saygısızlık olur, bu konuda herhangi bir fikrim olsaydı bile, bu fırsatla onları dile getirmem düşüncesizlik ve boşboğazlık olurdu. Ancak, İngiltere, bu ülkenin üzerinde kurulduğu ilkeleri bilen İngiliz siyasi partileri tarafından yönetildiği ve bu İmparatorluğu sürdürme kararlılığı olduğu sürece, dünyanın orasındaki etkimiz kayıtsızlık olamaz.”
İngiltere’de dört defa başbakanlık görevinde bulunan ve aralıklarla yaklaşık on üç yıl dolayında bu sorumluluğu taşıyan ve 1874 seçimlerinde Disraeli karşısında ağır bir yenilgi alan W. E. Gladstone (1809-1898), muhalefet lideri olarak, 5 Eylül 1876 günü bitirdiği 58 sayfalık metin içeren kitapçığı 1876 yılında yukarıda alıntılar yaptığım Avam Kamarası müzakerelerinin ardından yayınlamıştır. Kitabın giriş bölümünde İngiliz Hükümetini, Bulgar ayaklanması konusunda Parlamentoya geç bilgi vermekle suçlamış ve bilgilerin milletvekillerinin sürekli ve ısrarlı bilgi istekleri üzerine gecikmeli olarak parça parça ve noksan olarak verilmeye başlandığını ve bu arada bilgilerin açıklanmasının kamu zararına olacağının ileri sürüldüğünü de belirtmiştir[137]. Gladstone, İngiliz Hükümetini olduğu gibi, Osmanlı Devletini de ağır şekilde eleştirmiştir. Kitapta yer alan bu eleştirilerden bazılarının çevirisini de okurlara sunmak istiyorum. “… uluslar, (ilke olarak H.U.) Hükümetleri kanalı ile konuşmak durumundadır: ancak, şimdi açıkça görüyoruz ki, ne söyleneceğini önce Hükümeti’ne, adeta sözcükleri doğru söyleyemeyen bir çocuğa söyletir gibi öğretmelidir. Böylece, birleşmiş bir Avrupanın önündeki, büyük bir yanlışı cezalandırmayı önleyen tek etkin engel de ortadan kalkmış olacaktır. … Ülkeye çağrı sadece Sırbistan, Bosna ve Hersek’le ilgili olarak yapılmış olsaydı bile ciddi olurdu. Fakat şimdi çok daha ciddidir. … Bunlar Bulgaristan dehşetidir. Soru şudur, ne yapılabilir veya yapılmalıydı, cezalandırma veya damgalamak mı, yoksa engelemek miydi? … Bu suçları işleyenler, Osmanlı Devletinin güvendiği ve bazılarını halen terfi ettirmiş bulunduğu görevlileridir. Aynı yılda Osmanlı Devletine moral ve maddi yardımda bulunan, İngiliz halkı adına İngiliz Hükümetidir. … Önümüzdeki sorunun tam anlaşılabilmesi için Osmanlı Devletinin gerçek tutum ve politikasını belirleyen unsuru anlamak gerekir, düşünceme göre, bu İngiliz yönetiminin yanlış ve sorgulanması gereken politikasıdır.[138]”
“Türk ırkının ne olduğunu, kısaca ve en kaba şekliyle özetleyeyim. Sorun sadece Müslümanlık değil, Müslümanlıkla birlikte bir ırka özgü kişiliktir. Onlar, bir bütün olarak bakıldığında, Avrupa’ya ilk ayak bastıkları günden beri insanlığın, insanlık karşıtı olan büyük bir örneğidir. Nereye gittilerse arkalarında kalın kanlı izler bıraktılar, egemenliklerinin ulaştığı her yerde uygarlık yok oldu. Her yerde, adaletle yönetmek yerine, güç kullanarak yönettiler. … Bu ilerleyen lanet bütün Avrupayı korkutageldi.[139]”
“Çoğu Hıristiyanlar hor görülen bir yaşam içindeydi, önemsiz sayılabilecek bazı devlet görevleri piskoposluğa devredilmişti, bir ölçüde Müslüman Türklerin düşünce gerektiren işlerdeki noksanlığını gidermek için Rumların İstanbul’a gelmesi özendirilmiş ve uzun süreden beri Bab-ı Ali’nin bu gereksinimi sağlamıştı, buna son derece saygın Londra Büyükelçisini de eklemeliyim. Zaman zaman ancak çok seyrek olarak, … devlet adamları da çıkmıştır gerçekte bunlar doğal olmayan sıra dışı örneklerdir (lusus naturæ).[140]”
“Avrupa Borsalarının safdilliğinden (credulity) yararlanarak son yirmi yılda 200 milyon sterling borç aldı ve bunun büyük bölümünü ordu ve donanması için harcadı. Sonuç önümüzde. Nüfusu bir buçuk milyonun altında, ordusunun da beş ilâ sekiz bin arasında olan ve bunların dışında silah taşıyan kişilerin de yarı eğitilmiş milisler olduğunu düşündüğüm Sırbistanla savaş halindedir. Aynı zamanda, Karabağ’ın dağlarında yaşayan ve çok savaşkan bir halkın birkaç bin savaşçısı ile de harp etmektedir.[141]”
Yukarıdaki alıntıda, Gladstone, Osmanlı Devletinin 200 milyon sterlingi borçlanırken, Avrupa Borsalarının safdilliğinde yararlandığını ileri sürmektedir. Okurların, yukarıda “Osmanlı Devletinin ekonomik durumu” başlıklı bölümden de anımsayacakları üzere, Osmanlı Devleti Kırım savaşının ağır ekonomik yükü ile başladığı borçlanma 1854-1875 döneminde 238,597,762 Osmanlı Lirası tutarında olmasına karşın eline 129,980,220 Osmanlı Lirası geçebilmiştir. Diğer bir deyişle (129,980,220/238,597,762=) borçlandığı tutarın ancak yüzde 54.47 sı geçebilmiştir. Eğer Avrupa Borsaları safdillik göstermese idi acaba eline kaç lira geçebilecekti?
Kitaptan alıntılara devam edelim. “Yirmi yıl önce, Fransa ve İngiltere, Osmanlı Devletinin idari sistemindeki büyük bozulmayı düzeltmek umuduyla ve giderek yetersizleşenleri de iyileştirmek üzere, yeniden yapılandırma gibi büyük bir denemeye karar verdiler. Bu amaçla onun bütünlüğünü ve bağımsızlığını güven altına aldılar, İstanbul reformlarını hazırladılar, bu düzenlemeler İmparatorluk Fermanı ve Hattı Hümayun olarak uygulamaya konuldu.[142]”
“Dikkatlice incelendiğinde 1875 isyanları, Bab-ı Ali’nin, (reform) yükümlülüklerini yerine getirmekte büyük ölçüde başarısız olduğunu ortaya koymuştur.[143]”
“… M. Musurus (Osmanlı Büyükelçisi H.U.) vasıtasıyla bana yeni bir belge ulaştı. Bu, Bulgaristan olayları ile ilgili bir raporun 22 Temmuz tarihli Fransızca çevirisi. Filibe Yönetim Konseyince onaylanmış, Müslüman ve Hıristiyan önemli kişilerden oluşan bir Komisyon tarafından Osmanlı Hükümetine sunulan bir rapordur. (Edib Efendi’nin Edirne Vilayetine ilişkin raporundan sonra) Osmanlı Hükümeti’nin resmi görüşünü ileri sürdüğünden, adil olabilmek adına yaygın olarak okunmalıdır. Başkaları benden farklı düşünebilirler. Ancak ben bu belgeyi utanç verici, işbirlikçi, moral etkisi bakımından iddiaların en kötüsü olarak derhal kınadım.[144]”
“… İki beklentim var. İlki, İngiliz halkının güçlü etkisi ile Hükümetini, Osmanlı karasularına filo göndermemizin sadece insani amaçla olduğunu açıkça beyan etmeye yönlendirmektir. İkincisi ise, filonun gemileri diğer devletlerinki ile birlikte o şekilde dağıtılmalı ki, son olaylara benzer olayların tekrarı halinde masum insanları korumak gerektiğinde gücü, derhal ve etkin bir biçimde Osmanlı karası üzerinde hissedilebilsin. …[145]”
“Böyle bir olay önümüzde dururken, Osmanlı Devletinin toprak bütünlüğünün bozulmamasını umalım, Avrupa O’ndan en azından mevcut durumun gerektirdiği önlemleri almasını, yani Bulgaristan’dan ve Bosna ve Hersek’ten dahi Osmanlı İdari yönetiminin tamamen çekilmesini gerekli görür ve talep eder.[146]”
“… bu korkunç saldırılar onarılıncaya, sorumluları cezalandırılana kadar İngiliz Hükümeti, Avrupa’ya rağmen Osmanlı Devletine vermekte olduğu maddi ve manevi desteğini çekmelidir. Bu kadar kapsamlı ve derin izler bırakan suçlardan sonra, İngiliz Hükümeti, Osmanlı yönetiminin Bulgaristan’da sürmesine artık taraf olmamalıdır.[147]”
“(İngiliz)Tahtının ve Devletinin bir eski hizmetkârı olarak, vatandaşlarımdan, Hükümetimizin bir yönde çalışagelen gayretini, Avrupa Devletleri ile birlikte diğer yönde, Osmanlı Devletinin Bulgaristandaki yönetim gücünün sonlanması yönünde işletmesini ısrarla istemelerini istirham ederim. Bırakalım Osmanlılar şimdi kötülüklerini alıp kendileri ile birlikte götürsünler.[148]”
Bulgaristan isyanı konusunda İngiliz gazetelerinde yer alan haberler, Parlamentodaki tartışmalar ve Gladstone’nun bu kitabı yayınlaması sonrasında İngiliz kamuoyunda geniş ölçüde Osmanlı Devleti karşıtlığı artmıştır. İngiliz tarihçisi M.S. Anderson kitabında, Gladstone’nun bu kitabının 1876 yılında bir ay içerisinde 200,000 adet sattığını ve İngiltere’deki Türk yanlısı tutumu yok ettiğini belirtmektedir[149].
Yukarıdaki bilgilerden de görüldüğü üzere, Bulgar isyanı konusunda Osmanlı Devleti İngiliz Hükümeti’ne birisi Edip Efendi’nin Edirne Vilayetine ilişkin olarak düzenlediği rapor ve diğeri de Filibe Yönetim Konseyince onaylanmış, Müslüman ve Hıristiyan önemli kişilerden oluşan bir Komisyon tarafından Osmanlı Hükümetine sunulan raporu olmak üzere iki belge sunmuştur. Diğer bir deyişle İngiltere ve diğer Avrupa Devletlerinin kamuoyunu yaşananlar konusunda aydınlatacak yabancı dilde yazılmış belgelerle donatılmış raporları basına vermediği anlaşılmaktadır. Oysa olayların yaşandığı dönemde, saptayabildiğim kadarı ile, Gladstone’nun kitapçığının yanında, İngiltere’de 1878 yılında “Daily News’un 1877 Savaş Haberleri[150]”, The Daily News gazetesinin İstanbul muhabiri Edwin Pears’ın “Türkiye ve Halkı”, 1915 yılında basılmış olmasına rağmen 1877-78 Osmanlı Rus Savaşına da yer verdiği “İstanbul’da Kırk Yıl[151]” isimli kitabı, John Mill’in 1876 yılında “Avrupa’da Osmanlı-Mevcut Krizdeki Türkiye[152]” başlıklı kitabı, Robert Jasper More’un 1877 de yayınladığı “Balkanlarda[153]” isimli eserleri basılmıştır. Ayrıca Dick de Lonlay, 1888 de Paris’te “Bulgarlar arasında” ve “Rus Ordusu Seferde[154]” başlıklı iki kitabı da yayınlanmıştır.
İngiliz Parlamentosu’ndaki görüşmelerde, Sırbistan’ın Osmanlı Devletine savaş ilan etmesi ile başlayan çatışmalarda, Sırp ordusunda Rus general ve askerlerinin de görev yaptığının doğruluğu sorgulanmıştı. Bu savaşa Sırp ordusuna gönüllü olarak katılan ve iki ay süre ile görev yapan teğmen Philip H. B. Salusbury’nin 1877 yılında yayınlanan kitabından şu bilgileri derleyebildim[155]. Cümlelerin sonuna parantez içinde yer alan sayılar Salusbury’nin kitabında bu bilgilerin yer aldığı sayfaları gösterecektir. 19, 22 ve 24 Ekim günlerinde Ribarski, Banja ve Siljegovac köylerinde (263) yapılan muharebelerde Sırp ordusu 9,000 ölü, yaralı ve kayıp vermiş olup, iki ayda Sırp ordusuna katılan 3,000 Rustan da ayakta kalabilenlerin 700 kadar olduğu belirtilmiştir (272). Sırp ordusuna gönüllü olarak katılan üç Rus generalinden Tchernaieff general rütbesini koruyarak komutan olmuş ve diğer iki generalde birisi albay rütbesi ile onun emrinde görev yapmış ve diğer yaşlı general de binbaşı rütbesi ile orduda yer almıştır. Rus Prensi Obelinski’nin Sırbistan’a geldiği kitapya yer almaktadır (50). Romanya’dan Prens Ghika’nın da Sırbistan’a geldiği belirtilmektedir (146). Kitabın çeşitli sayfalarına dağılmış olarak Sırp ordusuna gönüllü olarak görev yapan emekli İngiliz subayları da vardır, saptayabildiğim kadarı ile beş albay, bir binbaşı, birkaç yüzbaşı ve teğmenler vardır. Sırp ordusuna gönüllü olarak katılan İngilizler arasında doktor ve operatör ile sağlık görevlileri de yer almıştır. Ayrıca, kitapta Avusturyalı subayların yanında Prusyalı subayların da bulunduğu belirtiliyor. İtalyan gönüllüleri de katıldığı kitapta yer alıyor (175). Bir Fransız asteğmenin adı da kitapta yer almaktadır. Kitapta 500 Karadağlı’nın da Sırp ordusunda savaştığı kayıtlıdır (131). Kitaptaki bu bilgiler yazarın gönüllü olarak görev yaptığı sırada gözlemledikleridir. Dolayısı ile tüm savaş boyunca Sırp ordusuna katılanlar konusunda tam sayıları içermesi beklenemez. Bu parantezden sonra yeniden Bulgar isyanına dönebiliriz.
Justin McCarthy kitabının Bulgar isyanı ile ilgili bölümünde şu görüşe de yer vermiştir; “Bulgar ‘dehşeti’ gerçekte, Müslüman sivillerin katliamına ve esir edilmesine karşı, Müslümanların giriştiği dehşet verici bir tepkiydi. Fakat ‘dehşet’ raporları, İngiltere’ye ve oradan da tüm Avrupa’ya çok duygusallaştırılmış ve abartılı biçimde ulaştı. Yayınlanan haberlerin çoğu gerçek dışıydı.[156]” McCarthy, kitabın izleyen sayfalarında da şu değerlendirmeyi yapmıştır; “Eğer Bulgarlara dehşet uygulandığı haberleri İngiltere halkının ilgisini çekmeseydi, 1877-1878 Rus-Türk Savaşı olmayabilirdi. Ruslar, Osmanlı-İngiliz işbirliğine karşı galip gelemeyeceklerini fark ederlerdi. Ancak, Kırım Savaşı’nın doğal sonucu olarak İngilizlerin Osmanlılarla yürüttüğü işbirliği, Türklerin Bulgarları kıydığı haberlerinin İngiltere kamuoyunda yarattığı öfke yüzünden son buldu. Bir yandan ön yargı ile dini sempatinin kamçılanması, diğer yandan Gladstone’un fırsatçılığı ve serbest medyanın kışkırtmasıyla, Disraeli kendi arzusuna rağmen İngiltere kamuoyu önünde Türklerin yardımına koşamadı. Bunun sonucu olarak, 1877-1879’da Müslümanların uğradığı kıyım, 1876’daki herhangi bir Bulgar kıyımının kat kat üzerinde oldu.[157]” McCarthy’nin bu gözlemi bana diğer bir kitapta okuduğum bir alıntıyı anımsattı. İngiliz tarihçisi R. W. Seton-Watson, başlığı “Disraeli, Gladstone ve Doğu Sorunu” olarak çevrilebilecek kitabında şöyle bir ifadeye yer vermiştir; “’Bulgar Dehşeti! Ve Bay Gladstone’un Doğu Politikası’ isimli kitabında bir bay S.G.B. St. Clair bütün ciddiyetiyle şunu iddia eder; Gladstone’nun amacı İngiltere’yi korumak değildi, ama, ‘Rus mali durumunu ve Bulgar eşkiyasını’ korumaktı, ‘Rusya’nın aleti olduğunun farkında bile değildi.’[158]” Gladston’u, Osmanlı Devleti ve özellikle de Türkleri hedef alan böyle bir kitap yazıp 200,000 adet satış yapmaya sevk eden hususlar arasında, Disraeli karşısında büyük bir yenilgiye uğradığı 1874 seçimin rövanşını alma arzusunun ne boyutta rol oynadığını tahmin edebilmek zor değildir. Ancak bu kitabın, öncelikle iç politika amacına yönelik olarak yazıldığı, Gladstone’nun kitabın son bölümünde seçmene yönelik söylemlerinden anlaşılmaktadır. Ancak bu kitabın İngiltere’nin ekonomik ve siyasi çıkarları gereği olarak Osmanlı Devletini desteleme politikasını terk ederek, tarafsızlığa yönelmesinin Rusya’nın Osmanlı Devletine savaş açmasını özendirdiği ortadadır. Bu savaşın Osmanlı Devletine getirdiği insani, sosyal ve ekonomik maliyeti ise çok büyük olmuştur. Bu maliyetlere biraz sonra değineceğim.
Osmanlı Devletinin Sırp ve Bulgar isyanlarını kısa sürede bastırmada başarısız olması ve bu arada düzenli ordu birliklerini kullanmadaki gecikme ve sıkıntılar, Avrupa’da ve özellikle de İngiliz kamuoyunda Osmanlı karşıtı hava oluşturulmasını kolaylaştırmıştır. Böyle bir ortamda, Disraeli’nin, Osmanlı Devletine desteğini çekmek zorunda kalması, Rusya’nın 24 Nisan 1877 günü Osmanlı Devleti’ne savaş ilan etmesine uygun bir ortam hazırlamıştı. Şimdi bu bilgiler ışığında 1877-1878 Osmanlı Rus savaşının Osmanlı Devletine ve Rumelinde yerleşik Türk nüfusuna yaşattığı trajediye kısaca göz atabiliriz.
Ancak buna geçmeden önce, ileride yer alan bazı olayları anlamaya yardımcı olacak, kısa bir bilgiye kronolojik açıdan bu aşama değinmek istiyorum.
İngiliz Parlamentosu’nda görüşülen önemli bir konu
Avam Kamarasında, Sırbistan ve Bulgar isyanlarına ilişkin görüşmeler temposu düşük olarak devam ederken, 16 Şubat 1877 günü milletvekili Serjeant Simon Dışişleri Bakanlığına bir soru yöneltmiştir. Tutanaklara göre, adı geçen, “Önde gelen gazetelerden birinde, devam etmekte olan barış görüşmeleri sırasında, Osmanlı Devleti’nin Sırbistan’a Hıristiyan Ermeniler ile Musevilere Sırplarla eşit vatandaşlık hakkı tanımasını şart koştuğu ve bunun Sırplar tarafından reddedildiğinin yazıldığını, bunun doğru olup olmadığını” sormuştur[159].
Dışişleri Bakanlığı Siyasi Müsteşarı Robert Bourke’nin, soruya verdiği yanıtın yaptığım çevirisi şöyledir. “Efendim, Majestelerinin Hükümeti’nin konu hakkında net bir bilgisi yoktur. Ancak İstanbul’daki İşgüderinden gelen bilgilere göre, Osmanlı Devleti’nin Sırbistan’a önerdiklerinden birisi Musevi ve Ermenilerin medeni ve inanç özgürlüğünde yerli Sırplarla eşit olmalardır. Majestelerinin Belgrat’taki temsilcisi Bay White’a Osmanlı Devleti ile Sırbistan arasında uzlaşıya varılabilmesi için azami çabayı göstermesi bildirilmiştir. 14 Şubat’ta verdiği yanıtta Sırbistan’ın Osmanlı Devleti’nin bazı önerilerini kabul ettiğini, Musevilerin durumunun gelecekte çıkarılacak yasalara bağlı olduğunu belirtmiştir. O günden sonra öğrendiğimize göre, Sırp parlamentosu toplanmak üzeredir ve Musevilerin Sırbistandaki gelecekteki durumu, yasama organından çıkarılacak yasada belirlenecektir. Sayın soru sahibine anımsatmama gerek yoktur ki, Majestelerinin Hükümeti, Sırbistanda ve Romanyada Musevilere daima adaleti sağlamak için elinden en iyisini yapagelmiştir. Meclis ve sayın üye, Majestelerinin Hükümetinin, Sırp Hükümetine bu konudaki görüşlerini sürekli olarak ve ısrarla belirtmek için her fırsatı kullanacağından emin olmalıdırlar.[160]” Yanıttan da açıkça görüldüğü üzere, Müsteşar, sorunun Musevilerle ilgili bölüme ayrıntılı yanıt verirken, Ermeniler konusuna hiç değinmemesi üzerinde düşünülmesi gereken bir durumdur.
Osmanlı Rus Savaşı’nın sonuçları
Büyükelçi ve tarihçi Bilal Şimşir, Rusya’nın Osmanlı Devletine savaş ilan etmeden önce, Bulgaristanda kurulacak idari yapılanmaya ilişkin ayrıntılı çalışmalar yaptığını ve 16 Kasım 1876 günü “Bulgaristan Mülki İdare Teşkilatını” kurduğunu ve başına da Çar’ın emri ile koyu bir Panslavist olan Vladimir Aleksandroviç Çerkaski’nin getirildiğini belirtmektedir[161].
31 Mart 1877 günü altı Avrupa Devleti (İngiltere, Fransa, Almanya, Avusturya, İtalya ve Rusya) Londra’da imzaladıkları bir protokol ile, Osmanlı Devleti ile Sırbistan arasında imzalanan barışı senet olarak kabul ettiklerini Karadağ’ın sınırlarının düzeltilmesini, Bosna, Hersek ve Bulgaristan’da reformlar yapılmasını önermişlerdir. Hıristiyan uyrukları durumu düzeltilmeyecek olursa onların huzur ve güvenini sağlayacak önlemleri Osmanlı Devleti ile müzakere etme hakkını saklı tuttuklarını kararlaştırmışlardır[162]. Osmanlı Devleti, kendisine 3 Nisan 1877 günü sunulan Protokol hükümlerini, “hak ve bağımsızlığı ile toprak bütünlüğüne dokunmayan reformları yapacağını ileri sürerek reddetmiştir.[163]”
Rusya, Osmanlı Devleti’ne 24 Nisan 1877 günü savaş ilan etmiştir. İngiltere, Mayıs ayı başında tarafsızlığını ilan etmiş ve Osmanlı Devleti’ne de kendisinden yardım beklememesini bildirmiştir[164]. Rus ordusu 22 Haziran’da Tuna Nehrini geçmiş, Plevne’de ciddi direnişle karşılaşmasına rağmen kale 10 Aralık’ta düşmüştür. Bulgaristan’ın geniş ölçüde (zira Şumla, Varna ve Burgaz kaleleri direnmeye barış Antlaşması imzalanana değin sürdürmüştür) işgali Aralık sonuna kadar sürdükten sonra ilerileyen Rus ordusu 20 Ocak 1878 de Edirne’yi ele geçirmiştir. Bu arada Sırplar da savaşa katılmış ve Vranya’da Osmanlı ordusunu bozguna uğratarak, Ruslarla bağlantı kurmuştur. Bu sırada Karadağ’lılar da Adriyatik kıyılarına kadar olan toprakları ele geçirmiştir.
McCarthy, Rus ordusunun Bulgaristanı işgali sırasında Müslüman halka yaptığı kıyımlara ilişkin birçok örnek vermektedir. Bunlardan birisini buraya alıntılamak istiyorum. “Müslüman sivilleri öldürenlerin çoğunlukla Rus askeri olduğu anlaşılmaktadır. Süvari kılıcından başka şekilde meydana gelmesi imkânsız olan yaralar, mültecilerin anlattıklarını doğrulamıştır. İstisnalar dışındaki sorumlular, köylere saldırıp askerî birlikler halinde katliam yapan Kazaklardı. Rus askerî birlikleri tarafından yapılan katliam, ırza geçme ve talanın tamamına bakıldığında, bu davranışların, Rus kumandanların emriyle yapıldığı anlaşılıyor.[165]”
Osmanlı Rus barış görüşmelerinin başlayacağı sırada, İstanbul Ermeni Patriği ve diğer Ermeni önderleri Ruslara başvurarak, Sivas, Van, Muş ve Erzurum vilayetlerine özerklik verilmesini ve bu vilayetlerin Rus işgali altında tutulmasını istemişlerdir[166]. Ayastefanos (Yeşilköy) Antlaşması’na konulan 16 ıncı maddede şu hüküm yer almıştır. “Ermenistan’da Rusya askerinin tahtı istilasında bulunup Devlet-i Aliye’ye iadesi lazım gelen mahallerin tahliyesi oralarca devleteynin (iki devletin) münasebat-ı hasenesine (iyi ilişkilerine) muzır karışıklıklara mahal virebileceğinden Devlet-i Aliye Ermenilerin mütemekkin (oturduğu) olduğu eyaletlerde menafi-i mahalliyenin (yerel çıkarlarının) icab itdiği islahat ve tensikatı (düzenlemeler) bila ifate-i vakt (zaman kaybetmeksizin) icra itmekliği ve Ermenilerin Kürdlere ve Çerkeslere karşu emniyetlerini istihsal itmekliği teahhüt ider.[167]” Bu metin Berlin Antlaşmasına da 61. Madde olarak girmiştir. Daha önce yapılan Antlaşmalarda da Osmanlı Devleti’nin reform yapacağına ilişkin hükümler yer almıştır. Ancak bu antlaşma ile ilk defa bir uyruğunu diğer iki uyruğuna karşı koruma yükümlülüğü altına girmiş bulunmaktadır. Maddenin Berlin Antlaşmasında yer alması öncesinde, Ermeni Patriği, İngiliz Büyükelçisi Layard aracılığı ile 18 Mart 1878 günü, İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Salisbury’ye bir mektup ve ekinde dört sayfalık bir memorandum göndermiştir[168]. Patrik mektubunda ve eki memorandumda, özetle, Anadolu’daki Ermenilerin, asırlardan beri Rumlar ve Bulgarlardan daha kötü koşullar altında yaşadıklarını, zulüm gördüklerini ve kırıma uğradıklarını ileri sürmüş ve Osmanlılarla eşit konumda yaşayıp Sultanın sadık uyrukları olmaya devam etmek istediklerini belirterek, Ermenilere Lübnan’da diğer Hıristiyanlara tanındığı gibi otonom bir idare altında ve Ermeni yöneticiler tarafından yönetilme hakkının verilmesini talep etmiştir. Görüldüğü üzere, Balkan Savaşı sonrasında Ermeni Patriği hem Ruslar hem de İngilizler nezdinde özerklik girişiminde bulunmuştur.
Bu antlaşma maddesi ilerleyen yıllarda yabancı devletlerin Doğu Anadolu’ya yönelik sıkça Osmanlı Devletini uyarma ve eleştirilerine de yol açtığını gelişmeler göstermiştir.
1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı, Osmanlı Devleti bakımından büyük toprak kayıplarına yol açması yanında çok ciddi boyutta sosyo-ekonomik maliyet de getirmiştir.
Bu sosyo-ekonomik maliyetlerden ilki, Bulgaristan’daki Türklerin kıyıma uğramaları yanında zorla göçe zorlanmalarıdır. Bulgaristan’ı işgal eden Rusya, ordusu ve yönlendirdiği Bulgar yönetimi ile birlikte yaklaşık yarım milyon Türkün ölümüne yol açtığı gibi bir milyon Türkün de köylerini, tarlalarını, hayvan sürülerini terk ederek ve tek kuruş tazminat almaksızın göçmesini[169], aynen geçmişte Kafkasya’da Çerkezlere, Abazalara, Çeçenlere ve Dağistanlılara uyguladığı yöntemlerle yurtlarını ölüm tehdidi altında terkettirmiştir. Bu konuda arşiv belgelerine yansıyan şu ifadeyi de okurların bilgisine sunmak isterim. “Sivil halkın Rus askerleri tarafından boğazlanmasındaki asıl amaç, Türk köylüleri arasında korku salıp, onları perişan halde Rus ordularının önü sıra kaçmalarını sağlamaktı. Böylece Osmanlı ordusunun önünde bir engel teşkil edeceklerdi. Bu açıdan Ruslar çok başarılı oldular. Türk göçmen yığınları yolları dordurup askerlerin hareket sahasını kısıtladılar. Askerlerle ordunun donanımlarının cepheye taşıması gereken vagonlar, Müslüman göçmen taşımakta kullanıldı.[170]” Zorla göçe zorlanan Türklerden boşalan topraklara Slav Bulgarlar yerleştirildiği gibi, komşularının da Türklerin topraklarına, toprakta kalan ürünlerine, hayvanlarına el koymalarına göz yumulmuştur. Bu konudaki uygulamaların ayrıntısına Bilal Şimşrir’in ve Justin McCarthy’nin son notlarda yer alan kitaplarından ulaşılabilir.
İkinci büyük sosyo ekonomik maliyet ise, genelde tarih kitaplarında pek yer verilmeyen hastalık salgınlarının yaşanması ile ortaya çıkmıştır. Yukarıda da değinildiği üzere, Osmanlı Rus savaşı sırasında bir milyon dolayında Türkün yerini yurdunu bırakıp kaçmaya başlaması, bir yandan beslenme sorunları yaşamalarına yol açarken, diğer yandan salgın hastalıkların ortaya çıkmasına da neden olmuştur. Hikmet Özdemir kitabında bu konuda şu saptamayı yapmıştır: “1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı mültecileri arasında salgın hastalıklardan ölenlerin sayısı, Ruslar ve Bulgarlar tarafından öldürülenlerin sayısından fazladır. Tifüs, tifo ve pek çok kez de çiçek hastalığı, mültecilerin yığıldığı her yerde görülmüştür. Edirne’deki 45 bin mülteciden 16 bini tifüse yakalanmış ve her gün 100 ile 120 arasında ölüm olmuştur. İstanbul’a gelen yüzbinler, korkunç çileler çekmişlerdir. Bab-ı Ali’nin istemi üzerine durumu inceleyen yabancı hekimler, 1878 Nisan’ında İstanbul’a 180 bin mültecinin ulaştığını, 60 binin başka yörelere taşındığını, 18 binin öldüğünü rapor etmişlerdir.[171]” Bu kitapta, ayda 18 bin kişi dolayında hastalıktan ölenlerin olduğu bir ortamda, ölü gömme işinde de çok ciddi sorunlar yaşandığı ayrıntısı ile anlatılmaktadır. İstanbul’un 1885 yılındaki nüfusunun 873,565 kişi olduğu anımsandığında[172], savaş koşullarının sürdüğü bir ortamda, çok kısa sürede 180 bin (nüfusunun 180,000/873,000= yüzde 20.6 sı) boyutunda içlerinde bulaşıcı hastalıklı insan da olan bir mülteci akının İstanbul’da nasıl bir kaosa yol açtığı kolayca tahmin edilebilir.
Üçüncü sosyo ekonomik sorun ise, Rumeli’den İstanbul’a oradan da diğer kentlere sevk edilen sığınmacıların barındırılması, yerleştirilmesi, beslenmesi ve yaşama tutunabilmeleri bakımından toprak verilmesinde yaşanmıştır. Aynı dönemde Doğu cephesinde de Rus ordusunun önünden kaçanların diğer Anadolu kentlerine gelen sığınmacıların iskânında yaşanan sorunların boyutu tahmin edilebilir. Sığınmacıların diğer kentlere iskânı sırasında bu kentlerde de salgın hastalık sorunlarının yaşanmasına neden olmuştur.
Dördüncü sorun ise, esasen ülkede sayısı çok az olan doktorların da bu salgınlarda önemli kayıp vermesi olmuştur. Özdemir bu konuda kitabında şu bilgiyi vermektedir: “Bu savaşta Doğu Cephesi’nde Erzurum Hastahaneleri tıklım tıklım dolmuş, Türk ve sözleşmeli yabancı hekimlerden hastalığa tutulmayan hiç kimse kalmamış ve Erzurum’da Ordu Baştabibi Miralay Yusuf Ziya dahil, hekimlerin yarısı ölmüşlerdir.[173]”
Beşinci sorun ise, Doğu Anadolu’da Ermeni sorunlarının başgöstermesi olmuştur.
Ermeni sorununun başlaması
Osmanlı İmparatorluğundaki Ermeni toplumu mesleklerine ve gelirlerinin temel kaynağına göre şu ana gruplar etrafında toplanabilir[174]. Ruhbanlar, bunlar Ermeni Kilisesinin yönetminde bulunan yüksek konumlu din adamları ile kiliselerde görev yapan papazlardan oluşmakta idi ve Ermeni toplumu üzerinde etki ve yetkileri de çok yüksekti. Bu grup gelir düzeyi bakımından da en yüksek tabaka içerisinde yer alırdı. İkinci grup, Sarraflar, bankerler, iç ve dış ticaretle ve kentlerde zanaatkârlıkla uğraşanlardan oluşmakta ve gelirleri en yüksek düzeyde idi. Üçüncü grup, devlet kadrolarında çalışanları içermektedir. Dördüncü grubu ise ülkenin her tarafına dağılmış olmakla birlikte büyük ölçüde Doğu ve Kuzeydoğu Anadolu’da yerleşik tarımla uğraşan köylü kesimi oluşturmakta idi. Beşinci grup ise dağlık bölgelerde yaşayan o nedenle de kolluk kuvvetlerinin denetiminden uzak kalanlardan oluşmaktaydı.
Bu gruplardan devletin yüksek rütbeli kadrolarında çalışan Ermeniler ile ilgili olarak, tarihçi Ord. Prof. E. Ziya Karal şunları kaydetmiştir. “Bilhassa Yunan isyanlarından sonra ve Gülhane Hattını müteakip (ardından) Sarayda, Hariciye Nezaretinde (Dışişleri Bakanlığında) evvelce Rumlar tarafından görülen işler Ermenilere verilmeye başlanmıştır. Abdülhamit II Ermenilerin saray ile münasebetleri hakkında şunları anlatmaktadır: ‘Babam Sultan Mecid zamanında bilirim, kilercilere varıncaya kadar Ermeni idi. Hassa Hazinesinde (Padişahın özel Hazinesi) Artin Paşalar, Gümüş Gerdanlar vardı Eski bir aile bilirim, validemin terzisi idi. Adeta harem Ağaları vazifesi onlara verilmişti. Bütün vüzera (vezirler-bakanlar), kübera (büyük ve önemli kişiler)konaklarında Ayvazlar (büyük konaklarda mutfak ve yemek işlerinde çalışanlar) mutemetler onlara verilmişti. Pederim her hafta Gümüş Gerdanlar ailesine gider orada yemek yerdi. Onlar da gelirler Haremi hümâyunda kalırlar yatarlardı.’ Islahat Fermanından sonra ise devletin birinci sınıf hizmetlerine getirildikleri görülmüştür. Nitekim Vali, Genel Vali, Müfettiş, Elçi ve hattâ Nazır (Bakan) tayin edilmişlerdir.[175]”
Sultan Abdülhamid II döneminde 1883-1908 arasındaki 25 yıl boyunca padişahın özel Hazinesi olan Hazine-i Hassa Nezaretini Bakan sıfatı ile sırasıyla, Agop Paşa, Mikael Portakal Paşa ve Ohannes Paşa yönetmişlerdir[176].
Tablo 1
Osmanlı Devletinde 1879 yılında kamu kurumlarında yüksek rütbeli görevliler |
||||
Yüksek Rütbeler | Sayılar | Rütbeler | Sayılar | |
Müşir (Mareşal) | Müslüman 101, Rum 6, Ermeni 2 | Tophane Bakanlığı
(Tophane Müşirliği) |
Müslüman 116, Katolik ve yabancı 2 | |
Bâlâ | Müslüman 34, Rum 5, Ermeni 5, Katolik ve yabancı 2 | Polis Bakanlığı (Zaptiye Nezareti) | Müslüman 113, Rum 4, Ermeni 3, Katolik ve yabancı 16 | |
Kul Evveli (Oula Eweli) | Müslüman 114, Rum 7, Bulgar 1, Ermeni 5, Katolik ve yabancı 5 | Maden ve Orman İdaresi | Müslüman 17, Rum 1, Ermeni, Katolik ve yabancı 2 | |
Rumeli Beylerbeyliği | Müslüman 53,Rum 1, Ermeni 1, Katolik 1 | İl İdaresi veya Belediye (Prefecture de la ville) | Müslüman 63, Rum 1, Katolik 1 | |
Bakanlar Kurulu | Müslüman 13, Rum 2 | Sağlık İdaresi | Müslüman 9, Rum 2, Ermeni 3 | |
Senato | Müslüman 28, Rum 5, Bulgar 1, Ermeni 1, Katolik 1, Musevi 2 | Vilayetlerdeki Kapu Kethüdaları | Müslüman 19, Ermeni 1 | |
Saray Emrindekiler | Yargıçlar, Akademistenler, Askeri Tıp | |||
Saray | Müslüman 73, Rum 2, Ermeni 1, Katolik 1 | İstanbul Mahkemeleri Üyeleri | Müslüman 109, Rum 11,
Bulgar 1, Ermeni 13, Katolik 1, Musevi 1 |
|
Vezir-i Azamlık
(Başbakanlık) |
Müslüman 42, Bâlâ rütbeli Müsteşar (sous-secretaire d’Eta) Müslüman 9, Ermeni 3 | Devlet okullarında öğretmen | Müslüman 331, Rum, 8, Bulgar 1,Ermeni 6, Katolik ve yabancı 42 | |
Bakanlıklarda Bölüm başkanları | Müslüman 64, Ermeni 5, Katolik 2 | Askeri Tıp akademisyenleri | Müslüman 293, Rum 19, Bulgar 1, Ermeni 11, Katolik ve yabancı 18, Musevi 2 | |
Dışişleri | Müslüman 36, Rum 1, Ermeni 11, Katolik 1 | Donanma Tıp akademisyenleri | Müslüman 27, Rum 1, Katolik ve yabancı 2 | |
İçişleri Bakanlığı | Müslüman 1, Ermeni 1 | İl İdareleri | ||
Danıştay | Müslüman 45, Rum 3, Ermeni 3, Katolik 1, Musevi 1 | Vali | Müslüman 29, Rum 1 | |
Adalet Bakanlığı | Müslüman 25, Ermeni 2 | Mutasarrıf ve Kaymakam | Müslüman 75, Rum 2, Katolik ve yabancı 2 | |
Bayındırlık Bakanlığı | Müslüman 16, Rum 1, Ermeni 2, Katolik 6 | Vilayetlerde yüksek görevliler | Müslüman 472, Rum 8, Bulgar 1, Ermeni 4, Katolik ve yabancı 5 | |
Maliye Bakanlığı | Müslüman 72 | Yabancı ülkedeki diplomatik temsilciler | ||
Gümrük İdaresi | Müslüman 38 | Misyon Şefi | Müslüman 7, Rum 3 | |
Eğitim Bakanlığı | Müslüman 24,Rum 2, Ermeni 1, Katolik ve yabancı 3 | Katip ve Ateşe | Müslüman 16, Rum 9, Bulgar 1, Ermeni 4, Katolik ve yabancı 3 | |
Vakıflar Bakanlığı | Müslüman 31 | Konsolosluklar | Müslüman 14, Rum 11, Ermeni 5, Katolik ve yabancı 11 | |
Hazine-i Hassa İdaresi | Müslüman 21, Rum 1 | |||
Ticaret ve Tarım Bakanlığı | Müslüman 24, Rum 1, Ermeni 13, Katolik 1 | |||
Defterdarlık İdaresi | Müslüman 17 | |||
Posta Telgraf Bakanlı. | Müslüman 50, Rum 2, Ermeni 1, Katolik 7 | |||
Harbiye Bakanlığı | Müslüman 247, Rum 4, Ermeni 3, Katolik 1 | |||
Donanma Bakanlığı | Müslüman 185, Rum 4, Ermeni 8, Katolik ve yabancı 8 |
Kaynak: Bilal Şimşir, British Documents on Ottoman Armenians Volume 1 (1856-1880), sayfa 611-614, İngiliz Büyükelçisi A.H. Layard’dan Dışişleri Bakanı Marki Salisbury’ye 27 Kasım 1879 tarihli yazı eki No. 314, Extract from the “Phare du Boshpor”.
Osmanlı Devletinde yüksek rütbe ile görev yapan diğer Ermeni uyruklar konusunda, İngiliz Büyükelçiliğinin 1879 tarihli Salname’den alınarak Londra’ya gönderdiği bilgiler yukarıdaki Tablo 1 de yer almaktadır. Tablo’da yer alan veriler, yüksek rütbeli görevlerde bulunan Müslüman, Rum, Ermeni, Bulgar, Musevi ve Katolik uyruklarla yabancıları kapsamaktadır. Diğer kamu görevlileri bu rakamlara dahil olmadığı için onların uyruklar arası dağılımı konusunda bilgi bulunmamaktadır. Ayrıca bu bilgiler sadece 1879 yılına ait olduğu için diğer yıllarda bu dağılımın ne yönde ne kadar değiştiğini aramak ayrı bir çalışma konusu olabilir.
Sonyel, Osmanlı Devletinde yüksek kademede görev yapmış Ermeniler konusunda şu bilgileri vermektedir. “Osmanlı İmparatorluğu’nda 29 Ermeni paşa vardı. Hariciye, Maliye, Hazine, Nafia (Bayındırlık) ve Posta Telefon bakanlıkları dahil 22 bakan, 4 ayan azası, 1876 Osmanlı Parlamentosu’nda 10 kadar milletvekili ve 5 müsteşar Ermeniydi.[177]” Aynı kaynakta, 1868 yılında Nafia (Bayındırlık) Bakanlığına ilk defa bir Ermeninin getirildiğini de belirtmektedir[178].
Fuat Paşa’nın Vasiyetnamesinde Ermenilere ilişkin olarak yer verdiği öneriyi bu aşamada anımsamak bundan sonra yer alacak bilgileri değerlendirmeye yardımcı olacaktır. “Bab-ı Ali, Ermenilerin Ortodoks Kilisesi ile birleşmesi için yürütülen entrikalara asla izin vermemelidir. Hıristiyan uyruklularımızı ruhban etkisinden kurtararak, insanların bir arada uyum içinde yaşaması için çok iyi düşünülmüş felsefi anlayışa özendirmek belki daha akıllıca olur.”
Osmanlı Devletinde yukarıdaki bölümlerde de açıklandığı üzere, toprak rejiminin, genel olarak idarenin ve bu bağlamda vergi toplama düzeninin ve ayrıca yargının bozulması ülkenin her tarafında ve toplumun her kesiminde kendisini hissettirmiştir. Bu durumun, İstanbul’dan uzaklığa göre daha da arttığı anlaşılmaktadır. Bu bozulmaya ilişkin olarak Osmanlı aydınlarının ve yöneticilerinin gözlemlerine yukarıda iki ayrı zaman dilimine ilişkin olarak yer vermiştim.
Osmanlı Devleti’nin tımar sisteminden vaz geçerek, mültezimler eli ile vergi toplaması hem Müslüman hem de Hıristiyan uyruklarını özellikle kırsal kesimde en fazla rahatsız eden konuların başında yer aldığı için bu konu ve bu uygulamada kilit rol oynayan sarrafların etkisi üzerinde de kısaca durmak istiyorum. Osmanlı Devleti vergileri devletin görevlileri yerine mültezim denilen aracılar eliyle toplama uygulamasına geçerken bu düzenin Hazine gelirlerinde aksamadan yürümesi ve bu görevin doğru kişilere verilmesini güven altına almak için, mültezimlerin Devletçe güvenilir kişileri kefil göstermeleri kuralını da koymuştu. Bunun doğal sonucu olarak, o günün koşullarında, güvenilir kefil, mali güçleri bakımından büyük ölçüde sarraflar arasından bulunabilmekteydi. Sarraflar, mültezimlere kefil olma yakında, onlar adına Hazine’ye taahhütlerde de bulunmaya başladılar[179]. Bu yöntemle, mültezim ödemeleri aksattığında, sarraf bu ödemeyi yerine getirmek durumundaydı. Böylece Hazine’ye nakit akışında aksama en düşük düzeye indirilmiş oluyordu. Bu konuda makale yazan Koyuncu, 18 ve 19 uncu yüzyıllarda İstanbul’daki sarrafların hemen tamamının gayrı Müslüm olduğunu ve bunların da yüzde 85 inin Ermeni olduğunu belirtmektedir[180]. Bu sarraflar, kamu yönetiminde görev alanların yanında, büyük nüfuz sahibi kişilerin de servetlerini işleterek yönetmekteydi. Bu durum, sarrafların yönetim üzerinde nüfuz sahibi olabilmelerini de sağlıyordu[181]. Büyük nüfuz sahibi kişilerin bir kısmı mültezimlik görevi de yapmaktaydı. Sarraflar ayrıca, taşradaki mültezimlere de kefil oldukları zaman onların İstanbul’daki “kethüdası” rolünü de üstleniyorlardı. Mültezimlerle Hazine arasındaki işlemlerin düzenli işlemesini sağlayan sarraflar, Ermeni cemaatinin önde gelen isimleriydi.
Tanzimat Fermanı ile birçok yeni düzenleme getirilmiştir. Bunlardan birisi de iltizam usulünün kaldırılmasıydı. İltizam sisteminin kalkmasının sarraflar üzerindeki etkisini yazar Saro Dadyan şöyle açıklamaktadır; “1839 yılında Sultan Abdülmecid’in tahta çıkması ve Tanzimat Fermanı’nın ilanı ile birlikte de Amiraların cemaat içerisindeki bu taleplere karşı yapacak fazla bir şeyi kalmadı. Zira, ferman Amiraların en büyük gelir kaynağı olan iltizam sistemini ortadan kaldırıyordu. Bunun yanı sıra daha önce vergiden muaf tutulan İstanbul dışındaki manastır, kilise ve dini müesseselerden de artık vergi talep ediliyor ve cemaat daha büyük mali külfet altına giriyordu. Bu mali zorluktan kurtulmak için Amiralardan medet uman Patrik Hagapos herhangi bir yardım göremedi. …[182]” Aynı makalede, İkinci Mahmud’un kılık kıyafetle ilgili düzenlemelerinin de Amiraların Osmanlı Devleti’nin üst tabakasını oluşturan diğer birçok kişilerle birlikte bazı ayrıcalıklarını kaybettiklerinden de söz edilmektedir[183]. Bu ifadelerden anlaşıldığı kadarı ile, Amiraların iltizam sistemindeki kazançları çok büyük boyutlara ulaştığı için, Ermeni cemaati için yaptıkları çeşitli yardımlara ek olarak, Patrikliğe önemli maddi destek sağlama yanında, Devlet yönetimi nezdinde destek de sağladıkları anlaşılmaktadır.
1856 Islahat Fermanı ile cemaatlere ayırım yapılmadan kamu görevlerinde çalışabilme olanağı sağlandığı gibi, cemaatler arasındaki uyuşmazlıkların karma ortak mahkemelerde görüşülüp karara bağlanması kuralını getirmiş, gayrımüslimlerin Müslümanlar gibi askerlik görevi yapmaları veya belirli bir bedel ödemek kaydıyla bu yükümlülükten bağışık kalma hakkını da veriyordu. Bunların yanında, Nizamname-i Millet-i Ermeniye belgesi ile de 24 Mayıs 1860 tarihinde Ermeni Meclis-i Millisini oluşturup, kendi kendilerini yönetme hakkını da elde etmişlerdi[184]. Aslında bu bu cemaatin Anayasası niteliğinde idi, bu sistem hakkında daha ayrıntılı bilgi edinmek isteyenler, Sonyel’in kitabına başvurmalıdır.
Ermeni cemaatinin Osmanlı Devletindeki konumu hakkında bu özet bilgiler ışığında, Ermeni sorunun ortaya çıkışı ve büyümesini daha iyi anlayabilmek için, Osmanlı-Rus Savaşı öncesinde, sırasında ve sonrasında, İstanbul’daki İngiliz Büyükelçiliği, çeşitli kentlerdeki Konsoloslarının Londra’ya gönderdikleri bilgiler ile oradan aldıkları talimatlardan bazılarından kısa aktarmalar ve alıntılar yapmak istiyorum.
İngiltere’nin Trabzon Konsolosu Palgrave 1867 yılı sonları ile 1868 yılı başlarında, Hıristiyanların; Rumların, Protestan ve Katolik Ermenilerin şikayetleri konusunu araştırmak üzere, Erzurum çevresindeki Kars, Ardahan, Amasya, Çorum’dan başka fanatik Türk merkezleri olduğu iddia edilen Sivas, Kayseri ve Kastamonu’yu gezdiğini, sualler sorup aldığı yanıtlar ışığında bir rapor hazırlayıp yetkili mercilerine 30 Ocak 1868 günü göndermiştir[185]. Rapor’da kişilere yapılan hakaretler ve yargıdaki adaletsizlikler konusunda örneklerle bilgi verildiği gibi genel değerlendirmeler de yapılmıştır. Palgrave’in raporundan bazı alıntılar yapmak istiyorum. Bu ve bundan sonra yapacağım alıntıların sonuna paratez içinde yer alacak sayfa numaraları alıntı yapılan belgenin ilgili sayfalarını gösterecektir. “Küfür edenler ile karşılıklı hakaretlerde bulunanların Hükümetçe cezalandırılmasında, böyle davranan Müslümanlara verilen cezaların, aynı davranışı sergileyen Hıristiyanlardan daha ağır cezaler verildiğini gördüm (sayfa 50).” “Bir Hıristiyan’ın diğer bir Hıristiyandan şikayetçi olduğu davalarda şikayetçinin kardeşi Hıristiyanı incitmek için Osmanlı yönetimini kullandığını gözlemledim. Bu konuda Ankara’nın Akdağ kazasından bir örnek verilmektedir (sayfa 51).” “Yüksel kademelerdeki zafiyet veya kötü yönetime ilişkin davalarda Hıristiyan ve Müslümanlar aynı şekilde zarar görmüşlerdir. Ancak çoğu kez ve sıklıkla Müslümanlar daha fazla zarar görmüştür. Bu durum inançlar veya fanatik davranışlarla da ilgili değildir (sayfa 51).” “Halen silah altında ve yedek olarak askerlik yükümlülüğü tamamen ve yalnızca Müslümanlar üzerindedir. Hıristiyanlar, askerlikten muaf olmak için Hazine’ye küçük aslında önemsiz bir miktarda ‘askerlik bedeli’ veya ‘götürü hizmet vergisi’ öderler. Bu ödeme, muafiyetin kendilerine sağladığı gerçek değerin yanında çok önemsiz kalır. Bu ödeme, onların Müslüman arkadaşlarının zorunlu askerlikteki yardımsız omuzlarına yüklenen yükü ve çektikleri sıkıntılara dengeleyecek boyutta değildir. Bu durum, Müslüman nüfusun oransal olarak azalırken, Hıristiyan nüfusun artmasının arkasındaki gerçektir. İmparatorluğun bütün ‘verimsiz’ işleri Müslümanların üzerindedir. Bu adaletsizliğin çığlığıdır ve ciddi olarak üzerinde durulması ve süratle düzeltilmesi gereken bir durumdur (sayfa 51).” “Müslüman nüfus, Merkez’de kesinlikle temsilcisi olmayan, İstanbul’daki Hükümet’ten kopuktur. Sultan’ın Müslüman uyrukları isteklerini ve karşılaştıkları sorunları bildirebilecekleri kimse yoktur. Buna karşılık Hıristiyanlar başkentte ve İmparatorluğun her yerinde başvurabilecekleri birçok istinaf mahkemeleri, şikayetlerini aktarabilecekleri konsoloslar, kurumlar ve bazen de büyükelçilikler vardı. Gerçekten de bunlar, onların yakınmalarını dinleyen, şikayet etmediklerinde de bu yakınmaları üretenlerdi (sayfa 52).” Bu satırları okurken, muhtemelen ben bunları daha önce okumuştum duygusuna kapılmış olabilirsiniz. Çünkü benzeri ifadeleri, 14 nolu sonnota konu olan, Yunan isyanı bölümünde Finlay’den yaptığım alıntıda da okumuştunuz.
Ermeni sorununu başlatan nedenleri anlamaya yönelik olarak alıntı yapmak istediğim diğer bir belge de, İngiliz Büyükelçisi Layard’ın Dışişleri Bakanına gönderdiği Doğu Anadolu’da Rus egemenliğinin artmasının İngiliz çıkarlarını nasıl etkileyeceğine yönelik değerlendirmelerine ilişkin 4 Aralık 1877 tarih ve 1444 sayılı yazısıdır[186]. “Bu sorun, tek başına değilse bile özellikle İngiltere’nin çıkarlarını etkileyecektir. Soruna, Osmanlı Devleti ile Rusya arasındaki barış koşullarını belirlemede söz sahibi olan kıta Avrupası Devletleri ilgisiz görünmektedir. Rusya’nın ‘sınırlarını düzeltmesi’, yaygın olarak kullanılan beylik ifade ile sınırları berbat etmesi, topraklarına Asyadan bir vilayet eklemesi, o devletlerce pek de önemli görülmeyebilir, fakat bu durum İngiltere için yaşamsal bir önem taşımaktadır. Rusya’nın Ermenistan’ı ele geçirmesi veya bu toprakların tümünü etkileyebilecek bir parçasını elde etmesi bizim çıkarlarımız ve Doğu’daki etkimiz bakımından tehlikeli olacaktır, bunu sadece biz önleyebiliriz. … Rusya’nın Ermenistan’ı veya onun doğusunu kendi topraklarına katması dört açıdan değerlendirilebilr; birincisi, Orta Asya ve Hindistan’daki Müslümanlar üzerindeki etkisi, ikincisi, Rusya’nın İran ve Anadolu’da yeni topraklar ele geçirmesinde sağlayacağı olanaklar, üçüncüsü, bizim Hindistan ile doğrudan temas edebilmemiz üzerindeki etkisi ve dördüncüsü, İngiltere’nin ticareti üzerindeki etkileri (sayfa 135).” “Sultan’ın Asya’daki topraklarının önemli bir kısmını ordusunun yenilerek, Rusya’nın ele geçirmesinin Orta Asya ve Hindistan’daki Müslümanlar üzerindeki olası etkisini ancak bana dolaylı yollardan gelen bilgiler çerçevesinde değerlendirebilirim. Bu konularda yetkin kişiler olarak kabul edilen Kaşgarlı Yakup Bey ve diğerlerinden edindiğim bilgilere göre ki şu anda duyguları Rusya ve İngiltere konusunda bir parça etkilenmiş olabilir. Bu kişiler, Kars’ın düşmesi ve Ermenistan’ın ele geçirilmiş olması Rusya’nın direnilmez gücü olduğu ve İngiltere’nin Doğu’daki bu gelişmelere karşı çıkabilme gücünün olmadığını anlayışını güçlendireceği ve sonuç olarak İngiltere’nin Hindistan’daki yönetimi için çok tehlikeli olacağı konusunda hem fikirlerdir. Türkler böyle düşünmektedirler. Türk gazeteleri de bu düşünceleri güçlü bir dille yazmaktadır (sayfa 136).” “Gerçekten, Batum ve Kars’ın Rusların eline geçmesi, onlara bütün Batı Asya’nın fiili denetimini verecektir. … Bu savaşın sonunda Erzurum ve Trabzon Rusya’ya terk edilmese bile, Batum ve Kars’a sahip olmak ona uygun zamanın geldiğinde bu iki yeri de ele geçirme olanağını da verecektir. Ermenistan’ın elinde olması onu Anadolu’nun, Fırat ve Dicle’nin sahibi kılacaktır. Muhtar Paşa’nın ordusunun yenildiği yerde Rusların ilerlemesini engelleyecek hiçbir şey kalmamıştır, Sir Arnold Kemball’in görüşüne göre, kışın bile Erzincan’a ve ötesine hatta uygun olacağını düşünürlerse Boğaz’ın kıyılarına kadar bile gidebilirler. Diğer taraftan, eğer Van, Bitlis ve Muş istikametine veya diğer herhangi bir güzergâha Fırat ve Dicle tarafından sulanan topraklara yürümek isterlerse önlerinde ciddi bir engel yoktur. Rusya’nın işgalini Ermenistan platosunun ötesine götürmeden barış yapılabilirse, Osmanlı Devleti, Ermenistan’ı kaybetse bile, daha sonra Rusya’nın ilerlemesini önleyecek savunmasını yapılandırabilir (sayfa 136-137).” “Rusya’nın Orta Asya’daki bağımsız devletlerini kendi topraklarına katması, partizanları tarafından gerekiyordu mazereti ile haklı gösterilmeye çalışılır. … Orta Asya’da sınırlarını genişletmekte her ne kadar isteksiz görünse de, işgal ettiği toprakları korumaktan başka çaresi yoktur. İngiltere’nin de aynı şeyi Hindistan’da yapmak zorunda kaldığı iddia edilir. Bu doğru olabilir veya olamaz, ancak aynı gerekçe Rusya’nın Batı Asya’yı fethetmesi için ileri sürülemez. Osmanlı Devleti ona sorun yaratmadı, antlaşmalarına daima sadık kaldı, Rusya’nın ondan korkması için kesinlikle hiçbir şey yoktur. Rusya’nın en fazla şikayetçi olabileceği şey, kural tanımayan Kürt aşiretlerinin zaman zaman topraklarına baskınlar düzenlemesi olabilir, bu suçlarda Rusya’nın yönetimi altındaki Kürtler de masum sayılmazlar (sayfa 137).” “Hindistan’ın durumu hakkında en iyi bilgiye sahip olanlar ve Rusya’nın Orta Asya’da yaptıklarını bilenler, Rusya’nın yavaş yavaş ve hesaplı olarak Asya Devletlerini işgal ederek veya onları baskısı altına alarak sınırlarımıza doğru yaklaşmasından endişe etmektedir. Bu gelişmeler Hindistan’da bizim yönetimiz için ve dominyonlarımızdaki barışa ve yönetimimiz altındaki Müslümanlar ile bizim aramızdaki mutlu ilişkilerde tehlike yaratacak durumlara neden olabilir. Bu gelişmeler, halkın refahını olumsuz olarak etkileyecek şekilde bizim askeri varlığımızı arttırmamızı gerektirebilir. Bu durum, sadece Hindistan’ı savunma olanaklarımız değil, aynı zamanda Avrupa’daki Büyük Devlet olma konumumuzu da ciddi şekilde zafiyete uğratabilir (138).” “Fransa süratle askeri ve donanma gücünü toplamakta, dikkatini yeniden Mısır’a çevirmekte ve bu ülkedeki İngiliz etkisine yönelik kıskançlığı depreşmektedir. Fransa, Mısır’da egemenlik sağlamak için özel bazı hakları olduğunu varsaymakta ve Doğu Sorunu’nun çözümlenmesi için yapılacak herhangi bir Konferans’ta, Mısır’ın Osmanlı Devleti’nden ayrılmasını ve ortak bir koruma altına alınmasını veya kendisince uygun görünecek her hangi bir düzenleme ile İngiltere’nin o ülkedeki mevcut durumunu korumasını engellemek üzere bir teklif önermesi olasılık dışı değildir. … Fransa, Avrupa’daki büyük devletlerin desteğini veya onların ilgisiz kalmalarını sağlayabilirse, Mısır’da kendi egemenliğini kurabilmek için uzun çabalara girebilir. … Halen Süveyş Kanalı’nı serbestçe kullanabildiğimiz için Hindistan’a alternatif bir güzergah aramamız gerekmiyor. Bunun sonucu olarak, alternatif yolun geçebileceği Suriye, Mezopotamya, Dicle ve Fırat’ın vadilerinin Rusya’nın veya Osmanlı Devleti dışında bir gücün elinde bulunması bizim için pek de önemli görünmüyor. Ancak, Süveyş Kanalı’nın bize sürekli açık olacağının garantisi nedir? … Birkaç saatlik çalışma ile bir gemi kanalda batırılabilir, kanalın kıyıları hasar görebilir, açıklanan bu kazalar ile kanal geçilemez duruma düşebilir. Gerekli onarımları yapabilmemiz için Kanal’ı ele geçirmemiz ve güç kullanarak elimizde tutmamız gerekebilir. Mevcut savaşın bir sonucu olarak, İstanbul ve Çanakkale Boğazlarının Rus donanmasına açıldığı ve Osmanlı zırhlılarının Ruslar’a verildiği bir durumda, tehlikenin hangi boyutlara ulaşabileceği düşünüldüğünde, İngiltere’de bu durumun avukatlığını yapan olsa bile, hangi kamuoyu bu durumu ilgisizlikle kabul edebilir. O nedenle, Hindistan için alternatif bir güzergaha sahip olmamız büyük önem taşımaktadır. Sahip olabileceğimiz tek seçenek Dicle ve Fırat vadileridir. Ancak, Ermenistan ve bu vadilere giden güzergah Rusya’nın elinde olursa, artık o seçenek de güvenli olmaktan çıkar ve her an elimizden alınabilir. Bu bölgelerin tümüyle ve sadece Bab-ı Ali’nin tam denetiminde ve elinde kalacağından daima emin olmalıyız. Bu durumda dahi politikamızı bundan böyle Osmanlı Devletine güvenebilecek şekilde şekillendirmeliyiz. Diğer hiçbir devletin, Mezopotamya’yı ele geçirebilecek veya ona fiilen sahip olurcasına denetleyebilecek durumda olmaması haline güvenebiliriz. Örneğin Rusya’nın Ermenistan’ı işgalinin bir sonucu olarak, İran’ın Bağdat Vilayetini işgal etmesi halinde, Basra Körfezi’ne Suriye veya Anadolu üzerinden ulaşabilmemiz mümkün olamayacaktır (sayfa 139-140).” “Barış yapıldığında, Bab-ı Ali’nin dikkatinin çekilmesi gereken ilk konulardan birisi, Anadolu’dan ve Dicle vadisinden geçen ve Suriye’nin kuzey sahillerinde bir limana da bağlantısı olacak şekilde Basra Körfezini doğrudan İstanbul’a bağlayacak bir demiryolu inşa edilmesini önermektir. Osmanlı Devleti’nin olduğu kadar, İngiltere’nin de çıkarları bakımından büyük önem taşıdığına inanmak için birçok neden olan böyle bir girişim için sermaye de bulunabilir. Böyle bir demiryolunun bize yararlı olabilmesi, ancak Osmanlı Devleti’nin dostumuz olması ve yardım etmesi şartına bağlıdır. Bu demiryoluna ve denizlere egemen olmak İngiltere’ye, Hindistan için, Süveyş Kanalı’nın bağımsız olması kadar güvenli bir seçenek verir (sayfa 140).”
Bu değerlendirmeleri ve önerileri yapan İngiltere’nin İstanbul’daki Büyükelçisi A.H. Layard’ın (1817-1894) özgeçmişine de kısaca göz atarsak, 1845-1851 arasında Mezopotamya’da arkeolojik kazılar yaptığını ve Ninova harabalerini ortaya çıkardığını, 1852-1857 ve 1860-1869 dönemlerinde ise Avam Kamarasında milletvekili görevinde bulunduğunu, 1861-1866 yılları arasında Dışişleri Bakanlığında Siyasi Müsteşar olarak görev de yaptıktan sonra, 1877 de İstanbul Büyükelçiliğine atandığını ve bu görevini de 1880 yılına kadar sürdürdüğünü görüyoruz. Dolayısı ile Layard’ın değerlendirmeleri sıradan bir diplomatın görüşleri olmaktan öte, politika oluşturmada rol ve görev almış bir kişinin önerileri anlamını da taşımaktadır.
Layard’ın yazısının son bölümünde yer alan demiryolu projesi ise yıllar önce Avam Kamarasında ele alınmıştır. 3 Haziran 1834 günü Avama Kamarası, Hindistan’a erişim için Kızıldeniz veya Fırat havzası üzerinden erişimden hangisinin daha uygun olacağını belirlemek üzere bir Komite’nin görevlendirilmesi kararını almıştır[187]. Görevlendirilen Komite’nin bilgileri 4 Ağustos 1834 günü Avam Kamarasında görüşülmüştür. Buna göre, Kızıldeniz güzergahı’nın incelenmesinin yaklaşık 70,000-80,000 sterling harcama gerektireceği, buna karşın, Fırat Havzasının incelenme maliyetinin yaklaşık 20,000 sterling olduğu görülerek, Fırat Havzasının araştırılması için 20,000 sterling ödenek ayrılması kararlaştırılmıştır[188]. Araştırmayı Yarbay Francis Rawdon Chesney 1835-37 arasında yapmıştır. Raporunu Hükümete sunduktan sonra, bu konuda bir makalesi Journal of Royal Geographical Society’nin 1837 yılı sayısında yayınlanmıştır. 1850 yılında da bu incelemeleri dört ciltlik bir kitap olarak yayınlamıştır. Kitapta Mezopotamya’daki petrol pınarları konusunda da bilgiler mevcuttur.
İngiliz Dışişleri Bakanı, Berlin Antlaşmasının onaylanmasından sonra 8 Ağustos 1878 tarihinde gönderdiği talimatta Osmanlı Devleti’nin Antlaşma uyarınca Anadolu’daki Hıristiyan inançlı uyrukluların durumunun iyileştirilmesi ve korunmasına yönelik olarak alınacak aşağıdaki önlemler konusunda Sultan’dan şu yüklenimleri üstlenmesi istenmiştir.
“Sultan’ın 1. Anadolu’daki illerde Avrupalılar tarafından organize edilecek ve yönetilecek bir jandarma teşkilatı kurması, 2. Anadolu’nun en önemli kentlerinde, daha alt konumdaki mahkemeler üzerinde yetkili olacak belirli sayıda Merkezi Mahkemeler kurması, bu mahkemelerde hukuk konusunda eğitim almış bir Avrupalı üyenin bulunması ve mahkeminin vereceği her kararda bu Avrupalı hukukçunun uygun görüşünün bulunması, 3. Her vilayete bir vergi toplayıcı atanmalıdır. Bu görevli, ilin vergi gelirlerinden sorumlu olacak, aşar vergisini kaldırıp yerine sabit bir arazi vergisi koyabilecek, belirli aralıkla ayarlanmasını yapabilecek yetkiye sahip olmalıdır. Bu görevli de çoğu yerde Avrupalı olmalıdır. Vali, yargıç ve vergi sorumlusunun görev sürelerinin belli olması ve sonradan değiştirilmemesi öngörülmüştür.[189]”
Layard, 21 Ağustos 1878 günü Dışişleri Bakanına gönderdiği yazısında, Anadolu vilayetlerinde yapılacak düzenlemeler konusunda Londra’nın verdiği talimatı Vezir-i Azam’a bir metin halinde sunduğunu belirttikten sonra, 27 Ağustos 1878 günü aynı bakana gönderdiği telgrafında, Sultan ile görüştüğünü ve Sultan II. Abdülhamid’in kendisine şunları söylediğini aktarmıştır. “Reformları, Kraliçe’yi memnun edecek şekilde uygulamak niyetinde olduğunu, önerim üzerine Baker paşayı Anadolu komutanlığına atayacağını, hukuk okulunun derhal kurulması ve mahkemelerde gerekli reformların yapılmasına ilişkin Ferman’ın derhal yayınlanacağını belirttikten sonra Bakanların değişikliği konusunu görüştük. Yapılması gerekenlerin yapılabilmesi için Hazine’nin kaynak sıkıntısından söz ederek, İngiltere’nin yeni bir kredi için yardımını istemiştir.[190]”
İngiltere’nin Trabzon’daki Konsolos Muavini, Dışişleri Bakanı’na 1 Nisan 1879 günü gönderdiği yazısında, Erzurum’daki Ermeni Katolik Baş Piskoposu’nun Rus işgali altındaki Kars ve Batum’u ziyaret ettiğini ve iyi karşılandığını, Batum Ermenilerinin Büyük Dük’e sundukları istekleri konusunda bilgi vermiştir. Yazısında, Batum’da iletişim içinde olduğu bir Ermeni’nin Konsolos’a “Savaş döneminde Türklerin yönetiminde, bugün olduğumuzdan daha mutlu idik” dediğini de kaydetmiştir[191].
Layard, 29 Temmuz 1879 günü Sultan II. Abdülhamid’i Anadolu’da yapılacak reformlar konusunu görüşmek üzere ziyaret etmiştir. Üç saat kadar süren bu görüşme konusunda, ertesi gün, Dışişleri Bakanı’na şu bilgileri vermiştir[192]. Büyükelçi yazısında, Sultan’a, Sadrazam Tunus’lu Hayreddin Paşa ile Dışişleri Bakanı Karatedori Paşanın işe başladıktan sekiz ay sonra görevden alınmasından, İngiltere ve Avrupa’nın rahatsızlık duyduğunu ilettiğini, yerlerine atanan Arifi ve Safvet Paşaların reformları geciktirmeden gerçekleştirmesi gerektiğini, Kıbrıs Sözleşmesinin imzasından sonra bir yıl geçmesine rağmen, o belge ile kabul edilen hususlarda hiçbir şey yapılmadığını bildirdiğini aktarmıştır. Sultan’ın kendisine Savaş’tan sonra İmparatorlukta sıkıntılar yaşandığını, ayrıca mali sıkıntıların sürdüğünü, Mısır sorununu henüz çözümlenebildiğini, Yunan sorunu ile uğraşıldığını, bunun da kısa sürede Avrupa’yı tatmin edecek şekilde çözümlenmesini umut ettiğini, reformların en kısa sürede uygulamaya konulacağını söylediğini bildirmiştir. Sultan, aşar vergisini kaldırmada güçlükle karşılaşıldığını yeni uygulamaya geçilmesi için zamana ihtiyaç duyulduğunu belirtmiştir. Layarad, vergi değişikliğine ilişkin hususlar üzerinde çalışmalar sürerken tahsilat konusunda köylüleri rahatlatacak düzenlemelerin hemen yapılmasında bir engel olmadığını ileri sürmüştür. Büyükelçi Erzurum’daki Hıristiyanların yaşadıkları sorunlar nedeniyle Avrupa’nın rahatsız olduğunu ilettikten sonra Anadolu’ya atanması için söz verilen Baker paşanın hâlâ görevlendirilmediğini, bu konuda verilen sözlerin yerine getirilmesini beklediklerini dile getirmiştir. Sultan’ın Baker paşanın atanmasını gerçekten niyet ettiğini, ancak ortaya çıkan sorunlar nedeni bu atamayı yapamadığını, onu Erzurum’a göndermeye hazır olduğunu belirtmiştir. Layard, yazısında, Sultan’a, İmparatorluğunun tehlike içinde olduğunu, tüm uyrukluları nezdinde saygınlığını yitirmekte olduğunu, ülkenin başına gelen bütün kötülüklerin kendisinden bilindiğini, ilgili Bakanlara sorumluluk vermediği sürece bu düşüncelerin süreceğini, vilayetlere tam güvendiği bir kimseyi gönderdiğinde, onun kendisine söylemeye cesaret edebilirse, biraz önce söylediklerini doğrulayacağını da belirtmiştir.
İngiltere’nin önerdiği reformların Osmanlı Devleti tarafından yerine getirilmekte yavaş davranılması nedeni ile bu ülke askeri bazı yaptırımlara da başvurmuştur. Büyükelçi Layard, 31 Temmuz 1879 günü Dışişleri Bakanı’na gönderdiği telgrafta şu öneride bulunmuştur. “Göndermiş olduğunuz telgraf üzerine, Amiral Hornby’ye yeni bir emre kadar Limni adasına gitmesini emrettim. Eğer Sultan, reform vaadlerini yerine getirmez ise, filoyu Beşika Körfezi’ne gönderebilmem için yetkilendirilmemin uygun olacağını düşünüyorum. Majesteleri’nin korkusu üzerine bazı şeyler yapılabileceğini ümit edebiliriz. Sultan’a isteklerine, İngiliz Hükümeti’nin rıza göstermesinin, reformların derhal uygulamaya konulacağı anlayışına dayanmakta olduğunu da belirteceğim. [193]” Dışişleri Bakanı Salisbury, 1 Ağustos günü Layard’a uygun gördüğü zaman Amiral’e Beşika Körfezi’ne gitme talimatı verme yetkisinin verildiğini bildirmiştir[194]. İngiltere’nin Akdeniz Filosunun Beşika Körfezi’ne gönderilme tehdidi bu süreçte birkaç kez daha yinelenmiş ve İstanbul yönetiminde sıkıntılara yol açmıştır. Bu arada, İngiltere’nin Erzurum Konsolosu, Büyükelçisine, Fransız Konsolosu’nun kendisine, Rusların Ermenileri isyana kışkırtımak için faaliyet içinde olduğunu ve Rus yetkililerinin de böyle bir isyan durumunda müdahale etmek üzere Erzurum sınırında askeri hazırlıklar yaptığını öğrendiğini bildirdiğini aktarmıştır[195]. Büyükelçi bu bilgileri Londra’ya iletmiştir. Lord Salisbury, Layard’a 4 Kasım günü gönderdiği telgrafta, Osmanlı Devleti’nin Londra Büyükelçisi Musurus Paşanın, kendisini ziyaret ettiğini, Baker’in Jandarma Komutanlığı’na atanacağını, reformların geciktirilmeyeceğini, Mahmud Nedim Paşanın Sultan’a hizmet etmek istediğini belirtmiş, Rusya eğilimli olmadığını ifade ettikten sonra, Filo’nun Osmanlı Karasularına gönderilmemesini talep etmiştir. Kendisinin de, vaadlerin yerine getirilmesini beklediğini ve şimdilik Filo’nun gönderilmeyeceğini ifade ettiğini bildirmiştir. Aynı gün Layard, Londra’ya, Fransız Büyükelçisi ile Rus Maslahatgüzarı Onou’nun Osmanlı Dışişleri Bakanı’na İngiltere’nin güç gösterilerine önem verilmemesini, tarihin, Avrupa Devletlerinin Osmanlı Devletinden bir şey elde etmek istediklerinde daima Osmanlı Karasularına gemi gönderme tehdidinde bulunduklarını kaydettiğini söyledikleri haberi aldığını bildirmiştir.
Layard 24 Şubat 1880 günü Londra’ya gönderdiği yazıya Baker Paşanın 1 Şubat günü Diyarbakır’dan ilettiği raporu da eklemiştir. Layard, yazısında bu raporun yayınlanmamasını ve Bab-i Ali’nin de bilgisinin olmaması gerektiğini belirtmiştir. Baker Paşanın raporunda yer alan bazı ifadeleri alıntılamak istiyorum. “Önde gelen birçok Ermeni ile yaptığım görüşmelerde, geleceğe yönelik olarak uygulanamaz ve kendi çıkarları bakımından da tehlikeli, çok ihtiraslı düşünceler oluşturduklarını gözlemledim. Ermeni otonomisine ilişkin herhangi bir planın saçmalığını bu ülkenin anlaması gereklidir. Ermeniler heryerde azınlık durumundadır, halkın üçte biri ila beşte biri arasındadırlar. Otonomi onları tamamen, çoğunluğu oluşturan Kürtlerin insafına terk etmek olacaktır. Durum, mevcut durumdan on kat daha kötü olacaktır. Ayrıca, emelleri doğrultusunda karışıklık çıkarmaları, Osmanlı yönetimini karşılarına almalarına neden olacaktır. Bütün incelemelerim bana, bu illerdeki yönetimin acınacak durumda olduğunu göstermekle birlikte, Müslüman halkın Hıristiyanlardan çok daha fazla sıkıntıda olduğunu kanıtlamıştır. … Jandarmanın düzenlenebilmesi için İstanbul’dan herhangi bir kesin bilgi alamadım. Beş ay kadar önce gönderilen geçici düzenleme göstemelik olmaktan öte bir anlam taşımıyor, yeni kuvvet olarak tanımlanan sistem belirli kurallara bağlanmamış olduğu gibi maaş ödemeleri iki veya üç ay gecikmelidir. Gönüllülük esasına dayanan sistemin çözüm getirmediğine inanıyorum, o nedenle (jandarmada )görevlendirileceklerin her yıl zorunlu askeri hizmete alınanların en iyileri olmalıdır. Polislerin maaşlarının Belediyelerce ödenmesini önerdim. Bu düzenleme, Hükümetin jandarma giderlerini hafifletecektir.[196]”
Büyükelçi Bilal Şimşir’in bu konularla ilgili üç ciltlik kitabında en sık ismi geçen sorunlu illerden birisi olarak gösterilen Erzurum’dur. Bu vilayetteki İngiliz Konsolosu, buradaki eğitim durumu hakkında yazdığı 27 Temmuz 1881 tarihli raporda yer alan bazı bilgileri de kısaca aktarmak isterim. Erzurum kentinde 7,340 aile yaşamakta olup bunların 5,500 ü Türk, 55 i İranlı, 1,521 i Gregorien Ermeni, 156 sı Katolik Ermeni 32 si Protestan Ermeni ve 85 i de Rum ailesidir. Raporda Hıristiyan cemaatlerinin okullarının sürekli gelişme gösterdiği eğitim düzeylerinin kaliteli olduğu, bu bağlamde fen dersleri aldıklarını ana dilleri yanında Fransızca ve Türkçe dersleri de aldıklarını, bu dilleri ileri düzeyde anlayıp konuştukları ve bu ülkelerin tarihlerini de okudukları bilgisi yer almaktadır. Ermeni çocukların okullaşma oranının yüzde 70 düzeyinde olduğu da belirtilmektedir[197].
Buraya kadar özetle sunduğum bilgilerden de görüldüğü üzere, Osmanlı Devleti’nin Rusya karşısında önemli bir yenilgiye uğradıktan sonra Doğu Anadolu’da Kars, Aradahan ve Batum’un Rusya tarafından işgali, İngiltere’de Rusya’nın bu coğrafyada daha fazla yere egemen olarak Fırat Havzası’na inmesinin ulusal çıkarlarını tehdit edeceği anlayışına neden olmuştur. O nedenle, İngiltere’nin, Yeşilköy Antlaşmasına, sonra da Berlin Antlaşmasına konulan Anadolu’da reformlar yapılmasına ilişkin hükmün uygulanmasını gözetmeyi Rusya’ya bırakmama kararını alarak, Osmanlı Devleti’ni bu konuda sürekli sıkıştırmaya başladığını gözlemledik. Bu arada, Ermenilerin bir bölümü Osmanlı topraklarında yaşarken, diğer bir bölümü de Rus egemenliği altındaki topraklarda yaşaya gelmişti. Osmanlı topraklarında yaşayan Ermenilerden bazıları Rusya’ya göç etmek istediğinde Rusya bu göç isteklerini reddetmiştir. Rusya’nın bu stratejiyi izleme nedeni açıktır. Göç isteklerini kabul etmeden, Ermenilerin huzursuzluğunu sürekli beslemek Rusya’ya Osmanlı Devletinin içişleri müdahale fırsatını vereceği gibi, Ermenileri isyana teşvik ederek, yeni savaş bahanesi de ortaya çıkarabilecekti. Ayrılıkçı politika izleyen Ermeni militanları ise İngiltere ve Rusya arasında politik rekabeti yüksek düzeyde tutarak emellerine ulaşacak yaklaşım izleme olanağı bulmuşlardı. Zeytun’da, Van’da isyan çıkaran bazı Ermeniler ile Osmanlı Bankası’nı basanlar önce tutuklanmış olsalar bile, İngiltere’nin ısrarlı talepleri üzerine affedilmiş ve serbest de bırakılmışlardır. Yukarıya özet alıntılar yaptığım Bilal Şimşir’in üç ciltlik eserinde 1856-1895 dönemine ilişkin olarak yer alan (sırasıyla 354+385+486=) 1,225 belge bu üçlü stratejik yaklaşım konusunda ilginç ve önemli bilgiler içermektedir. Bu belgeler içerisinde, ayrılıkçı olmayan Ermenilerin Rus yönetiminde olmak yerine Osmanlı yönetiminde olmayı seçtiklerine ilişkin bilgi içerenler de vardır. Bu konuda yukarıda yaptığım alıntılara kısa bir alıntı daha eklemek isterim. İstanbul’daki İngiliz Büyükelçisinin Londra’ya gönderdiği yazısına “Levant Herald” gazetesinin 12 Aralık 1881 tarihli sayısında yer alan bir haber metnini eklemiştir. Dört buçuk sayfa olan bu metnin aslında tümünün okunmasında yarar görürüm, burada sadece kısa iki alıntı çevirisini vermek istiyorum. “Rusya’nın savaş tazminatı olarak Osmanlı Ermeni topraklarından bir bölümü veya o bölümün vergi gelirlerini talep etmiş olduğuna ilişkin haberin doğru olduğunun teyit edilmemiş olmasından mutlu olduk. … Eğer bütün Ermeni toprakları Rusya’nın egemenliğine geçmiş olsa idi, aynı önlemler gözetilecek miydi? Rusya asimilasyon politikasını açık olarak uygulamayacak mıydı? Ignatieff geçmişte, Almanya’nın burnun dibinde, Rusya Alman illerinde uyguladığı katı ve sert kuralları, İsveç’e yakın Finlandiya’da, talihsiz Polonyalılara uyguladığı anadillerini ve miliyetlerini baskılama ve onları tümüyle Ruslaştırma politikalarından daha insanca politikaları mı savunmasız Ermenilere uygulayacaktır?[198] ”
Rusya’nın azınlıklarını Ruslaştırma politikasının önemli mimarlarından birisi Konstantin Petrovich Pobedonostsev (1827-1907) olmuştur. Kendisi, Çar II. Ve III. Alexander ve II. Nikolas döneminde büyük güç sahibi olmuş ve 1880 yılında Rus Kilisesi’nin başına (Chief Procurator of Holy Synod) getirilmiştir[199]. Yazar Graham Stephenson’un kitabında Ruslaştırma konusunda yer verdiği açıklamalardan bazılarını aktarmak isterim. Pobedonostsev, Parlamenter Hükümetle birlikte hukuk kurallarını, jüri sistemini, basın özgürlüğünü ve ilkokul sonrası eğitimin zorunlu olması ilkesini uygulamadan kaldırma yanında, azınlıkların Ruslaştırılması politikasının sıkı takipçisi olduğu belirtilmektedir[200]. Bu Ruslaştırma politikası Ermeniler, Ukraynalılar, Litvanyalılar, Latvialılar, Estonyalılar, Baltık Almaları ve Tatarlar’a uygulanmıştır. Kafkasya’da en sadık uyrukları Ermeniler olmasına rağmen, onlar da Osmanlı Devletindeki Ermenilere yardım etmeleri nedeniyle bu uygulamadan etkilendiler. Rus Hükümeti, isyana, kendi toprakları dışında bile olsa izin veremezdi. Ermeni ulusal yaşamının merkezi olan Gregorian Kilisesi (1903 yılında) kapatıldı ve Ermenilerin kaçınılmaz tepkisi de yeni bir tür kırımla (by a novel sort of pogrom)bastırıldı. Ermenilerin doğal düşmanı Azarbeycan Tatarları, Hıristiyan (Rus) İmparatorluk Hükümeti tarafından Hıristiyan Ermenileri öldürmeye teşvik edildi. Bu bir boyutta Bakü’de (1905 yılında) yapıldı. Hanedanına sadık diğer bir ırk olan Baltık Almanları diline ve (Protestan) inancına saldırılarak bunlara bağlılıktan saptırıldılar[201].”
Bu süreçte, Layard’ın alıntılar yaptığım analizinde ayrıntılı olarak değerlendirdiği Fransa’nın kendi ulusal çıkar hesapları nedeniyle İngiltere’nin, bu ülkeyi Anadolu’daki reformların takipçisi olmaya ortak etmekten uzak durduğunu da anılan belgelerden görmek mümkündür. Ancak o belgelerde İngiltere’nin Almanya’yı yanına çekebilme girişimleri de olmuştur. Berlin’deki İngiliz Büyükelçisi, 20 Aralık 1881 günü Londra’ya gönderdiği yazısında, kendisine verilen, Alman Hükümeti’ni Ermeni sorunu konusunda Sultan’ı baskılamaya katılmaya davet talimatı uyarınca Prens Bismark’la görüştüğünü ve şu yanıtı aldığını bildirmiştir. “Prens Bismark, İngiltere’nin de arzuladığı gibi, Osmanlı İmparatorluğu’nun gelişmesini ve refaha kavuşmasını kendisinin de istediğini, ancak Sultan’ı reformlar için sürekli baskılayarak daha fazla sonuç alınabileceğinden kuşku duyduğunu belirtmiştir. Sultan’ın dış baskılara direncini, işi ağırdan alarak sergilediğini, daha fazla baskı yapmak yerine, Sultan’a, Büyük Devletlerin kendisine verdiği tavsiyeler üzerinde düşünmesi için zaman tanımak gerektiğini belirtmiştir.[202]” İngiltere, Almanya’dan aynı desteği 1883 yılında da istediğinde Bismark, Büyükelçi ile 16 Mayıs 1883 günü yaptığı görüşmede, yanıtını daha ayrıntılı olarak vermiştir. Büyükelçinin aynı gün Londra’ya gönderdiği yazısında şu bilgileri vermiştir. “Prens Bismark, İngiltere ile Almanya’nın çıkarlarına da uygun konularda birlikte hareket etmek üzere görüşmekten mutlu olduğunu, bu anlayışla, İngiltere’nin Mısır politikasını dostça destediğini, Berlin Antlaşmasının hükümlerinin de uygulanmasına yardım etmeye hazır olduğunu belirtmiş, ancak bu bağlamda Ermeni sorunu konusunda İngiltere Hükümeti ile birlikte hareket edemeyeceğini ifade etmiştir. Görüşüne göre, yabancı Devletlerin İstanbul’u sürekli baskı altında tutmasının faydası yoktur. Bu yaklaşım Sultan’ı uyrukluları nezdinde küçük düşürdüğünü ve düşmanları karşısında da zayıf düşürdüğünü belirtmiştir. Berlin Antlaşması ve onu izleyen gelişmeler Sultan’ı o kadar olumsuz etkiledi ki, gücünü toplamak, kendi sorunları ile ilgilenmek ve ülkesine çeki düzen verebilmek için zaman ve sükûn istiyor. Doğu sorunun çok erkenden yeniden canlandırılmaması, Avrupa barışı bakımından çok önemlidir. Bu nedenle Sultan’ın düşmanlarının can atarak beklediği yeni güçlükleri özendirmemek için küçük sorunlar kurcalanmamalıdır. Rusyanın halen pasif kalma arzusunda olduğuna samimi olarak inanıyor, ancak Ermenilerin ulusal emellerine verilecek herhangi bir teşvik, Rusya’yi yeniden aktif politikaya geri döndürüp, Ermeni ulusunu Osmanlı boyunduruğundan kurtarmak için silaha sarılmaya itebilir. Eğer Rusya Ermenistan’ı işgal ederse, hangi devlet veya devletler onu yeniden geri püskürtmeye teşebbüs edecektir? … Alman Büyükelçisi M. De Radowitz’e İngiltere’nin Ermeni politikası konusunda kesinlikle tarafsız kalması için telgraf çektiğini ve bana İngiltere’ye döndüğümde düşüncelerini size anlatmamı istedi. Kendisine, bildiğim kadarı ile, Sultan’a Ermeni konusunda gereksiz bir baskı yapılmadığını söyledim. Hükümetimiz Ermenistan’a dirayetli ve aydın bir Vali göndermesini sürekli önerdik. Bu valinin Sultan’a o bölgenin çekmekte olduğu sıkıntıları ve anarşiyi gidermek için hangi önlemlerin alınması gerektiğini önerbileceğini, Ermenilerin, dost bir devletin teşviki ile Sultan’ın sulh ve sükûnu tesis etmesini beklemek yerine Rusya’dan korunma istemelerine neden olabileceğini belirttim. … Prens Bismark, … hayırseverlik politikalarından nefret ettiğini. … Bütün anlatmak istediğinin, Lord Dufferin’in istediği gibi Büyükelçi M. De Radowitz’e Ermeni reformları konusunda Sultan’a baskı yapma talimatı vermeyeceğini, bu kere İngiltere ile uyumlu olamadıkları için çok üzgün olduğunu belirtmekten ibaret olduğunu söyledi. Kendisinin Sultan’a uygulayacağı yaklaşımın … O’nu sakinleştirmek ve güçlendirmek suretiyle ufukta belirmekte olan Bulgar, Sırp, Karabağ ve Yunanistan arasındaki Ortaklığa karşı kendisini korumaya hazırlamak olduğunu söyledi. Bu ülkelerin hedefinin Balkan Yarımadasında yerleşik olan insanların, Kont Cavour’un İtalya’da başarı ile uygulamış olduğu sistemle, kendi oyları ile katılmak istedikleri ülkeleri belirlemek olduğunu belirtti. Eğer bu planın doğru olduğu ortaya çıkar ve Sultan hala kendi hükümranlığında olan Doğu Rumeli ve diğer topraklarda huzuru koruyamaz ise, bütün Avrupa’nın üzüleceği şekilde, Avusturya ve Rusya Doğu sorununa yeniden çekilmiş olur. Böyle kötü bir olasılık karşısında, düşüncesine göre, Sultan’ı uyrukluları indinde ve Avrupa’ya karşı güçlendirmek, onun Greko-Slav İttifakına karşı durabilmesi bakımından, barışsever Avrupa Devletlerinin dostluk ve destek gösterisi olur.[203]” Bismark, İngiliz Büyükelçisi ile 20 Aralık 1881 günü yaptığı görüşmede, “… Sultan’ın dış baskılara direncini işi ağırdan alarak sergilediği …” gözleminde bulunmuştur. Sultan’ın reformlar konusunu ağırdan almasındaki en büyük nedenin, Hıristiyan inançlı uyruklulara uygulanacak reformların zaman içinde Müslüman inançlı uyrukluların da benzeri uygulamalardan yararlanmak istemelerine, saltanatını ve baskıcı yönetimini sorgulamalarından endişe ediyor olma olasılığını da akla getirmektedir.
Şimşir’in İngiliz Belgeleri ile ilgili üç ciltlik kitabında, çeşitli illerde ayaklanma hazırlığı yapıldığı veya ayaklanma yer aldığına ilişkin birçok belge yer aldığı gibi, Rusya’ya bağlanmak için çeşitli girişimler olduğu, bağımsızlık hazırlıkları yapıldığına ilişkin belgeler yanında, ayaklanmalara katılanların cezalandırılmaması ve af edilmesine ilişkin girişimlere ait belgeler de yer almaktadır.
Buraya kadar sunduğum bilgilerden ve alıntı yaptığım belgelerden de görüleceği üzere, Ermeni sorunu konusunda Osmanlı Devleti ve aydınları, Avrupa kamuoyuna sorunun temelinde yatan nedenleri, dışarıdan özendirilen ayaklanma ve ayrılıkçılık hareketleri, Müslüman nüfusun çok daha büyük sıkıntılar içinde olduğunu anlatabilecek bilgi ve belgeleri sunamadığı görülmektedir. Bu konularda Avrupalı bazı politikacıların Osmanlı Devleti’nin veya aydınlarının yapması gerekenden fazla Osmanlı Devleti lehine düşünce ürettiği de yukarıda alıntıladığım bilgilerde görülmektedir.
Halil Halid Beyin Gladstone’a açık mektubu
Mekteb-i Hukuk’ta okumuş olan Halil Halid Bey 1894 yılında Londra’ya gitmiş bir Osmanlı aydınıdır. Londra’da belirli süre Büyükelçilik kadrolarında görev yapıp ayrılan Halid Bey, Gladstone’nun, Başbakanlıktan ayrıldıktan sonra Westminster Dükü’nün 6 Ağustos 1895 günü Chester’de düzenlediği ve İngiltere’deki Ermenilerin de katıldığı toplantıda Osmanlı Devleti’nin Ermenilere yönelik uygulamalarını eleştiren konuşmasına tepkisini, 10 Ağustos 1895 günü bir açık mektup olarak yayınlamıştır.
6 Ağustos 1895 tarihli toplantıya bazı parlamento üyeleri yanında İngiliz-Ermeni Derneği Başkanı, İngiltere’deki Ermeni Cemaatinin önde gelenleri de katılmıştır[204]. Gladstone on iki sayfa tutan konuşmasında Sasun ayaklanmalarında Ermenilere kıyım yapıldığından, Daily Telegraph gazetesinden Dr. Dillon’un, Ermenilerin durumunu incelemek üzere Anadolu’ya gidip Ermenilerin durumunu inceleyip yazdığını, bu gözlemlerin İngiltere, Fransa ve Rusya’nın gözlemlerini doğruladığını belirtmiştir[205]. Konuşmada vahşi Kürtlerin ve Osmanlı askerinin Ermenileri yok ettiğinden, Osmanlı Devletini suçlamış ve bu Hükümetin sözlerine güvenilemeyeceğinden söz etmiştir. Gladstone, Osmanlı Devleti’nin nüfusundan 8-10 kat daha büyük 200 milyondan fazla nüfusu, 20 kat büyük serveti ve 50 kat güçlü olan Avrupa’nın üç Büyük Devleti’nin (İngiltere, Fransa ve Rusya)haklı taleplerini ilettiklerinde, İstanbul Hükümeti’nin bunları reddetmesi halinde dünyada büyük itibar yitireceğini ileri sürmüştür. Osmanlı Devletinin sadece Ermenileri değil, İmparatorluğundaki tüm Hıristiyanları yok etmek niyetinde olduğunu ifade etmiştir. Gladstone kendi yaşamı boyunca Osmanlı Devleti’nin topraklarının üçte biri ile birlikte 16-18 milyon nüfusu yitirdiğini de belirtmiştir. Bu arada 1861 yılında Lübnan’da uygulanan modelin örnek alınabileceğini belirtmiştir. Gladstone konuşmasında, bu konuda yayınlanan makaleye Osmanlı Hükümeti’nin yanıt vermeyeceğini, Dillon’un açıklamalarına da hiçbir zaman cevap verilmeyeceğini eklemiştir.
Bu konuşma sırasında yaratılan atmosferin etkisi ile Ermenilere yardım için Dük Westminster’in Fonu’na büyük miktarda bağışlar da yapılmıştır[206].
Halid Bey, Gladstone’un bu konuşmasının gazetelerde yayınlanmasını takiben, 10 Ağustos 1895 günü yayınladığı yazısında diğer hususların yanında şu hususlara vurgu yapmıştır. “Doğu Hırisitiyanlarının sizin yardımınızı dilemeleri ve sizin de bu bilinçle onlara yardım amacıyla harekete geçmeniz Türklere karşı gösterdiğiniz bu acı ve sürekli nefretin kaynağını oluşturmaktadır. Sizin yardımınızı talep edenler sizin iyi bir Hıristiyan olmanızın ve iyiliksever kalbinizi elde etmenin avantajını kazanmak için sizi vahşet dolu hikâyelerle Türklere karşı olmaya çalıştırdıklarından hiçbir şüphem yoktur. Eminim ki size hiçbir dini taassup taşımadan yalnızca insanlık adına başvuruda bulunan Müslümanlara, Doğu Hıristiyanları onları katlederken hiçbir zaman aynı duyguları beslemediniz. Örneğin savunmasız kadın ve çocuk Müslümanları ağaçlara asan ve onları petrole bulayarak yakan Bulgarlar’a, ya da ellerine düşen Müslüman savaş esirlerinin canlı canlı derilerini yüzen Slavlar’a, ya da kanunları bildirmek için köylerine giden jandarmaları öldürerek silahlarını çalan ve onları evlerine misafir eden Kürtleri zehirleyerek kaçıran ve gizli yerlere gömen Ermenilere karşı beslediğiniz kadar güçlü duygular beslemediğinize eminim.[207]”
Halil Halid Bey yazısının devamında Gladstone’a eleştirilerini sürdürmektedir. Ayrıca, Gladstone Halid Bey’e yazılı cevap da vermiştir. Bütün bunlar konusunda daha ayrıntılı bilgi edinmek isteyenler, bir önceki son notta yer alan tebliğe göz atmalıdır.
Halil Halid Bey’in Gladstone’un açıklamalarına İngilizce olarak Londra gazetelerinde yanıt vermesi, Osmanlı Devleti’ne yönelik suçlamalara karşı verilen ve ülke kamuoyuna da ulaşan ilk ve son örnek olduğunu düşünüyorum. Başka örnekler varsa ve ben ulaşamadı isem, onlardan özür dilerim. Bu konuda bilgi ve belgesi olanların yorumları ile katkıda bulunmasından mutlu olurum.
Balkan Savaşları, göçler ve salgın hastalıklar
Bismark’ın 16 Mayıs 1883 de İngiliz Büyükelçisini uyardığı “ufukta belirmekte olan Bulgar, Sırp, Karabağ ve Yunanistan arasındaki Ortaklık”, yaklaşık 29 yıl sonra Birinci Balkan Savaşını başlatmıştır. McCarthy, Balkan Savaşları konusunda şu gözlemlerde bulunmuştur. “Balkan Savaşları, yörenin köylü ve kentli Müslümanları üzerindeki etkisi bakımından 1877-1878 Rus-Türk savaşlarına çok benzerlik gösterdi. Her iki savaşta da karşılaştıkları katliam, ırza geçmeler ve soygunculuk, Türkler ile diğer Müslümanları yurtlarından kopartıp Osmanlı’nın elinde kalan topraklara çekilmeye sevk etti. Bölgedeki Müslüman nüfusu … çok azaldı. … 1877-1878’de Ruslar, Müslümanları göçmeye zorlamak için etkin bir yöntem uygulamışlardı. Balkan Savaşlarında ise galiplerin hepsi de, ele geçirdikleri topraklarda Müslüman varlığının sona ermesini istemelerine rağmen, amaçlarına erişmek için hem iyi örgütlenemediler hem de birbirleriyle uyumlu içinde davranmadılar. … Bunun Müslümanlar üzerindeki etkisi 1877-1878 Rus-Türk savaşından beter oldu. Müslümanlar arasında can kaybı 1878 dekinden daha yüksek oldu.[208]”
Prof. Dr. Hikmet Özdemir, “Salgın Hastalıklardan Ölümler 1914-1918” isimli kitabında, Balkan Savaşı sırasında, orduda ve sığınmacılarda görülen salgın hastalık konusunda şu bilgileri vermektedir. “Balkan Savaşı’nda 21 Ekim 1912’den itibaren Osmanlı Ordusu felaketli bir geri çekilme süreci içine girmiştir. Çok kötü havalarda ve iklimde cereyan eden bu geri çekilme sürecinde de kolera salgını baş göstermiştir. … İstanbul’a sevk edilen koleralı askerlerin bütün şehre hastalığı yayması tehlikesi ile karşı karşıya kalınmıştır. Bunun üzerine Sahra Sıhhiye Müfettişliği, hastaların Yeşilköyde indirilmesi ve orada tedavi edilmesini emretmişti. … Balkan Savaşı’nda Askerî Tıbbiye Okulu son sınıf öğrencileri de yüzbaşı olarak görevlendirilmişlerdir. … Hanlar, konaklar hastahane haline getirilmiş ve bu şekilde 90 hastahanede mültecilerin tedavisi ve bakımı yapılmıştır. Osmanlı Ordusu Sıhhiye Dairesi’nin kararı ile koleralı askerler Ayasofya Camiinde 3,600, Sultan Ahmet Camiinde 1,200, Nuruosmaniye Camiinde 450, Mahmutpaşa Camiinde 1,250 olmak üzere yerleştirilmiştir.[209]” Aynı kitapta Dr. Yüzbaşı Abdülkadir (Noyan’ın)şu anısına da yer verilmiştir. “Trenler geliyor, gramofon-plak fabrikası ile istasyon arasında duruyordu. Hastaları orada indiriliyor, ölüleri tren hattından tarlaya uzanan mail (eğik) satıhtan yuvarlanmaya bırakıyor, geçip gidiyordu. … Kıyamet gününe benzeyen ilk zamanlarda hastalara gıda olarak yalnız çorba dağıtılıyor, ilaç olarak da lavdanomlu asit laktik limonatası (içinde afyon bulunan sulu bir ilaç H.U.) veriliyordu. … Çatalca hattından nakledilen hastaların bir kısmı ölmüş olarak geliyordu. Ölüleri ayrı ayrı gömmeye imkân yoktu. Kolera şehitleri deniz sahiline yakın ve plak fabrikasının güneyindeki boş tarlalara kazdırılan derin hendeklere elbiseleriyle defnediliyordu. … Yeşilköy’e gelen koleralı hasta sayısı 20 bindir. Ordu’nun bu salgındaki toplam koleralı hasta sayısı 30 binden fazla olup, bu miktarın üçte biri ölmüştür. … Nazım Paşa, Çatalca’ya konuşlandırdığı Türk birliklerini Trabzon, Erzurum ve İzmir tümenleri ile takviye etmişti ki bunların arasında ‘Zuafa-yı Askeriye (zayıf askerler) diye tanımlanan teşhisli koleralılar da bulunmaktadır.[210]” Kitapta, bu savaşa katılan Alman Binbaşı Hochwaechter’in gözlemlerine de yer verilmiştir. Kolera ve koleralı hastalara ilişkin ek ayrıntıları bu gözlemler içinde bolca bulmak mümkündür.
Tarihçi Enver Ziya Karal’ın, Birinci Balkan Savaşına ilişkin değerlendirmeleri arasında yer alan bir bilgiyi de okurlara aktarmak isterim. “18 Kasım’da savaş hali devam ediyordu. Fakat İstanbul yine de işgal edilmemişti. İstanbul önlerine savaş gemisi yollamış olan yedi düvel Almanya, Fransa, İngiltere, Rusya, İtalya ve Amerika ve Avusturya, Bulgarların İstanbul’a girmesi durumunda tebalarını ve çıkarlarını korumak için aralarında anlaşarak karaya yoplamı 2,250 ye ulaşan bir kuvvet çıkardılar. Ayrıca İspanya, Romanya, Hollanda, İsveç ve Norveç’in de kendi güçlerine göre kuvvet çıkardığı söylenmekte idi. Gerçi bu çıkarmalar yapılırken işgal kelimesi kullanılmış değildi. Fakat savaş gemileri denizde bulunan, asker kuvvetleri de top tüfekleriyle karaya çıkmış olan bu devletlerin yapmış olduğu işi anlatmak için sözlüklerde işgalden başka bir kelime aramaya pek de lüzum yoktu. … 18 Kasım akşamı Bulgar saldırısı, Çatalca önünde kırılmış, Bulgarların İstanbul’a girme ümidi erimiş bulunuyordu. … Bulgar ordusunun hareket hattından çok uzaklaşması, yorgun düşmesi, kolera hastalığına bulaşıp moral düşkünlüğüne tutulması gibi nedenlerden ileri gelmişti.[211]” Karal’ın Balkan Savaşlarına ayırdığı sayfalarda Osmanlı Devleti’nin Balkan Savaşlarına nasıl bir zafiyet içinde yakalandığını da bütün açıklığı ile aydınlatmaktadır.
Balkan Savaşlarında, Müslüman halka kırım yapılması ve yoğun olarak göçe zorlanmaları nedeniyle Osmanlı Devleti, bu konularda araştırma yapılması için Avrupa Devletleri nezdinde girişimde bulunarak, bir uluslararası araştırma komisyonu kurulmasını talep etmişse de olumlu yanıt alamamıştır[212]. Bunun üzerine İstanbul’da yayınlanan “İfham” gazetesi bürosunda, “Balkan Müttefiklerinin Mezalimi Neşr-i Vesaik Cemiyeti” kurulmuştur. Cemiyetin ismi Fransızca “Le Comité de Publication des Atrocités des Coalisés Balkanique” olarak belirlenmiştir. Komite 1913 yılında topladığı belgeleri 45-50 sayfalık üç kitapçık halinde yayınlamıştır[213]. Bu Fransızca dilinde yayınlanmış üç kitapçık, benim saptayabildiğim kadarı ile Osmanlı toplumunun Avrupa kamuoyunu bilgilendirmeye ve onları vicdanlarını sorgulamaya zorlayan ilk yayındır. Bu yayınlar, yıllarca barbar olarak yaftalanan Türklerin maruz kaldığı barbarlıklara ilk yayınlı tepkisi olmuştur. Son notlarda, Bilal Şimşir’in kaynak olarak gösterilen kitabının sonunda çeşitli yayın organlarında yayınlanmış ve Balkan göçmenlerinin durumunu gösteren fotoğraflar da yer almaktadır. Ayrıca arama motorlarında, “Balkan Savaşları Mülteci fotoğrafları” yazarak arama yapıldığında, o göçe yönelik yürek burkan birçok fotoğraf da bulunabilecektir.
1914 yılına ait bilinmesi gereken birkaç bilgi
Mezopotamya Petrolleri ayrıcalığı olasılığı İngiltere’nin çıkar hesabına dahil oluyor
Yukarıda 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sonrasında, İngiltere’nin Osmanlı Devletine yönelik izleyeceği politikayı belirlemede, Doğu Anadolu’nun Rusya tarafından denetlenmesinin, İngiltere’nin çıkarlarını etkileme boyutunu etkilemede önemli rolü olduğunu Layard’ın Londra’ya gönderdiği 4 Aarlık 1877 tarih ve 1444 sayılı yazısından yaptığım alıntılarda açıkça görülmüştü. Anımsanacağı üzere, o yazıda Layard, Basra Körfezi’nden Doğu Akdeniz’e ulaşacak bir demiryolunun Süveyş için iyi bir alternatif olacağını da belirtmişti. Ancak 1914 yılına gelindiğinde, İngiltere’nin sürekli ve çeşitli yöntemlerle engel olmaya çalışmasına rağmen, Berlin-Bağdat demiryolu tamamlanmış ve hizmete girmişti. O nedenle Süveyş’e seçenek olarak düşünülen ve İngiliz çıkarları açısından önemi olan Mezopotamya demiryolu artık düşman devlet Almanya’nın kontrolü altına girmişti. Rusya’dan korunmak istenen Hindistan yolu, artık Alman tehdidi altına girmiştir. Ancak İngiltere açısından Mezopotamya tümden kayıp konumunda değildir. Zira, uzun süreden beri Mezopotamya petrollerine ilişkin ayrıcalığı bir İngiliz Şirketi olan ve 1907 den beri İran’da petrol çıkarmakta olan Anglo-Persian Oil Company’nin (APOC) Musul ve Bağdad Havzaları petrollerini işletme hakkını elde edebilmek için verdiği mücadele, Alman şirketleri ortaklığının, Hollanda-İngiliz ortak şirketinin, ABD şirketinin rekabetine karşın oldukça başarılı bir biçimde sonlanmıştır. Bu uzun mücadele, Mezopotamya petrollerinin aramasının, APOC, Royal Dutch Shell ve Alman şirketlerinin uzlaşma şirketi olan Türk Petrol Şirketi’nce yürütülmesi için Sadrazam Sait Halim Paşa’nın 28 Haziran 1914 günü İngiliz ve Alman Büyükelçiliklerine verdiği imtiyaz belgesi olmayan ancak bir niyet ifade eden Nota’sı ile, zayıf da olsa hukuki bir belge niteliğine dönüşmüştür.
Dolayısı ile Mezopotamya, İngiliz çıkarları için çok önemli bir konuma ulaşmıştır. Almanya ile Savaşıldığı için, galip gelindiği takdirde, İngiltere’nin Mezopotamya petrollerine tek başına sahip olabilme olasılığı da belirmiştir. İngiltere 5 Kasım 1914 de Osmanlı Devleti’ne Savaş ilan ettiğinde Basra Körfezi’nde bulunan 7 gemisi ve bir tugay askerini Şatt-el Arab’a kaydırmıştı. 23 Kasım 1914 günü İngiltere Basra’yı ele geçirmişti[214].
1914 yılı Sağlık Nezareti Bütçesi
Meclis-i Mebusan, Sağlık Nezareti’nin 1914 yılı Bütçesini 6 Temmuz 1914 günü diğer bir deyişle Savaşın çıkmasından 22 gün önce görüşmüştür. Sıhhiye Müdüriyeti Umumiyesi (Sağlık Genel Müdürlüğü) Haziran 1913 ayında çıkarılan bir geçici yasa ile bağımsız bir genel müdürlük konumuna gelmiştir. Ondan önceki dönemlerde İçişleri Bakanlığı bünyesinde bir birim halinde bulunuyordu[215].
Balkan Savaşı sırasında göçmenlerin sağlık sorunları konusunda bazı bilgileri özetle yukarıda vermiştim. Bütçe görüşmeleri sırasında konuşanların açıklamaları, Birinci Dünya Savaşı sırasında, toplumun ordu dışında kalanlara, sağlık hizmeti sunacak İdaresinin durumu hakkında yetkili kişilerin dilinden kısa bir bilgi sunacaktır. Yapacağım alıntıları, genç kuşakların sözlük kullanmadan anlaması için, güncel sözcüklere çevirerek vereceğim. Çankırı Milletvekili Fazıl Berki Beyin konuşmasından şu bölümleri alıntılamak istiyorum. “… Lakin bunların hepsinin üstünde doğrudan doğruya milletin kendisine ait olan bir bütçe varsa o da sıhhiye bütçesidir. Bizde sağlık işleri ve sağlığın önemi maalesef kesin olarak takdir edilmemiştir. Bizde insanlar için bir kıymet belirlenmemiştir. 25 milyon dolayında olan Osmanlılardan 30 milyondan fazla vergi alındığı halde bundan yalnız (120 bin) lirası o vergiyi veren halkın sağlığı için harcanmaktadır. Bu miktar düşünülecek olursa, 100 kuruş vergi veren bir adamın sağlığı için, Hükümet, yılda 20 para dolayında harcama yapıyor demektir. Hükümetin asıl sermaye kaynağı, geliri ve vatanın korunması yalnız bu halkın sağlığının mükemmel olmasına bağlıdır. … Bir milletin fertleri ne kadar kalabalık olursa olsun, zinde olmazsa, sağlığı yerinde bulunmazsa karşısına çıkan diğer bir millete mağlubiyeti her zaman muhakkaktır, çünkü galip gelmek sayıda değil niteliktedir. İyi talim görmüş, sağlıklı on bin kişilik ordu, bozuk düzen yüzbin kişilik orduyu hezimete uğratabilir. … Hergün çokça mülteciler geldiği halde acaba bizim nüfusumuz çoğalıyor mu? Devletin asıl dayanağı, gelir kaynağı nüfusu iken, bunlar artıyor mu? … Acaba Hükümet İstanbul’daki nüfusun miktarını biliyor mu? Kesin olarak söyleyebilirim ki nüfusumuz gittikçe azalmaktadır. Azalmakta olan nüfusun eski iktidarı, eski kuvveti kalmıyor. Bu hal devam edecek olursa bizim için felakettir. … Yabancı eski bir doktor, (Doğu sorununu o kadar karıştırmayınız 60-70 sene sonra Osmanlılar kendi kendilerini bozguna uğratacaklardır) demiştir ki, bu sözler bizi düşündürmeye yeter. Nüfusumuz gittikçe azalıyor, memleketin her tarafında sıtmadan, frengiden, veremden, çocuklara saldıran kızıl, kızamık, çiçek gibi hastalıklardan insanlar mahvolup gidiyor. Almanya’da çiçekten onbeş binde bir kişi hasta iken, bizde otuz kırk yaşında adamların yüzde seksenbeşi hasta oluyor. Birçokları gözünü kaybediyor. … Bağdat’ta kuduz hastalığına (daül-kelbe) tutulan bir adam İstanbul’a gelirken yolda ölüyor. Efendiler bu bir cinayettir. Bugün memleketin bir tarafından, diğer tarafı iki üç aylık uzak olduğu halde yalnız başkentte (pây-ı taht) bir kuduz hastahanesi bulunsun bu nasıl olur?[216]”
Sağlık Genel Müdürü East Paşa, eleştirileri yanıtlamak ve bütçesini anlatmak için şu açıklamalarda bulunmuştur. “… Efendim, bu nüfus azalmasının devam etmesinin sonucu ne olacağını yüksek huzurlarınızda anlatmaya gerek görmem. Bunun sebeblerine gelince, efendim, bunun sebebi, her nasılsa başlangıçtan şimdiye kadar sağlık işlerinin önemi hiçbir zaman hak ettiği derecede göz önüne alınmamış ve önem verilmemiştir. Bundan dolayı, sağlık teşkilatımızın gereksinimleri pek noksandır efendim. Hastalıkları düşman varsayarsak, ona karşı milleti koruyacak ordu, sağlık memurlarıdır. Bu sağlık memurları teşkilatı hiçbir zaman bu önemli görevi yerine getirmeye yeterli değildir. … Bu (120,000) Liranın ne olduğunu arz etmek için uzak uzak yerlere gitmeden önce çevremizde bulunan Balkan Hükümetlerinden iki örnek vereceğim. Birisi, Bulgaristan, diğeri Romaya. Bu iki memlekette Belediye teşkilatı ve Belediye vasıtaları günümüz gelişmesi düzeyinde mevcut olduğu halde Bulgaristan’da Hükümet bütçesinde (sağlık ödenekleri) dört yüz bin liradır. Romanya’da beş yüz bin liradır. Şimdi bu iki çevre Hükümetinin (sağlık) bütçeleri göz önüne alınacak olursa bizim bütçemizdeki yüz yirmi bin liranın durumu ortaya çıkar anlayışındayım. … Nesil çöküyor ve birçok istatistik tutulsa tüyler ürpertecek kadar vatan evladı tükenmektedir. Sağlıklı yaşamıyor, sakat ve hasta olarak yaşıyor. Askerimizdeki dayanıklılık derecesini harp gösterdi. Bu sağlıksızlıktır. Bu sağlıksızlıkla vatan yaşamaz. … Efendim sayın milletvekillerinden birkaç kişi, Kazalarında doktor bulunmadığından ve birçok zaman doktorsuz kaldığından, doktorsuz yerde oturmanın akla, şeriat hükümlerine, mantığa aykırı olduğundan bahsettiler. … Zira bugün doktorsuz, ilaçsız sağlık teşkilatından yoksun olan Kazanın sayısı ne birdir, ne beştir, ne ondur, ne yüzdür, pek çoktur. Üzülerek bunu özetle arz edeyim ki nedeni anlaşılsın. Bir kere, efendim, bugün vilayet merkezi olarak 33 merkezimiz var, 54 kaza, 565 nahiye, bunların toplamı 713, 1,369 merkez vardır ki efendim, herbirinde bir doktor bulunması gerekse ki yetmeyeceği açıktır, 1,369 doktor olması gerekir. Oysa bizim doktor sayımız 575 dir efendim. Bunun sebebi biraz önce arz ettiğim gibi bütçenin sınırıdır. Bütçenin sınırlı olması ile birlikte bir itiraz da var. Buradaki bütçede parası mevcut olduğu halde doktor gitmiyor, evet bu da var, itiraf ediyorum ki bütçede maaşı var fakat doktor bulup gönderemiyoruz, sebebi maaşın düşüklüğünden dolayı doktor gitmiyor. Onların maaşını arttırmak gerekiyor, bütçemiz izin vermiyor. …[217]” Esat Paşanın açıklamalarında 575 doktorun uzmanlıklara göre bölünümü yoktur. Dolayısı ile uzmanlı dağılımı gözönüne alındığında yurt sathına dağıtlacak doktor sayısı da azalacaktır. Buna hastahaneler de dahil edildiğinde hastahane olmayan yerlere gidebilecek doktor sayısı daha da düşecektir. Bir de bunlara seferberlik ilanı halinde orduya çağrılacak doktorlar dahil edildiğinde, halka doğrudan hizmet sunacak doktor sayısı ciddi boyutta azalmış olacaktır diye düşünüyorum.
Osmanlı Devleti Birinci Dünya Savaşına böyle bir sağlık hizmeti yapısı ile girmiştir.
Osmanlı Devleti’nin Washington Büyükelçisi’nin istenmeyen kişi ilan edilmesi
Ahmet Rüstem Bey, daha önce 1901 yılında ikinci katip olarak, 1909 yılında Maslahatgüzar olarak görev yapmış olduğu ABD’ne 1914 yılı başlarında Büyükelçi olarak atanmıştır[218]. Rüstem Bey, Washington’da göreve başladıktan sonra Amerikan gazetelerinde, Hıristiyanlara ve bu bağlamda da Ermenilere katliam yapıldığına yönelik olarak, Osmanlı Devleti ve Türk karşıtı yayınların artmakta olduğunu gözlemlemiş ve 8 Eylül 1914 günü Evening Star gazetesinde yaptığı açıklama ile tepkisini vermiştir. Açıklamalarında, Ermenilerin ve Marunilerin İngiltere, Rusya ve Fransa’dan destek görerek Devlet’e karşı isyan ettiklerine değindikten sonra, Rusya’yı, Cezayir’de yaptıkları için Fransa’yı, Hindistan’da uyguladıkları için İngiltere’yi eleştirdikten sonra, Filipinler’de ABD’nin yaptığı işkencelere değinmiş ve kendi ülkelerinde düşman ülkelerle işbirliği içinde Devlet’e karşı benzeri isyanlar yer alsa idi nasıl davranacakları sorusunu sormuştur[219]. Bu açıklamalar üzerine ABD Başkanı Wilson, Dışişleri Bakanı’ndan Rüstem Bey ile görüşüp açıklamalarının doğruluğunu sormasını istemiştir. Rüstem Bey yazılı yanıtında, söylediklerinin arkasında durmuştur. Rüstem Bey ile ABD yönetimi arasında bu konuda yer alan diğer gelişmeler Dr. Mine Erol’un kitabından okunabilir. Sonuçta Rüstem Bey, ABD yetkililerine gönderiği 20 Eylül 1914 tarihli yazısı ile on beş gün içinde İstanbul’a gideceğini bildirmiştir. Ahmet Rüstem Bey’in Osmanlı Devleti’nin suçlanmasına yönelik tutumu diğer önemli bir tepki göstermesi olmuştur.
Ahmet Rüstem Bey, Osmanlı Devleti’ne yönelik olarak yapılan Ermeni katliamı konusunda kapsamlı tepkilerini ise, 1918 yılında İsviçre’nin Berne kentinde Fransızca olarak yayınladığı 224 sayfalık, “Dünya Savaşı ve Türk-Ermeni Sorunu” kitabı ile Dünya kamuoyuna açıklamıştır[220]. Rüstem Beyin bu kitabının Türkçesi “Cihan Harbi ve Türk Ermeni Meselesi” ismi ile 2001 ve 2005 yıllarında basılmıştır.
Lloyd George’un Birinci Dünya Savaşı Başındaki Türk Söylemi
İngiltere Başbakanı Lloyd George Birinci Dünya Savaşının başlamasından sonra 10 Kasım 1914 günü Kent Kilisesindeki bir toplantıda yaptığı konuşmada Savaş halinde oldukları Almanya’ya ilişkin sert eleştirilerini dile getirdikten sonra, Osmanlı Devletine yönelik olarak da bazı açıklamalar yapmıştır. Bu açıklamadan birkaç cümleyi buraya alıntılamak istiyorum. “Biz kaderin ellerindeyiz; Türk ile hesaplaşmaya koyulmak için büyük kader saati vurdu. … Türkler sanat, kültür ya da aklınıza gelebilecek her hangi bir alanda insanlığın ilerlemesine ne katkıda bulunmuştur? Onlar insanlığın kanseridir; …[221]”
Birinci Dünya Savaşı Dönemindeki gelişmeler
Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı Devleti dört cephede (Çanakkale’de İngiltere ve Fransa, Kuzeydoğu ve Doğu Anadolu’da Rusya, Mezopotamya’da İngiltere, Süveyş cephesinde İngiltere ile)savaşmak gibi büyük bir stratejik hata içine düşmüş veya düşürülmüştür. Bunun yanında Osmanlı sınırı içinde Araplar İngiltere ile işbirliği içinde isyan hareketlerinde bulunurken, Ermeniler isyan çıkarma yanında, Rus ordusunda taburlar olarak bulunma yanında, gönüllü olarak onlara katılanlar ile Taşnak ve Hınçak çetelerinin saldırılarına muhatap olmuştur.
Biraz sonra Doğu Anadolu’da Savaş sırasında ve özellikle de 1915 yılında yaşananları daha iyi anlayabilmek ve değerlendirebilmek için, bu bölgedeki sağlık yapılanmasına kısaca göz atmak istiyorum.
Sunacağım bilgiler Prof. Dr. Hikmet Özdemir’in son notta yer alan kitabından alınmıştır[222]. Her bilginin yanına kitabın kaçıncı sayfasından alındığını parantez içinde belirteceğim.
1877-78 Osmanlı Rus Savaşı’nda, 1912-13 Balkan Savaşlarında ve Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Ordusu’nun büyük bölümünde açlık baş göstermiş ve ayrıca kolera, tifo ve dizanteriden ölen askerlerin sayısı çatışmalarda yaralanarak ölenlerden çok daha fazladır(sayfa 11).
Eric Jan Zürcher, Birinci Dünya Savaşı boyunca Osmanlı Ordusu’nda hastalıklardan ölümlerin yüzde 50 dolayında olduğunu aynı oranın Alman Ordusu’nda yüzde 10 da kaldığını belirtmiştir (121).
- Ordu Kurmay Başkanı Alman Binbaşı Guze 25 Mayıs 1913 tarihini taşıyan raporunda verdiği bilgilerden bazıları şöyledir (sayfa 169): Talimgâhlardan gönderilen erlerden pek az kısmı birliklerine ulaşabiliyor. Hastalık, beslenme ve barınma koşullarının kötülüğü, firarlar gelenlerin mevcudunu azaltıyor. Erzurum’daki ordugâhta toplanan askerin üçte biri hastadır. Öte yandan diğer üçte bir de orduya gelirken yolda firar etmektedir. 3. Ordu’nun er mevcudu halen 160,000 civarındadır. Bunun ancak bir kısmı elbiseli olup kalanı başıbozuk kiyafetindedir.
Binbaşı Gusse (Guze) raporunda şunlara da değinmiştir. Sari hastalıklardan tifüs, lekeli humma, dizanteri, hummayı raci hastalıkları orduda, menzilde, memleketin birçok şehrinde ve özellikle de Erzurum’da şiddetle etkindi. Bu hastalıkların menzildeki büyük nakliyattan mı ortaya çıktığı yoksa huduttaki çete savaşları sırasında mı alındığı bilinmiyordu. … Hastahanelerin adedi ve büyüklüğü yetersizdi, hastaneler çok kirliydi. Çamaşır ve yatak noksanı söz konusuydu. … Hastaların geriye gönderilmesinde büyük zorluklar vardı. Bu iş için demiryolu veya motorlu taşıtlar yoktu. Hastaların sağlığına uygun olmayan at arabası, kağnı, mekkâre (yük hayvanı) gibi araçlarla hastalar gönderilmekteydi. Bunlar da yeterli olmadığı için yürümemeleri gereken hastalar bile yayan gidiyorlardı … (sayfa 173).
- Ordu Sıhhî Reisi İbrahim Tali (Öngören) 34. Ve 18 inci Tümenlerdeki incelemesi sonrasında şunu saptamıştır: “Askerin çadır altında sefil bir hayat geçirmekte olduğunu, tamam gıda alamadığını, etlerin pek zayıf olup madde-i hülamiyeden (pelteden) ibaret kalmış, katiyen gıda makamına kaim olmayacağını gördük(sayfa 171).”
- Ordu’nun 1914 yılı başlarında 234 olan doktor sayısı 425 e yükselmiştir (172). Yukarıda 1914 yılı Sağlık Bütçesi görüşmelerinde tüm ülkedeki sivil halkın sağlık hizmetleri için Sağlık Genel Müdürülüğü’nün kadrolarında 575 doktor olduğu anımsanırsa, 3. Ordu’nun 425 e çıkan doktor sayısının göreceli büyüklüğü daha iyi anlaşılır. Ancak tüm Ordulardaki doktor sayısındaki artış, Sağlık Genel Müdürlüğündeki doktorlardan yüzde 80 inin Ordu hizmetine girmesinden kaynaklanmıştır[223].
Kitapta, Tevfik Sağlam’ın eserinden alıntı yapılanlar arasında da şunlara yer verilmiştir. “Erzurum ise, hasta, yaralı, zuafa, firari, hülasa her türlü efrat (bireyler, insan) akını karşısında kalmıştı. Sokaklarda, hanlarda, ahırlarda ölenler pek çoktu. Lekeli humma ve hummayı racia en yüksek derecesini bulmuştu. Sahra Sıhhiye Müfettişi Umumisi lekeli tifoya yakalanmış, Ordu Komutanı lekeli tifodan ölmüştü. Hekimlerin çoğu hastalanmış ve bunların büyük bir kısmı hastalığa kurban gitmişti. Bazı hastahanelerde bütün sıhhî ve idari personel hastalanmış ayakta bir iki kişi kalmıştı. Erzurum hasta ve yaralı istiab edemediğinden (artık içine alamadığından) Erzurum civarında Ilıca, Kân, Stavuk köylerine zuafa ve hastalar doldurulmuştu. Buralarda müthiş bir sefalet hüküm sürüyordu. Ölen ve kalanın hesabı belli değildi. Salgınlar ahaliye (halka) da sirayet etmişti (yayılmıştı). Erzurum halkından günde 20-30 kişi ölüyordu. Bu salgınlar geri mıntıkasını da sarmıştı. Erzincan büyük bir salgın içine girmişti (sayfa 174-175). Sanırım alıntıladığım bu birkaç paragraf Doğu Anadolu’da hüküm süren salgınların boyutu ve savaş yıllarında yaptığı tahribat konusunda yeterli özeti sunmuştur. Hikmet Özdemir’in kitabı okunmadan resmin bütününü görebilmek olası değildir.
1915-1918 döneminde 3. Ordudan hastahanelere girenlerin sayısı 564,498 kişidir. Aynı dönemde hastalardan ve yaralılardan ölenlerin sayısı ise 109,562 dir[224]. Sadece 1915’in ilk 10 ayı ile 1916 yılında hastahaneye yatanların sayısı (206,793 + 136,722=) 343,515 kişidir. Ordu mensuplarında bu boyutta hastalanmanın olduğu bir ortamda, beslenmedeki sorunlarla birlikte doktor ve ilaç sıkıntısı ile birlikte düşünüldüğünde, sivil Müslüman ve Hıristiyan halktaki hastalanmanın ve hastalık nedeni ile ölümlerin çok daha yüksek boyutta olması kaçınılmazdırdiye düşünüyorum.
Rus cephesindeki gelişmelere bağlı olarak iki aşamalı Türk iç göç hareketi yer almıştır. Bunlardan ilki, Nisan 1915 de Van’daki Ermeni ayaklanması ile başlayıp Rus ordusunun geri çekilmesine değin geçen zaman diliminde gerçekleşmişken, ikinci aşama Rus ordularının 1916 da yeni saldırısı ile başlayan Erzurum’un tamamen Van, Diyarbakır, Elazığ ve Trabzon illerinin bazı bölümlerini işgal etmesi sonucu yaşanmıştır. Bu iki aşamalı ve iç Anadolu’ya yönelik Türk göçlerinin 1916 da 660,000 e ulaştığı ABD’li tarihçi McCarthy tarafından belirtilmektedir[225]. Aynı kaynakta, Osmanlı Mühacirin Nezareti’nin daha sonra yayınladığı raporlara göre, bu iç göçün boyutunun Savaş sonunda 868,962 ye ulaştığı yer almaktadır. McCarthy, kitabında Doğu illerinde 1912-1922 arasında Müslüman nüfusunun kayıpları konusunda bir Tablo düzenlemiştir. Savaşın yoğun olarak sürdüğü Doğu illerindeki Müslüman nüfusun yüzde 40 ının savaş sonucunda öldüğünü belirtmiş, Ermenilerin de kayıplarının da en az bu kadar yüksek olduğuna işaret ederek, dünyanın Ermeni kayıplarını uzun süredir bildiğini, artık dünyanın Müslüman nüfusun kayıplarını da bilmesi gerektiğini ifade etmiştir. Bu bölgedeki ölümlerin Otuz Yıl Savaşları ve Kara Humma gibi dünyanın en büyük felaketlerinden bile fazla olduğunu yazmıştır[226].
Birinci Dünya Savaşı’nda Doğu Cephesinde Müslümanların yaşamak zorunda kaldıkları konusunda bu kısa bilgilerden sonra şimdi de Ermenilerin göçe zorlanmasını gerektiren olaylar konusunda kısa bilgi sunmak isterim. Bu konuda, 2007 yılında Mehmet Bora Perinçek’in “Sovyet Arşiv Belgeleri Işığında Türk-Ermeni İlişkileri (1915-1923)” başlıklı Yüksek Lisans tezinden kısa bazı alıntılar yapacağım.
Birinci Dünya Savaşı sırasında Kafkas Cephesinde görev yapan ve Sovyetler döneminde de Harp Akademilerinde ders veren General Prof. Dr. Nikolay Georgiyeviç Korsun, Berlin Antlaşması uyarınca Anadolu’da yapılması gereken reformlar konusunda Çarlık Rusyası’nın izlediği politikalar konusunda şu gözlemde bulunduğu Perinçek’in Yüksek Lisans Tezi’nde yer almaktadır. “Bu reformlarla ilgili meselelerde Rusya, Ermenilerin resmi koruyucusu gibi hareket etti. Bu politika, Ermeni halkının Rus feodal ve kapitalist sınıfları tarafından en sonunda köleleştirilmesi ve sömürülmesi adına yürütülüyordu. Savaşın başlamasıyla Çarlık hükümeti, sözde ‘tarihi görevini’ gerçekleştirmek adına, aslında Boğazlar’la İstanbul’u ve Türkiye Ermenistanı’nı ele geçirmek için hemen taleplerini oluşturdu.[227]”
Perinçek Tezinde Amerikalı yazar Stannard Becker’ın, Birinci Dünya Savaşı’nın Ortadoğu’ya hükmetme amaçlı olduğunu ve bu savaşın en büyük hedefinin Osmanlı İmparatorluğu’nun petrol, bakır, gümüş gibi yeraltı kaynakları ile verimli toprakları olduğunu belirttiğine yer vermiştir. Tezde ayrıca, Rusya, İngiltere ve Fransa’nın Birinci Dünya Savaşı öncesinde Osmanlı Devleti’nin ittifak teklifini ısrarlı olarak reddetmelerinin de bu Devletin topraklarını paylaşma anlayışının sonucu olduğunu vurgulamıştır[228].
General Korsun’un Çarlık ordularının Osmanlı topraklarında Ermenilerin bulunduğu bölgelere doğru ilerlemesi konusundaki şu düşüncesine de Perinçek yer vermiştir. “Rus Çarlığı’nın Osmanlı Türkiyesi’nin ‘mirasından’ kendi payına düşen bölgeyi ele geçirmesi askeri siyasal bir içerik taşımanın ötesinde, Osmanli Devleti’nin temel bölgesi olan Anadolu’yu ve Ortadoğu’daki Alman-Türk harekâtları için büyük önem taşıyan ve Almanlarla birlikte yapılan Bağdat demiryolunu tehdit anlamına da geliyordu. Bunlarla birlikte bu istila, Rusları Musul petrollerine yaklaştırıyordu. Ayrıca Rusların Türkiye’nin içlerine doğru girmesi, genel olarak Transkafkasya’yı ve Ruslar tarafından işgal edilmiş olan İran’ın kuzeybatı bölgelerini ve özellikle Bakû petrol bölgelerini ve Çiaturi manganez yataklarını Türkiye’nin saldırılarından koruyordu.[229]”
1856-1863 yılları arasında Rusya’nın İstanbul Büyükelçisi olarak görev yapan ve 1896-1896 döneminde yaklaşık bir buçuk yıl Dışişleri Bakanlığı görevinde de bulunan A.B. Lubanov Rostovski’nin “Bize Ermenisiz Ermenistan lazım” dediği de anılan Tez’de yer almaktadır[230].
Perinçek Tez’inde Sovyet Ermenistanı’nın önemli devlet ve bilim adamlarından A. B. Karinyan’ın, Birinci Dünya Savaşı öncesinde Taşnakların Çarlık hükümetiyle ilişkileri konusundaki şu görüşlerine de yer vermiştir. “Savaş arifesinde Çarlık diplomasisi, Türkiye Ermenilerini Rusya tarafına çekmeyi istediğini ve yaklaşmakta olan Kafkasya-Türkiye cephesindeki askeri harekâtlara Ermenileri de katmanın tam zamanı ve çok yararlı olduğunu düşündüklerini gizlemedi. … Rus devletinin yurtdışındaki büyükelçilerinin yazışmaları, konsolosların ve konsolos görevlilerinin raporları, Çarlığın ‘Ermeni meselesi’nin kaderine keskin ilgisini açıkça ortaya koyuyordu. (…) Türkiye’ye yapılacak her baskı ve Osmanlı devletinin haklarının kısıtlanması, Çarlık Rusyası’nın Yakındoğu’da güçlenmesi ve Rus ordularının Türkiye’nin içlerine ilerlemesi anlamına geliyordu.[231]”
Perinçek Tez’inde, Sovyet Ermenistanı’nın önemli yöneticilerinden A. B. Karinyan’a atfen şu bilgiyi de vermektedir. İttihat ve Terakki önde gelenlerinin, tehcir öncesinde, Ermenilerden, gönüllü birlikleri örgütleyenler arasında bulunan ve Meclisi Mebusan üyesi de olan Vramtsan ve Gagerin Pastırmacıyan’ı (Armen Garo) etkilemeleri yönünde ricada bulunduklarını, bu bağlamda halkın haklarını koruma sözü de verdiklerini de belirterek, ne Hükümet’in ricalarının, ne de görüşülen Ermeni Cemati’nin isteklerinin adı geçenlerce olumlu karşılanmadığı ileri sürülmektedir[232].
Mehmet Bora Perinçek’in internet ortamında erişilebilen yüksek lisans tezi, Ermenilerin Osmanlı Devletine isyanları ve Rus ordusunun işgali sırasında yaptıkları kıyımlara ilişkin birçok bilgi içermektedir. Tez’den alıntılarımı bu kadarla sınırlayıp, 168 sayfalık söz konusu tezin okunmasını öneririm.
Birinci Dünya Savaşı’nın sonlarında, Bakü petrollerinin ele geçirmek üzere, Osmanlı ordusu, Bakü’de oluşturulan Sovyet yönetiminin emrindeki Bolşevik Ruslar ile Ermenilerden oluşan gayrı muntazam birlikler, Tiflis’teki Alman komutan K. Von Kressenstein’in oluşturduğu birlikler ile Irak’taki İngiliz kuvvetlerinden bir bölümü İran üzerinden Bakü’ye gönderilmiştir. Bakü kısa süre Osmanlı ordusu elinde kalmışsa da mütareke sonrası Osmanlı Ordusu geri çekilmiştir. Bu süreçte, Almanya ile Sovyet Rusya arasında Bakü petrolleri için imzalanan anlaşma dahil yaşananlar, L. C. Dunsterville’in kitabından öğrenilebilir[233].
Tehcir uygulaması
Yukarıda yer alan bilgilerin ortaya koyduğu ortamda, içinde Ermeni birlikleri ile gönüllülerinin de bulunduğu Rus orduları ile savaşan 3. Ordu’nun askeri bakımdan güvenliği artırmak amacıyla büyük çoğunlu 3. Ordu bölgesinden olmak üzere Ermenilerin göç ettirilmesine karar verilmiştir. Sonyel’in belirttiğine göre, 1917 yılı başlarına kadar yer değiştiren Ermenilerin sayısı 700 bin dolayındadır[234]. Sonyel zorunlu göç sırasında can kayıpları konusunda da şu bilgileri vermektedir. “… 700 bin Ermeni’den bazıları, geçtikleri bölgelerde süren askeri operasyonlar ve gerilla hareketleri sonucu veya kan davaları, güvensiz şartlar, aşiretlerin konvoylara yaptığı saldırılar nedeniyle yaşamlarını yitirmişlerdi. Üstelik yer değiştirmeler, Osmanlı İmparatorluğu’nun büyük bir yakıt, yiyecek, ilaç vb. sıkıntı çektiği, ülkede geniş çapta açlık ve veba salgınının yaygın olduğu bir dönemde yaşanıyordu. Bazı Ermeniler de hastalık, kötü iklim koşulları, seyahat güçlükleri veya kimi yetkililerin adaletsizce davranışları sonucunda yaşamlarını yitirmişti. Birçoğu da bizzat kendilerinin çıkardıkları isyanlarda çıkan çatışmalarda ölmüştü.[235]”
Uluç Gürkan, “Malta Yargılaması, Özgün İngiliz Belgeleriyle” isimli kitabında, zorunlu göç uygulamasında gösterilen bütün özene karşın öngörüldüğü gibi uygulanamadığını belirterek, ölümler, mal gaspı, kafilelere saldırıların yaşandığına yer vermiştir[236]. Osmanlı Hükümeti, 27 Mayıs 1915 günü tehcir kararını aldıktan sonra, uygalamalarını yakından izlediği ve gelen yakınmaları da önemsediği anlaşılmaktadır. Bunun sonucu olarak İçişleri Bakanı Talat Paşa’nın 28 Eylül 1915 tarihli yazısındaki isteğe uygun olarak yakınmaları incelemek ve soruşturmak üzere üç soruşturma komisyonu kurulmuştur[237]. Bu soruşturma komisyonlarının verdikleri raporlar üzerine, tehcir sırasında görevlerini kötüye kullanan kamu görevlileri ile kötü eylemlerde bulunan sivil halkı yargılamak üzere, 12 Divan-ı Harb-i Örfi Mahkemesi kurulmuş ve mahkemelerde 1,673 kişi tutuklu olarak yargılanmıştır. Yargılananların 528 i güvenlik 170 i kamu görevlisi ve 975 sivil uyruklular olmuştur. Yargılamalar sonucunda 67 ölüm cezası, 524 hapis cezası, 68 kürek mahkûmiyeti ve benzeri ağır cezalara hüküm giymiştir[238]. Tehcir kararının alınmasından dört ay sonra soruşturma komisyonu ve ardından da Örfi İdare Mahkemelerinde 1,673 kişinin yargılanması ve çok büyük bölümünün ağır cezalarla mahkûm edilmesi, 1915 Ermeni sorunu konusunu inceleyenlerin göz ardı etmemeleri gereken bir husustur.
Van’da Rus Konsolosu olarak görev yapan General Russe Mayewski’nin Hükümetine gönderdiği raporlar ile Van ve Bitlis İllerine ait istatistikler ışığında yazdığı ve 1916 yılında yayınlanan “Les Massacres D’Arménie” isimli kitabında Ermenilerin anılan illerde uyguladıkları kıyımlar konusunda bilgi verilmektedir. Bu kitaba internet ortamında erişilebilmektedir.
Ayrıca, İçişleri Bakanı Talat Paşa’nın 1916 yılında “Ermeni Vahşeti ve Ermeni Komitelerinin Amâl Ve Harekâtı İhtilaliyesi İlan-ı Meşrutiyet’ten Evvel ve Sonra” başlıklı bir kitap yayınlamıştır. Ancak kitap yalnızca Osmanlıca olarak ve savaş yılında basılmış olması nedeni ile Dünya kamuoyuna konunun Osmanlı Devleti boyutunu aktaramamıştır. Bu kitap daha sonra 2005 yılında günümüz abc’si ile yeniden basılmıştır.
1919 yılında İsviçre’nin Cenevre kentinde Kara Schemsi tarafından 123 sayfalık “Tarih Önünde Türkler ve Ermeniler (Turcs et Armeniens Devant L’Histoire)” isimli kitabı Fransızca olarak yayınlanmıştır. Fransızca basım sahaflarda mevcuttur.
Osmanlı Devleti’nin son günlerinde gerek Ermeni olaylarına ve gerek Yunanlıların İzmir’e çıkmasına yönelik olarak bireysel tepki gösteren diğer bir kişi Yunanistan’da da Elçi olarak görev yapmış olan Galip Kemalî Söylemezoğlu’dur. Adı geçen San Remo Konferansı’na, Paris Konferansı’na ve diğer yerlere tepki mektupları göndermiştir. Bu tepki mektuplarının yanına eklediği diğer bilgi ve belgeleri 1920 yılında Roma’da “L’Assassinat d’un Peuple” adı kitapta yayınlamıştır. Bu kitap 1957 yılında Türkçe olarak da basılmıştır[239].
Osmanlı Devleti dönemine ilişkin özet bilgi sunumunu, McCarthy’nin kitabının girişinden bir alıntı ile bitirmek istiyorum. “1821-1922 arasında, 5 milyondan fazla Müslüman topraklarından sürülmüştü. Beş buçuk milyon Müslüman da ölmüştü; bir kısmı savaşlar sırasında katledilmiş, geriye kalanı da mülteci olup açlık ve hastalıktan kırılmıştı.[240]”
Cumhuriyet Dönemi
Osmanlı Devleti’nde ayrılıkçı isyanların bastırılmasına yönelik olarak, Avrupa parlamentolarında yapılan eleştirilere, bu konuda yazılan kitaplara ve basında yazılanlara yönelik olarak gerek Osmanlı toplumunu ve gerek bu eleştirileri yapan ülke resmi makamları ile toplumlarını bilgilendirecek belgelerle de desteklenen yeterli resmi ve özel yazılı açıklamalar yapılmadığı sunduğum bilgilerden görülmektedir. Bunun sonucu olarak Avrupa ülkelerinin kamuoyları kendilerine tek yanlı ve zaman zaman çarpıtılmış olarak sunulan bilgiler ışığında Osmanlı Devletini ve Türkleri barbar, zalim ve medeniyete katkı yapmayan bir ülke ve toplum olarak algılamıştır. Bu anlayış ders kitaplarında da yer aldığından bir yüz yılı aşkın dönemde yetişen kuşaklar bu algılarla yetişmiştir. Bunun sonucu olarak günümüzde dahi bu eski anlayışı sorgulamadan yenileyen sayısız kitap, makale yayınlanmış ve söylemler dile getirilmiş ve filmler yapılmıştır. Dolayısı ile bu yerleşmiş algıları doğru bilgilerle düzeltme görev ve sorumluluğu Cumhuriyet döneminin yetiştirdiği kuşaklara miras olarak kalmıştır.
Yunanistan’ın İzmir’i işgali ile başlayan Türk kıyımları konusunda, Avrupa kamuoyunu bilgilendiren kitap, saptayabildiğim kadarı ile, Mısır Hidivi’nin kızı Kadria Hussein’in 1921 de Roma’da Fransızca yayınlanan “Lettres D’Angora La Sainte-Avril-Juin 1921” başlıklı kitabı, 1922 yılında Atatürk’ün isteği üzerine dilimize çevrilmiştir. Çeviri Cemile Necmeddin Sahir Sılan tarafından yapılmıştır[241]. Kadria Hussein kitabına, İzmir’in işgalinin canlı tanıklarından Vittorio Pisani’nin o anları yansıttığı suluboya resimlerinden de almıştır. Celal Öçal 2007 yılında “Kurtuluş Savaşımıza Sanatıyla Katkıda Bulunan Ressam Vittorio Pisani” isimli bir kitap yayınlamıştır[242].
1923 yılında İçişleri Bakanlığı, “Türkiye’de Yunan Fecayii” başlıklı iki ciltlik kitabı eski harflerle yayınlamış ve yaşanan olayları kayıt altına alarak, gelecek kuşaklara Bağımsızlık Savaşı için ödenen bedeller konusunda o günün taze bilgilerini aktarma görevini yerine getirmiştir. Bu kitap 2003 yılında yeniden basılmıştır.
Atatürk ve Cumhuriyeti kuran kadro, başlangıç bölümünde de belirttiğim üzere, Osmanlı Devletinin 1800-1918 arasında dokuz savaş yapmak ve yedi isyan bastırmak zorunda kaldığını bilen ve önemli bir bölümünü de yaşayan bir kuşaktı. O nedenle, Osmanlı Devletinden ayrılıp bağımsız devletler haline gelen ülkelerde yerleşmiş Osmanlı düşmanlığının süreceği bir ortamda, ne genç Cumhuriyetin ne de o devletlerin güven ve barış ortamında bir arada yaşayıp gelişmelerinin zor olacağının bilincindeydiler. Bu anlayışla, Türkiye Cumhuriyeti, Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nin yenilmesi ile bağımsızlıklarına kavuşan komşu ülkelere, Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni bir Osmanlı hayali olmadığını ve onların topraklarında gözü olmadığını göstermek ve karşılıklı güven ortamı yaratmak amacıyla bir dizi antlaşmalar yapma yoluna gitmiştir. Bu doğrultuda ilk adım, daha Bağımsızlık Savaşı sürerken atılmış ve 9 Aralık 1920 günü Ermenistan ile Barış Antlaşması imzalanmıştı. Bunu 1 Mart 1921 tarihli Afganistan Antlaşması ile 16 Mart 1921 günü imzalanan Sovyet Rusya ile Dostluk ve Kardeşlik Antlaşmaları izlemiştir. Rusya ile yapılan bu andlaşma ile Rusya, Türkiye’nin sınırları olarak, 28 Kasım 1920 günü İstanbul’da toplanan Meclisi Mebusan’ın ilan ettiği Misak-ı Millî’yi tanımış ve kuzey-doğu sınırlarının buna göre düzenlenmesini kabul etmiştir. Bu Antlaşma ile Osmanlı Devleti’nin 1878 Ayastefanos ve Berlin Antlaşmaları ile Rusya’ya terk etmek zorunda kaldığı Kars ve Ardahan Türkiye Cumhuriyeti’ne geri dönmüştür[243]. Bağımsızlık Savaşı’nın sürdüğü yıllarda imzalanan diğer andlaşmalar ise şunlardır; 13 Ekim 1921 tarihli “Türkiye ile Ermenistan, Azarbeycan ve Gürcistan Arasında Dostluk Antlaşması” ve 20 Ekim 1921 tarihli “Türk Fransız (Ön Barış) Anlaşması”dır[244].
Lozan Barış Antlaşması’nın hemen ardından, Türkiye yakın coğrafyasında bulunan ülkelerle dostluk antlaşmaları imzalamayı sürdürmüştür. Bu yöndeki ilk adımını da Balkan Devletleri ile atmıştır. 1923’te Arnavutluk, 1925’te de Bulgaristan ve Yugoslavya ile dostluk antlaşmaları imzalanmıştır. Türkiye, Balkanlara yönelik daha kapsamlı bir güven ortamı sağlayabilmek için bu girişimlerini sürdürmüştür. Bu amaçla sınırların karşılıklı güven altına alınmasını sağlamak amacıyla 1926 yılında diplomatik girişimlerde bulundu ise de sonuç alamadı[245]. 1933 yılında Türkiye sırasıyla Yunanistan, Bulgaristan, Romanya, Yugoslavya ile birer “Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşmaları” imzaladı. Bu gelişme Balkan ülkeleri arasında daha kapsamlı bir düzenleme için uygun bir zemin hazırlamış oldu ve Balkan Paktı, 9 Şubat 1934’te Atina’da Türkiye, Yunanistan, Yugoslavya ve Romanya Dışişleri Bakanları tarafından imzalandı ve Pakta girmeyen Bulgaristan ve Arnavutluk’a da sonradan katılabilmelerine hak tanındı[246]. Bu girişimleri ile Türkiye eski Osmanlı topraklarına yönelik emelleri olmadığını Balkan ülkelerine göstermiş oldu. Atatürk, Balkan Antlaşması konusunda düşüncelerini 1 Kasım 1934 günü TBMM’ni açış konuşmasında şöyle dile getirmiştir: “Uluslararası siyasa acunu; geçen yıl içinde korunma kaygısına düştü; bu yüzden bütün ülkelerde silahlanmaya hız verildi. Cumhuriyet Hükümeti de, bundan dolayı, bir yandan ulusal koruma gücünü pekiştirmeye çalışırken, bir yandan da barışın sarsılmaması için, ulusların birlikte çalışmasına umut veren yoldan ayrılmamak uğrunda elinden geleni esirgememektedir. Cumhuriyet Türkiye’sinin dostluklarına çözülmez bağlılığı, geçmiş yıllarda türlü işlerde denenmiştir. Ulusumuzun acunca tanınmış özlüğünün gereği de karşılıklı verilmiş sözü tutmaktır. Buna ne türlü özenildiği, bundan böyle de özenileceği bellidir. Balkan Antlaşması, Balkan Devletlerinin birbirinin varlıklarına özel saygı beslenmesini göz önünde tutan mutlu bir belgedir. Bunun sınırların korunmasında gerçek bir değeri olduğu besbellidir. Ankara’da toplanmış olan ‘Balkan Antlaşma divanının’ verimli, yerinde çalışmasını ulusumuz sevgi ile karşıladı.[247]” Alıntıladığım metinde dil güncelleştirmesi yapmadım. Okuduğunuz sözcüklerin tümü Zabıt’ta yer alan Atatürk’ün sözleridir. Bu da Türk Dil Kurumu’nun çalışmaları ile daha 1934 yılında Türkçemizin ne boyutta özüne dönebildiğinin güzel bir göstergesidir.
Batı, Kuzey ve Kuzeydoğu komşuları ile güven ortamı sağlandıktan sonra, Türkiye Cumhuriyeti Doğu ve Güneydoğu’da sınırdaş olduğu ülkelerle de benzeri güven ortamı oluşturacak bir Pakt oluşturmak için girişimde bulunmuş ve sonuçta 8 Temmuz 1937 günü, Türkiye, Irak, İran ve Afganistan arasında Sadabat Paktı imzalanmıştır. Bu Pakt çok taraflı bölgesel bir antlaşma olup, taraflar birbirlerine saldırıdan kaçınmayı ve bölgede barışı korumak üzere iş birliği yapma ortak ilkesini kabul etmişlerdir. Bu karşılıklı saldırmazlık ve iyi komşuluk Paktı olup savunma için karşılıklı yardımlaşma konusunu içermemektedir[248]. Avrupa’da savaş tehdidinin hızla tırmanış içinde olduğu ortamda, Türkiye’nin izlediği dış politikanın barışçıl içeriğini Atatürk 1 Kasım 1937 günü TBMM’ni açış konuşmasında şu şekilde açıklamıştır: “… Milletler Cemiyeti yüksek idaresi altında cereyan etmiş olan müzakereler, Hatay halkının lâyık olduğu mesut ve müstakil idareye kavuşması yolunda amaçladığımız gayeyi temin edecek vesikaların (belgelerin) kabul ve imzası ile neticelenmiştir. Yeni Hatay rejiminin meriyete (yürürlüğe) girmesine, kısa bir zaman kaldı. Bu rejimi, kendileri ile en dostane bir zihniyetle emek birliği yapmış olduğumuz Fransızların, iyi niyetle ve amaçlanan gayeyi temin edebilecek şekilde tatbike başlayacaklarına şüphe edilmemelidir. Yarınki Türk-Fransız münasebetlerinin dilediğimiz yolda inkişafına (gelişmesine), Hatay işinin iyi bir yönde yürümesi, esaslı bir ölçü ve amil (sebep)olacaktır kanaatindeyim. Balkan siyasetimiz, en mesut bir işbirliği yaratmakta devam ederek kendisine çizilmiş olan sulh yolunda her gün daha verimli neticeler üretmektedir. Cumhuriyet Hükümetinin, takip edegelmekte bulunduğu dostluk ve yakınlık siyaseti, yeni bir kuvvetli adım attı. Sadabat’ta dostlarımız Efganistan, Irak ve İran ile imza etmiş olduğumuz dörtlü muahede (antlaşma), büyük bir memnuniyetle kayda değer sulh eserlerinden birisidir. … Sulh yolunda nereden bir hitap (istek, söz) geldiyse, Türkiye onu tehalükle (istekle) karşıladı ve yardımlarını esirgemedi. …[249]”
Türkiye ile Fransız mandası altındaki Suriye arasındaki Hatay Sancağı sorunu da, Hatay Cumhuriyeti’nin 30 Haziran 1939 günü Türkiye’ye katılma kararı ile son bulmuştur. Atatürk’ün büyük önem verdiği Hatay’ın Türkiye’ye katılmasına ilişkin uzun barışçıl süreç hakkında daha ayrıntılı bilgi edinmek isteyen okurlar son nottaki kaynağa ve konu ile ilgili diğer belgelere başvurabilirler[250].
Cumhuriyetin komşu ülkelerle oluşturduğu bu barış ve karşılıklı güven ortamının gereği olarak, geçmişte yaşanan ve emperyalist ülkelerin Osmanlı coğrafyasına yönelik emellerini gerçekleştirebilmek için, bu coğrafyadaki toplumların arasında kin ve nefret oluşmasına yol açan politikaları sonucunda, tüm tüm toplumların birlikte yüksek bedel ödediği olayların küllenip tarihe mal olması amacıyla karşılıklı nefret söylemlerinden ve yazılımlarından uzak durulmuştur.
Karşılıklı olarak olarak oluşturulan bu barış ve güven ortamında, Cumhuriyet, yeni kuşakların yetişmesine, önce kendi toplumunu bilgi ve belgeye dayanan inceleme ve araştırmalarla eğitmeye ve toplumu bilinçlendirme adımlarını sağlam temel kurarak başlamıştır. Bu çalışmalar çerçevesinde, Türklerin ve Müslüman toplumların barbar olmadığına ve uygarlığın oluşmasına ve gelişmesine tarihi süreçte önemli katkılarda bulunduklarına belgeler eşliğinde yanıtlar da oluşturulmuştur. Şimdi bu süreci genel hatları ile inceleyebiliriz.
Bu bağlamda ilk adımı Atatürk, Cumhuriyet Halk Fırkası’nın 15-20 Ekim 1927 tarihleri arasında gerçekleştirdiği Büyük Kongre’de okuduğu Nutuk ile atmıştır. Atatürk Nutku’nda 1919-1927 döneminde ülkenin yaşadığı süreci anlatırken 299 belgeyi de toplumun bilgisine, incelemesine sunmuş ve arşivlere kazandırmıştır. O nedenle, Nutuk’u edinen ve okuyan yurttaşlarımızın mutlaka “Belgeler (Vesikalar)” bölümü ile birlikte edinip okumalıdırlar. Nutuk sadece Türkçe basılmamıştır. 1930 yılında Fransızca ve İngilizce olarak da yayınlanmış ve dünya kamuoyunun da bilgisine sunulmuştur. Bununla da yetinilmemiş, Rusça dahil diğer dillere çevrilip basılıp yayılması görevi de K. F. Köhler Yayınevine verilmiştir. Dolayısı ile Nutuk belgeleri ile birlikte önce ulusa sonra da dünya kamuoyuna sunulan ilk belgesel yanıt ve yayınımız olmuştur.
Atatürk’ün belge ve bilgiye dayanan çalışmalarındaki diğer önemli adımı Türk Tarih Kurumu’nun kurulması olmuştur. Cumhurbaşkanlığı’nca 2006 yılnda bastırılan “Atatürk Kitaplığı” başlıklı kitapta 4,289 kitap kayıtlı bulunmaktadır. Bu kitaptan not aldığım göre, bir kategoride 100 ün üzerinde kitap bulunan konulardan bazıları şunlardır. Türk tarihi 399, Avrupa tarihi 266, Siyasal bilimler 204, Türk dili 119, İslam dini 111, ders kitapları 104 ve eğitim 101 kitap olduğu belirtilmektedir. Görüldüğü üzere, kitaplığa egemen olan konu (399+266=665) tarihtir. Anıtkabir Derneğinin Yayınladığı 24 ciltlik “Atatürk’ün Okuduğu Kitaplar” incelendiğinde de görüleceği üzere, okuduğu tüm kitapların önemli gördüğü bölümlerin altı çizilmiş, önem boyutunu belirtmek için ayrıca kenarlar da ya çizilmiş veya özel işaretler konulmuş ve yer yer kenar notları da yazılmıştır.
Türk Tarih Kurumu’nun kuruluşuna ilişkin yasal zemin, 23 Nisan 1930 günü Türk Ocaklarının VI. Kurultay’ında hazırlanmıştır. Türk Ocakları yasasına 84 üncü madde olarak konulması önerilen metin şöyledir; “Merkez Heyeti, Türk tarih ve medeniyetini ilmi bir surette tetkik ve tetebbu (etraflıca incelemek) eylemek vazifesiyle mükellef olmak üzere bir ‘Türk Tarih Heyeti’ teşkil eder.[251]”
Kurultay’da Afet İnan’ın konuşmasından bir paragraf alıntılamak istiyorum. “… Türk milletinin yüksek tarihi hakkındaki bilgi noksandır. Bize, hepimize geçmişin mekteplerinde bu hususta öğretilmiş şeyler hem noksandır, hem de yanlıştır. Yazık ki, bu yanlış yol bugüne kadar önümüzdeki nesli yetiştiren bilgi ocaklarında da takip olunmuştur. Geçmişten miras kalan bu sisli yolu aydınlatmak Türk milletini, Türk çocuklarını yeni bir nurlu tarih yolundan yürüterek, âtinin (geleceğin) parlak ufuklarına eriştirmek mühimdir.[252]”
Türk Ocakları Kanunu’na 84 üncü maddenin eklenmeinden sonra 16 üyeden oluşan Türk Tarihi Tetkik Heyeti oluşturulmuştur. Bu Heyet “Türk Tarihinin Ana Hatları” başlığı ile ilk çalışmasını yapmıştır. Bu çalışma sürecini Atatürk yakından izlemiş, belge taslaklarını okuyup önerilerde bulunmuş ve zaman zaman da Heyet’in toplantılarına katılmıştır. Bu çalışma 1930 yılında 100 nüsha olarak basılıp, Türk Tarihi uzmanlarına gönderilerek görüş istenmiştir. 2-11 Temmuz 1932 tarihleri arasında Ankara’da yapılan Birinci Türk Tarih Kongresinde tarihçiler tebliğlerini sunmuş ve tartışmalar yapmıştır. Bu Kongre’de sunulan tebliğ ve tartışmalara Türk Tarih Kurumu’nun sitesinden pdf olarak ulaşabilmek mümkündür.
Türk Tarihinin Ana Hatları çerçevesinde hazırlanan lise 1, 2, 3 ve 4 üncü sınıflara ilişkin Tarih Ders Kitapları 1931 yılında bastırılmış ve 1940 yılına kadar liselerde okutulmuştur. Türk Tarihinin Ana Hatları daha sonraki yıllarda Kaynak Yayınları tarafından, dört yıllık tarih kitapları ile birlikte yeniden yayınlaşmıştır.
Türk Tarih Kurumu’nun kuruluş sürecini ayrıntısı ile öğrenmek isteyenlere, Afet İnan’ın son notta yer alan kitabının 255-275 sayfaları arasını, Atatürk’ün Türk Tarih Tezi çalışmalarına katkıları konusunda bilgi edinmek isteyenlere de Afet İnan’ın Belleten’de yayınlanan “Atatürk ve Tarih Tezi”[253] başlıklı makalesini okumalarını öneririm.
Türk Tarih Tezi okunduğunda, ileri sürülen görüşlerin Avrupalı tarihçilerin geçmişte yayınladıkları kitaplarda yer alan görüşlere çok sık atıfta bulunulduğu da görülecektir. Ayrıca, Cengiz Özakıncı’nın Kanal B de her Cumartesi günü yayınlanan “Tarihin Bilinmeyen Yüzü” programının 1 Eylül 2018-25 Mayıs 2019 tarihleri arasındaki bölümlerinde de Avrupalı tarihçi ve arkeologların araştırma belgelerine dayanan açıklamalar mevcuttur.
Türk Tarih Tezinde ileri sürülen, Sümerlilerin, Asurluların, Etrüsklerin Turan kökenli toplumlar olduklarına ve dillerinin o dille ilişkili olduğuna ait bilgiler Avrupalı dil bilimciler ve arkeologların 1800 li yıllarda yaptıkları araştırmalar sonunda yayınlanan kitaplarında yer alagelmektedir. Bunlardan birkaç örneği orijinal metinlerinden kopyalamak istiyorum.
George Smith’in 1871 yılında Londra’da yayınlanan bu kitabının 4 üncü ve 5 inci sayfalarında Asur yazısının Turan dilini kullananlar tarafından bulunup geliştirldiğini ifade eden bölümler aşağıda yer almaktadır.
Vermek istediğim diğer örnek ise, İtalya’da yaşamış ve uygarlık geliştirmiş olan Etrüsklerle ilgilidir. Isaac Taylor’un Londra’da 1874 yılında yayınlanan kitabının birçok sayfasında, Etrüsklerin Turan kökeninden geldiği belirtilmektedir. Kitabın ilgili 38 ve 40 ıncı sayfaları ile içkapağının görsellerini aşağıda sunuyorum.
Hukuk Fakültesini bitirdikten sonra Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesini de bitiren ilk kadın Senatörümüz olan ve diplomatik görevlerde de bulunan Adile Ayda 1992 yılında “Etrüskler (Tursakalar) Türk İdiler” isimli kitabını yayınlamıştır.
Türk Tarihinin Ana Hatları’nı inceleyen kurumlardan biri de Harp Akademileri Komutanlığıdır. Akademi Komutanı Ferik Fuad Paşa’nın bildirdiği görüşlerden birisini de buraya alıntılamak isterim. “Eserin heyet-i umumiyesini (bütünü) vasat derecede bir kariin (ortalama bir okurun) anlayabilmesini mümkün kılacak şekilde tedvini (yayına hazırlanması)[254]”
Fuad Paşanın vurguladığı “ortalama okurun anlayabilmesi” büyük önem taşımaktadır. Bu önem, TBMM’de 1 Kasım 1928 günü görüşülüp onaylanan “Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki” kanun tasarısına ait Geçici Komisyon Raporu üzerinde konuşan Şarkikarahisar milletvekili Mehmet Emin Bey’in açıklamalarında da yer almıştır. Emin Bey’in konuşmasının bu bölümünü alıntılıyorum. “Arap harfleri ilim ve sanatın sesini halkın içerisine götüremiyordu, Terakki ve medeniyetin ruhunu halkın içerisine yayamıyordu. Münevver zümre ile halk zümresi arasında uçurumlar vardı, setler vardı, maarif tamime, ilim ve sanata halkın içerisine götürmeye terakki ve medeniyeti halkın içerisine yaymaya en büyük vasıta ve amil olacak olan bu yeni Türk hafleridir ki, bize mukaddes arzı vadediyor.[255]”
Dilin, toplumun tümü tarafından anlaşılabilir olmasını ve yüzyıllardır ihmal edilen Türkçe’nin canlandırılabilmesi amacıyla, sonradan Türk Dil Kurumu adını alacak olan “Türk Dili Tetkik Cemiyeti” adıyla 12 Temmuz 1932’de Atatürk’ün önerisi üzerine kurulmuştur. Türk Dili Tetkik Cemiyetinin amacı, “Türk dilinin öz güzelliğini ve zenginliğini meydana çıkarmak, onu yeryüzü dilleri arasında değerine yaraşır yüksekliğe eriştirmek” olarak tespit edilmiştir. Kurulan cemiyet bu amacını Türk dilini tetkik ve elde edilen neticeleri neşir ve tamim ederek gerçekleştirecektir. “Bu amaca ulaşmak için de şu yol takip edilecektir: 1. Toplanıp ilmî (bilimsel) müzakerelerde bulunmak; 2. Türk dilini kendi menşelerine (köklerine), tekâmülüne (gelişmesine) ve ihtiyaçlarına göre tespit ve tedvin etmek (yazılı hale getirmek); 3. Türk dilini tetkike yarayacak vesaik ve malzemeyi elde etmek, eski kitaplardan ve memleketin her mıntıkasındaki halk dilinden derlemeler yapmak ve yaptırmak; 4. Cemiyet mesaisinin semerelerini her türlü yollarda neşre çalışmak.[256]” Türk Dil Kurumu, dil üzerindeki incelemelerini yaparken başvuracağı kaynaklardan birisi de, yüz yıllardır ihmal edilmiş, halk ile doğrudan görüşerek onların kullandıkları sözcükleri derlemektir.
Atatürk, 1 Kasım 1936 günü, TBMM’nin Beşinci dönem ikinci yasama yılını açış konuşmasında, Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumunun geleceği ile ilgili gözlem ve beklentilerini şöyle ifade etmiştir. “Başlarında değerli Eğitim Bakanımız bulunan, Türk Tarih Kurumu ile Türk Dil Kurumunun her gün yeni gerçek ufuklar açan, ciddî ve aralıksız çalışmalarını övgü ile anmak isterim. Bu iki ulusal kurumun, tarihimizin ve dilimizin, karanlıklar içinde unutulmuş derinliklerini, dünya kültüründe başlangıcı temsil ettiklerini, kabul edilebilir bilimsel belgelerle ortaya koydukça, yalnız Türk ulusunun değil, bütün bilim dünyasının ilgisini ve uyanmasını sağlayan, kutsal bir görev yapmakta olduklarını güvenle söyleyebilirim. Tarih Kurumunun Alacahöyük’te yaptığı kazılar sonucunda, ortaya çıkardığı beş bin beş yüz yıllık maddî Türk tarih belgeleri, dünya kültür tarihinin yeni baştan incelenmesini ve derinleştirilmesini gerektirecektir. Birçok Avrupalı bilim adamının katılması ile toplanan son Dil Kurultayının aydınlık sonuçlarını görmekle çok mutluyum. Bu ulusal kurumların az zaman içinde ulusal akademilere dönüşmesini dilerim. Bunun için, çalışkan tarih, dil ve bilim adamlarımızın, bilim dünyasınca tanınacak orijinal eserlerini görmekle mutlu olmanızı dilerim.[257]”
Atatürk’ün bu önerisine uygun olarak, her iki Kurumun gelecekte de gereksinim duyacağı nitelikli bilimcilerin yetiştirimesi için Ankara’da, Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nin kurulmasını öngören yasa 14 Haziran 1935 tarihinde kabul edilmişti. Fakülte’nin kuruluş sürecine ait ayrıntılı bilgilere Afet İnan’ın son notlarda yer alan kitabının 309-328 sayfalarından erişilebilir. Anılan kitabın, Fakülte’nin kuruluş düşüncesinin doğuşuna ilişkin bölümünden de bir alıntı yapmak isterim. “(Atatürk) O gün, gündüz saatlerinde Tarih Kurumu çalışmalarından söz ederken, bu özel kurumdan başka, resmî bir kuruluşun zarureti üzerinde durmuş olduğunu hatırladığım için, o geceki emir (Atatürk’ün Millî Eğitim Bakanı Abidin Özmen’e Tarih-Coğrafya Fakültesi kurulması önerisi) bana hiç ani bir karar gibi gelmemişti. Hatta gündüz, ‘Tarih ve Dil Kurumlarını akademi yapabilmek için, bir fakülte mi kurmak yoksa Avrupa ve Amerika’ya öğrenci mi göndermek daha yararlı olacaktır?’ diye bana sorduğu zaman, fakülte açmanın Ankara Üniversitesi’nin kurulmasına önderlik edeceğini, fakat öğrencilerin Batı ülkelerinde yetişmesinin de paralel yürütülmesi düşüncesini savunmuştum.[258]”
Bu birbirini tamamlayan ve bütünleyen üç Kurum, alanlarında çok önemli araştırmalar yapmış, yaptırmış ve çok değerli bilim insanları yetiştirmiştir. Atatürk, Türk Tarih Kurumu ile Türk Dil Kurumu’nun özerk olarak ve kaynak sıkıntısı çekmeden araştırmalarını yapabilmelerini güven altına almak amacıyla da İş Bankası’ndaki hisselerinin karşılığı kâr paylarını da eşit olarak bu iki Kurum’a bağışlamıştır. O nedenle iki Kurum’un çalışanlarının maaşları ve araştırma ile yayın giderleri halen dahi Atatürk tarafından ödenmektedir. Bunu unutmamak gerekir.
Bu dönemde Devletçe yurt dışı eğitime gönderilen ve araştırma ve yayınaları ile dünyada tanınan Ekrem Akurgal, Sedat Alp, Aydın Sayılı öğrenimleri tamamlayıp döndüklerinde Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesinde asistan olarak göreve başlamışlardır. 1928 yılında açılan ve yurt dışına eğitime gönderilenler arasında Enver Ziya Karal’da yer almıştır. Karal, Fransa’da tarih lisans ve doktora öğrenimi tamamlayıp yurda döndükten sonra İstanbul Üniversitesinde göreve başlamıştır. Bunların yanında Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nden mezun olup dallarında dünya ölçeğinde ün kazanan diğer bazı bilim insanlarımızı da anmak isterim. Halil İnalcık, Muazzez İlmiye Çığ, İlber Ortaylı (Ortaylı, hem Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne hem de Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesine birlikte devam etmiştir). Bu Fakültede okuyup ülkemize büyük hizmetler sunan diğer akademisyenlerimizin isimlerini tek tek buraya alamadığım için kendilerinden özür dilerim. Burada isimlerini saydıklarımın kitapları belirli aralıklarla basıldığı için toplumda tanınmaktadırlar. Ancak 1993 yılında aramızdan ayrılan Aydın Sayılı, Beş Liralık kağıt parada resmi bulunmasına rağmen toplumda pek tanınmamaktadır. 1913 doğumlu Sayılı, Millî Eğitim Bakanlığı tarafından ABD öğrenim için gönderilmiş ve Harvard Üniversitesi’nde Bilim Tarihi üzerine doktorasını tamamladıktan sonra ülkeye dönüp Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesinde asistan olarak göreve başlamıştır[259]. Sayılı’nın önde gelen eserlerinden birisi de Türk Tarih Kurumu tarafından ilk basımı 1966 ve ikinci basımı 1982 de yapılan “Mısırlılarda ve Mezopotamyalılarda Matematik, Astronomi ve Tıp” isimli kitabıdır.
Belgelere dayanarak, bireyler hakkında ileri sürülen iddiaları yanıtlamada da yine Atatürk ilk örneği sergilemiştir. Asker kökenli H. C. Armstrong 1932 yılında, Atatürk hakkında “Gray Wolf” isimli kitabını yayınlamıştır. Bu kitapta Atatürk’e yönelik eleştiriler de yer almıştır. Atatürk, kitabı getirtip, dilimize çevirterek okuduktan sonra kendisine yönelik eleştirileri Akşam Gazetesinde 8-19 Aralık 1932 tarihleri arasında yanıtlamıştır. Bu kitap ülkemizde “Bozkurt” adı altında yayınlanmaya devam etmektedir. Yayıncıların, kitabın sonuna Atatürk’ün Akşam gazetesinde yayınlanan yanıtlarını da eklemelerinin önemli bir hizmet olacağını düşünüyorum.
Atatürk’ün önderliğinde oluşturulan bu üç Kurum, ülkemiz hakkında geçmişte ve günümüzde ileri sürülen savlara (iddialara) bilimsel belgeler eşliğinde yanıt verme geleneğinin temellerini atmıştır. O günden bu güne yetişen birçok Türk aydını eserleri ile toplumumuzu bilgilendirip bilinçlendirme yanında yabancı dillere çevrilen eserleri ile dünya kamuoyuna da yanıtlar sunagelmektedirler. Onların bu saygın hizmetlerine saygının gereği olarak, bu yazımda kaynak gösterdiklerimin dışında kalan ve kitaplarını okuduklarımın eserlerini okurlarımın bilgisine sunmak isterim.
Prof. Dr. Seha Meray ve Büyükelçi Osman Olcay’ın birlikte yazdıklar ve SBF tarafından 1977 de yayınlanan “Osmanlı İmparatorluğu’nun Çöküş Belgeleri”. Bu kitabın yeni baskılarının yapılmamış olmasını büyük bir noksan olarak görüyorum.
Büyükelçi Osman Olcay’ın SBF tarafından 1980 yılında basılan “Sevres Andlaşmasına Doğru” isimli kitabının yeniden basılmamış olması da aynı şekilde büyük bir noksandır. Ancak internette yaptığım aramada Anakara Üniversitesi’nin bu kitabı pdf olarak okura sunduğunu görmekten de mutluluk duydum.
Yazım şimdiden 70 sayfayı aştığından basımı yeniden yapılmayan kitaplara ilişkin listelemeyi sürdürmeyeceğim.
Esat Uras, 1950 yılında “Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi” isimli kitabını yayınlamıştır. Kitabın 1987 baskısı 798 sayfadır. Bu kitap, Asala terör örgütünün ülkemiz diplomatlarına yönelik suikast girişimleri, 27 Ocak 1973 günü Los Angeles Konsoloslarımızın öldürülmesi ile başlayan süreç öncesinde, geçmişte kalan Ermeni sorunu için yayınlanan birkaç araştırmadan biri olmuştur. Diğer bir deyişle Türkiye, komşular sorun çıkarmadığı sürece geçmiş defterleri karıştırmaktan uzak durmuştur. Bir yandan Avrupa ülkelerinde Ermeni soykırımı anıtları açılmaya, diğer taraftan Asala terörünün sürmesi üzerine ülkemiz diplomatları ve akademisyenleri belgelere dayanan araştırma makale ve kitaplarını yayınlamaya başlamıştır.
Bu yayınlardan ilk sıralarda yer alan ve Türk Tarih Kurumu tarafında 1983 yılında yayınlanan Dışişleri Genel Sekreterliği görevinde de bulunmuş olan Büyükelçi Kamuran Gürün’ün “Ermeni Dosyası” isimli kitabı olmuştur. Bu kitap izleyen yıllarda İngilizce, Fransızca ve Almanca olarak da yayınlanmıştır. Gürün, ön sözde kitabın adını neden Ermeni Dosyası olarak belirlediğini şu şekilde açıklamıştır. “XIX uncu asrın ikinci yarısından sonra yavaş yavaş dillere yerleşen ‘Ermeni Sorunu’ tabiri aslında hiçbir devlet için ‘sorun’ olarak görülmemiştir. … Buna karşılık büyük devletlerin hepsinin kançılaryasında (yurt dışında diplomatların görev yaptığı yerleşke) bir ‘Ermeni Dosyası’ mevcuttur. Zaman zaman, kendileri bakımından bir istifade söz konusu olunca devletler bu dosyayı açmışlar, o dönem geçince kapatıp, yeni bir sebep çıkmasına kadar rafa kaldırmışlardır.[260]” Konu hakkında bilgi edinmek isteyenlerin başvuracağı temel eserlerden birisidir.
1983 yılında Türk Tarih Kurumu Şinası Orel ve Süreyya Yuca’nın “Ermenilerce Talât Paşa’ya Atfedilen Telgraflarının Gerçek Yüzü” isimli araştırmayı yayınlamıştır.
1983 yılında Justin McCarthy dilimize “Müslümanlar ve Azınlıklar Osmanlı Anadolu’sunda Nüfus ve İmparatorluğun Sonu” olarak çevrilebilecek kitabını ABD’de yayınlamıştır[261].
1984 ve izleyen yıllarda Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi, öğretim üyelerinden Prof. Dr. Türkkaya Ataöv’ün Ermeni yazarların kitap ve makalelerinde yer alan savlara yönelik olarak İngilizce dilinde yazdığı birçok makaleleri kitapçıklar halinde yayınlamaya başlamıştır[262].
Yine 1984 yılında, Foreign Policy Institute diplomat Bilal Şimşir’in dilimize “Malta Sürgünleri ve Ermeni Sorunu” olarak çevrilecek 75 sayfalık kitabını İngilizce olarak yayınlamıştır. Bu kitap yazar tarafından daha sonra genişletilerek Türkçe olarak yayınlanmıştır.
1985 yılında Amerikalı tarihçi Heath Lowry, “Ricard G. Hovannisian on Lieutenant Robert Steed Dunn” başlıklı makalesini The Journal of Ottoman Studies’de yayınlamıştır.
1989 yılında Tarihi Araştırmalar ve Dokümantasyon Merkezleri Kurma ve Geliştirme Vakfı, üç cilt olarak “Osmanlı Arşivi Yıldız Tasnifi Ermeni Meselesi” isimli belge kitabını iki dilli olarak Türkçe ve İngilizce yayınlamıştır. Kitap içinde Osmanlıca belge asıllarının fotokopileri de mevcuttur.
1990 yılında Amerikalı tarihçi Heath W. Lowry, İstanbul’da Kasım 1913-Şubat 1916 arasında ABD Büyükelçisi olarak görev yapan ve 1918 yılında yayınlanan, “Ambassador Morgenthau’s Story” kitabına ilişkin eleştirisini “The Story Behind Ambassador Morgenthau’s Story” isimli kitabıyla yayınlamıştır.
1997 yılında ABD’li tarihçi Bernard Lewis Le Monde gazetesindeki söyleşisinde Ermeni olaylarının soykırım olarak tanımlanamayacağını belirttiği için Paris’te yargılanmış ve küçük bir para cezasına çarptırılmıştır.
2001 yılında Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü iki cilt olarak “Ermeniler Tarafından yapılan katliam Belgeleri (1914-1919)” yayınlamıştır. Bu yayında da Osmanlıca belgelerin fotokopileri yer almaktadır.
2001 yılında Başbakanlık Devlet Arşivler Genel Müdürlüğü ilk basımı 1917 yılında yapılan belgelerin Fransızca çevirilerini “Aspiration et Agissements Révolutionnaires des Comités Arméniens avant et apres la proclamation de la Constitution Ottoman” ismi ile yayınlamıştır.
2001 yılında Türk Tarih Kurumu, Salahi Sonyel’in dilimize “Büyük Savaş ve Anadolu Trajedisi” olarakçevrilecek kitabının İngilizce basımını yapmıştır[263].
2002 yılında ABD’li emekli yargıç Samuel A. Weems dilimize Hıristiyan bir Terörist Devletin Sırları Ermenistan” olarak çevrilebilecek kitabını yayınlamıştır.
2004 yılında Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü “Osmanlı Belgelerinde Ermeni-İngiliz İlişkileri (1845-1890)” ve (1891-1893) olmak üzere belgeler içeren kitabı iki cilt olarak yayınlamıştır.
2005 yılında Türk Tarih Kurumu Feridun Ata’nın “İşgal İstanbul’unda Tehcir Yargılamaları” başlıklı kitabı yayınlamıştır. Bu kitabın ikinci ve üçüncü basımları 2011 ve 2017 yıllarında yapılmıştır.
2005 yılında Genel Kurmay Başkanlığı iki dilli (Türkçe ve İngilizce) olarak sekiz ciltlik “Arşiv Belgeleriyle Ermeni Faaliyetleri (1914-1918)” kitabı yayınlamıştır. Bu kitaplara internet ortamında pdf olarak erişilebilmektedir.
Büyükelçi Bilal Şimşir 2005 yılında “Ermeni Meselesi 1774-2005” isimli kitabını yayınlamıştır.
2006 yılında Türk Tarih Kurumu Dr. Zekeriya Türkmen’in “Vilayât-ı Şarkiye (Doğu Anadolu Vilayetleri) İslahat Müfettişliği 1913-1914” isimli belgesel kitabını yayınlamıştır.
2008 yılında, İstanbul Ticaret Üniversitesi, Şükrü Server Aya’nın dilimize “Gerçeğin Soykırımı” olarak çevrilebilecek kitabını yayınlamıştır[264]. Aya’nın hem İngilizce hem Türkçe olarak 2014 ve 2015 yıllarında yayınlanan diğer kitabı ise “Soykırım Tacirleri ve Gerçekler” başlığını taşımaktadır[265]. İngilizce olan baskının ismi ise bir önceki son notta yer almaktadır.
2009 yılında Salahi Sonyel’in “Osmanlı Ermenileri-Büyük Güçler Diplomasisinin Kurbanları” isimli kitabı yayınlanmıştır.
2011 yılında Uluç Gürkan’ın “Ermeni Sorunu’nu Anlamak” isimli söyleşi kitabı yayınlanmıştır.
2011 yılında Ahmet Erdoğdu’nun “Belgelerle II. Meşrutiyet’ten Tehcir’e Adana Ermeni Olayları Günlüğü” isimli kitabı yayınlanmıştır.
2014 yılında Uluç Gürkan’ın “Malta Yargılanması-Özgün İngiliz Belgeleriyle” isimli kitabı yayınlanmıştır.
2015 yılında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin, Doğu Perinçek’in İsviçre mahkemesi tarafından Ermeni soykırım iddiasını reddetmesi nedeniyle mahkûm edilmesini düşünceyi ifade özgürlüğüne aykırı bulmuştur. O davaya ilişkin olarak Doğu Perinçek’in kitabı da önemli bir kaynaktır.
Bu arada birçok Batılı tarihçi de Ermeni yazarların savlarını ve soykırım savını sorgulayan makale ve kitaplar da yayınlamıştır.
Ermeni sorunu konusunda kitap yazmış olan Bilal Şimşir’in üç ciltlik “Rumeli’den Türk Göçleri” isimli kitabı Türk Tarih Kurumu tarafında 1989 yılında yayınlanmıştır.
Aynı şekilde Ermeni sorunu konusundaki kitabının yanında, Salahi Sonyel’in “Kurtuluş Savaşı Günlerinde İngiliz İstihbarat Servisi’nin Türkiye’deki Eylemleri” başlıklı eseri de Türk Tarih Kurumu tarafından 1995 yılında yayınlanmıştır.
Konuya ülkemiz ve yabancı ülkelerin arşiv belgelerindeki bilgiler ışığında değerlendiren eserler, elbette yukarıda sözünü ettiklerimle sınırlı değildir. Ben, son notlarda yer alanların dışında kalanlardan saptayabildiklerimi listelemeye çalıştım.
Sırf yukarıda listelediklerim bile ilk görünüşte okurlarda yeterince yayın yapılmış duygusunu oluşturabilir. Ancak bu yanlış bir anlayış olur. Çünkü, Osmanlı Devleti’ni ve hatta Cumhuriyet dönemini suçlayan yayınların Avrupa ve Amerika’da yaklaşık 150 yıldır kesintisiz ve yoğun olarak yapıldığı ve dört beş kuşağın bu bilgilerle yetiştiği göz önüne alındığında, ülkemiz tarihçileri ve araştırmacılarının çok daha fazla çalışma yapmalarının zorunlu olduğunu ortaya koymaktadır. Yayın yapmak kadar, yapılan yayınların yabancı dillerde olması da gerekmektedir. Çünkü geçmiş yaklaşık 150 yılda yoğun olarak yapılan yayınlar diller yabancı dillerde olmuştur. Dolayısı ile o yayınlardaki yanlışların yine o dilde düzeltilmesi gerekmektedir. Bu yayınların ağırlıklı bölümü de tarihçilerimiz tarafından yapılmalıdır. Çalışmalar sadece Osmanlı arşiv belgelerine dayanmamalı, aynı zamanda İngiltere, A.B.D., Fransa, Çarlık Rusyası ve Almanya gibi devletlerin arşiv belgelerini de içermelidir.
Atatürk Dersi
2014 yılında A.B.D. yayınlanan Stefan Ihrig’in “Atatürk in The Nazi Imagination” başlıklı kitabı, 2015 yılında Türkçe’ye “Naziler ve Atatürk” başlıklığı ile çevrilmiştir. Kitap, Hitler’in ve Nazi partisinin Musevilere uyguladığı soykırım için Osmanlı Devleti ile Kurtuluş Savaşı döneminden ve Atatürk’ten esinlediği algısı yaratacak şekilde kaleme alınmıştı. Çeşitli ülkelerin Ermeni olaylarını soykırım olarak kabul etme çalışmalarını sürdürüp, bu görüşe karşı çıkanları cezalandırmayı öngören yasalar çıkarmaya çalıştıkları bir süreçte, kitapta yer alan savların yanıtsız bırakılması, tarihçilerimizin, diplomatlarımızın yıllardır yaptıkları çalışmalar ışığında olası değildi. Nitekim, araştırmacı yazar Cengiz Özakıncı bu kitapta ileri sürülen görüşleri, Başkent televizyonunda yayınlanmakta olan “Tarihin Bilimeyen Yüzü” programının 3 ve 10 Şubat 2018 günlerinde yayınlanan bölümlerinde belgeler eşliğinde değerlendirmiş, eleştirmiş ve çürütmüştü. Özakıncı o programlarında sunduğu belge ve bilgileri Ekim 2018 ayında “Tarih Üzerinden Psikolojik Savaş ve Atatürk Dersi” kitabında daha kapsamlı olarak yayınlamıştır. Özakıncı’nın yabancı dillere de çevrilmesi gerektiğini düşündüğüm kitabından okurlara bazı alıntılar sunmak istiyorum. Bu kitaptan yapacağım alıntıları, kitabı okuma arzusunu azaltmamak için oldukça dar tutmaya çalışacağım.
Öncelikle Özakıncı’yı kitabının adında “Tarih Üzerinden Psikolojik Savaş” kavramına yer verdiği için kutluyorum. Zira, 1800-1923 döneminde isyanlar ve cephedeki silahlı savaşların yanında yoğun bir psikolojik savaş da sürdürülmüştü. Bu psikolojik savaş Asala terör saldırıları sırasında ve sonrasında yeniden sahnelendiği de yine yukarıdaki özet bilgilerden açıkça görülmektedir. Dolayısı ile yaşanan süreci doğru tanımlamak, izlenecek politikaları belirlemek bakımından, gereklidir. O nedenle Özakıncı’nın başlıkta yer verdiği saptama çok önemlidir. Kitabın başlığının ikinci bölümünün “Atatürk Dersi” olarak belirtilmiş olması da iki boyutu ile çok yerinde olmuştur. İlki, Atatürk’ün 1930 larda kurduğu üç kurum olan Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu ve Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi ile başlayan daha sonra diğer Üniversitelerimizle de desteklenen araştırmacı yetişmesi sonucu, Türkiye’nin tarihine ilişkin savlara belgelerle yanıt verecek güce ulaştığının vurgulaması olmuştur. İkincisi ise, kitabın, ülkemize karşı yürütülen psikolojik savaşta rol alanlara, Atatürk’ü tanıtma dersi niteliği taşımasıdır.
Özakıncı, kitabında okurlarına önce psikolojik savaşı, Batı anlayış ve yayınları eşliğinde anlatmaktadır. Bu bağlamda çeşitli yayınlardan örnekler de vermiştir. Özakıncı, Yale Üniversitesi’nin 2014 yılında Barry Rubin ve Wolfgang G. Schwanitz’in birlikte kaleme aldıkları “Nazis, Islamists and the Making of the Modern Middle East” isimli kitabını örnek göstermektedir. Anılan kitapta, Nazi Partisi’nin 24 Şubat 1920 de yayınlanan parti programında Musevileri toplum dışı ilan eden cümleler yokmuş gibi, Musevi soykırımı için Kudüs Müftüsünü sorumlu tutan bilgilere yer verildiğini belirtmektedir[266]. Özakıncı, İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu’nun 2015 yılında yaptığı bir konuşmada, “Hitler’in planının Yahudileri soykırıma tabi tutmak olmadığını ancak dönemin Filistin Müftüsü tarafından ikna edildiğini” ileri sürdüğünü de alıntılamıştır[267]. Özakıncı daha sonra Stefan Ihrig’in kitabı konusunda Batı basınında çıkan övgüler yanında ülkemiz basınında çıkan benzeri yazılardan alıntılar yaparak okurların nasıl etkilenmeye çalışıldığını da örneklendirmiştir. İzleyen sayfalarda da kitabın kısa sürede Türkçe baskısının yapılış sürecini değerlendirmiştir.
Özakıncı kitabın ikinci bölümünde, Ihrig’in kitabının yayınlanmadan önce Cambridge Üniversitesi tarafından doktora tezi olarak kabul edildiğini ve Harvard University Press tarafından da basıldığını belirttikten sonra, Ihrig’in kitabında inceleme kapsamını ve kaynaklarını nasıl daraltığını da alıntılarla okurlarının dikkatine sunmaktadır.
Ihrig’in bu konudaki yaklaşımına kendi kitabının çevirisinden üç alıntı ile yer vermek isterim. “Kitap Nazizme odaklandığı için, örneğin Alman Sosyal Demokratların ya da Komünistlerin Atatürk’ün Türkiye’siyle ilgili ne düşündüklarını tartışmak bu kitabın kapsamı dışındadır.[268]” “Nazilerin Türkiye’yi nasıl algıladığı ve Nazilerin bu ülkedeki gelişmelerden nasıl etkilendiği konusunun, enine boyuna ele alınamayacak kadar geniş olduğu anlaşıldı. Bu yüzden esas olarak iki kilit döneme, 1919-1923 ve 1933-1938 dönemlerine, matbu medyaya ve resmi açıklamalara, Üçüncü Reich’in önde gelen şahsiyetlerine odaklanır.[269]” “Türkiye ve Atatürk konusunda sessizliğe zorlanan ve marjinalleştirilen Alfred Rosenberg’i de büyük ölçüde ihmal etmem gerekiyordu. Olanaklı olduğu yerlerde, özellikle Bölüm 3’te, yalnızca anılarla ve Hitler’in ‘Sofra Konuşmaları’ ya da Joseph Geobbels’in günlükleri gibi önemli aktörlerin düşünceleriyle ilgili kaynaklarla değil, görsel kaynaklarla da desteklenen ‘Nazi pratiğini’ de tartıştım.[270]” Bu kapsam ve kaynak daraltmasının etkilerine ileride ayrıca değineceğim.
Tarih yazımında, kapsam ve özellikle de kaynak daraltmasının, tarih araştırmalarında nasıl yanlış sonuçlara yol açabileceğini, Batı kültüründe özel ve saygın bir yeri olan düşünürlerden öğrenelim.
Romalı Devlet adamı, bilgin ve yazar Marcus Tullius Cicero’ya (M.Ö. 106-43) atfedilen söz şöyledir; “The first law for the historian is that he shall never dare utter an untruth. The second is that he shall suppress nothing that is true. Moreover, there shall be no suspicion of partiality in his writing, or of malice.[271]” Bu ifadeyi dilimize şöyle çevirebiliriz: Tarihçinin uyması gerek ilk kural, gerçek olmayan bir şeyi asla dile getirmemektir. İkinci kural, gerçek olan hiç bir şeyi gizlememektir. Bunlara ek olarak yazdıklarında, yansızlığından şüphe doğmamalı veya kin bulunmamalıdır.
A.B.D.’nin iki Başkanın soyundan gelen ve Harvard mezunu bir tarihçi olan Henry Adams (1838-1918) “Henry Adams’ın Eğitimi” isimli eserinde tarihçinin sorumluluğunu şu şekilde belirtmiştir: “The historian must not try to know what is truth, if he values his honesty; for, if he cares for his truths, he is certain to falsify his facts. The laws of history only repeat the lines of force or thought.[272]” Bu ifadeyi dilimize şöyle çevirebiliriz: “Tarihçi, kendi onuruna değer veriyorsa, gerçeğin ne olduğunu bilmeye çalışmamalıdır, eğer kendi gerçek sandıklarına önem verirse, kesinlikle olayları çarpıtacaktır. Tarihin yasaları sadece gücün veya düşüncenin repliklerini tekrarlar.”
Fransız filozof, filolog ve tarihçi Ernest Renan’ın (1823-1892) tarihçi için şu gözlemde bulunduğu kaydedilmektedir: “The talent of historians lies in their creating a true ensemble out facts which are but half-true.[273]” Renan’ın bu söylemini dilimize şöyle çevirebiliriz: “Tarihçilerin yeteneği, yarı gerçeklerden, gerçek olanları bir araya getirebilmeleri ile ortaya çıkar.”
Özakıncı Nazi Partisi’nin Programının Türkçe’ye çevirdiği metni ile birlikte 24 Şubat 1920 tarihli Almanca metni yanında II. Dünya Savaşı sonrasında Müttefiklerce yapılan resmi İngilizce çevirisine de kitapta yer vermiştir. Anılan Programından birkaç alıntı yapmak istiyorum. “3. Ulusun geçimi ve fazla nüfusun yerleştirilmesi için toprak ve sömürge istiyoruz. 4. Yalnızca Alman ırkından olanlar yurttaş olabilir. Mezhebi ne olursa olsun, Alman kanı taşıyan herkes Alman yurttaşıdır. Bu nedenle Yahudiler Alman ırkından sayılmazlar. 7. … Ülkedeki nüfusun tümünü doyurmak mümkün değilse, yabancılar sınır dışı edilmelidir. 12. … savaştan kişisel zenginlik sağlamak, ulusa ihanettir. Bu nedenle, savaş aracılığıyla sağlanmış tüm kazançlara el konulmasını istiyoruz. 13. Anonim şirketleşmiş bütün işletmelerin devletleştirilmesini istiyoruz.[274]” Programda yer alan bu maddelerin, o dönemdeki Alman ekonomik yapılanmasını bilenler için tek anlamı vardır; hedef Musevilerdir.
Nazi Partisi Programının bu birkaç maddesinden de görüldüğü üzere bu parti ve yöneticilerinin Musevi karşıtlığının açıklanması, Sevr Antlaşması’nın imzalanmasından (10 Ağustos 1920) çok önce yapıldığı gibi, Ankara’da TBMM’nin açılmamış ve Atatürk Meclis Başkanlığına seçilmemiş ve Birinci İnönü Savaşı’nın (6-11 Ocak 1921) yapılmasına da daha 11 aya yakın zaman vardı. Anadolu’daki bu durum, Hitler ve yandaşlarına Musevi kırımı için nasıl ilham kaynağı olarak sunulabilir ki?
Özakıncı, Ihrig’in Alfred Rosenberg’i kaynak olarak dışlama nedenini de şöyle açıklamaktadır. “İlk kez 24 Şubat 1920’de yayınlanan ve Alfred Rosenberg’in Ocak 1923 te yayımladığı bu kitabında (eserin Almanca ismi kitapta yer almaktadır) yeniden yayınladığı bu parti programı, Nazilerin işledikleri bütün suçlarında Atatürk’ü, Kurtuluş Savaşı’nı örnek aldıkları tezini çürütmeye tek başına yeterliydi.[275]” Ihrig’in kaynakları arasında yer alan Nazi gazetesi Völkisher Beobachter, Rosenberg tarafından yönetildiği için Özakıncı bu kişinin günlüklerini de incelemiş ve günlüklerde Atatürk’ün adına rastlanmazken Mussolini isminin 21 kez anıldığı ortaya çıkmıştır. Günlüklerde geçen Türkiye ve Türkler sözcüklerinin kitapta ileri sürülen iddialarla hiç bağlantısı bulunmadığı da saptanmıştır. Özakıncı kitabında dört örneğe yer vermiş ben burada bir tanesini alarak okuyuca bir fikir vermek isterim; “Alman ordusuna iliştirilecek Sovyet Türkleri.” Ne anladınız?
Ihrig’in, yararlandığı kaynaklardan olan Ernst Röhm ve Göbbels’in günlüklerini inceleyen Özakıncı çok ilginç saptamalar yapmıştır. Buna göre, Röhm’ın anılarında, “1922 Ekim’in başında, dünya siyasetinde egemen olan Fransa’nın desteklediği Kemal Paşa’nın Türk Bağımsızlık mücadelesiydi. … Alman askerlerinin yabancı bir rol modele ihtiyacı olmadığını ve kendi bağımsızlık savaşçılarında yeterince örnek olduğunu tesbit etmiştir. Göbbels’in günlüklerindeki saptamalar da çok dikkat çekicidir. Atatürk’ün adı 14 kez geçerken, Mussolini 873, Roosevelt 935, Stalin 828, Churchill 1,838 kez anılmıştır. Bu günlüklerde rol model sözcüğünün yer aldığı cümlelerden hiç birinin Atatürk veya Türkiye ile ilgilendirilmediği belirlenmiştir (sayfa 73-75). Kitabın 81 inci sayfasında ise Hitler’in “rol model” sözcüğü ile birlikte adını andığı ülkeler tek tek sayılmış ve son notlarda bu cümlelerin kaynakları da belirtilmiştir. Bu ülkelerin içinde Türkiye yer almamaktadır.
Ihrig kitabının “Dersler: Bir Rol Model Olarak Türkiye” başlıklı bölümünde, “Lozan Antlaşması imzalanınca, gazeteler doğal olarak sevindi. Kemalistlerin kendi ‘Türk Versailles’ini kendi başlarına düzeltme başarısı, Türkiye’nin rol-model niteliğini gösterdi. Belli başlı bütün gazeteler Türkiye’nin başarı öyküsünü özetleyen ve dersler çıkaran uzun denemeler yayınladılar.” gözlemi ile başlamış ve Alman basınından Atatürk ve Türkiye’ye yönelik övgüleri içeren alıntılara yer vermiştir[276]. Bu tür alıntılar kitabın izleyen bölümlerinde de sürmüştür. Ancak, bu övgülerin gerisinde, Türkiye’nin hangi başarılarının yer aldığına hiç değinmemiştir. Örneğin kapitülasyonların kaldırılması, savaş tazminatının söz konusu olmaması ve diğerleri. Bunun nedeni de kitabının başlangıcınde yaptığı konu ve kaynak kısıtlamasıdır. Bu konuyu ileride ayrıca inceleyeceğim.
Özakıncı, kitabında, Ihrig’in Almanya’daki Nazi basınının Atatürk’ü ve Türkiye’yi diğer basın kuruluşlarından daha fazla rol model olarak gösterdiğini ileri sürdüğünü anımsatarak, Hitlerin iktidara gelmesi öncesinde 1919-1933 arasında hükümran olan Weimar Cumhuriyeti döneminde Almanya’da Nazi taraftarı ve destekçisi olmayan gazetelerin bir bölümünün listesini 86 ıncı sayfada verdikten sonra, o dönemde Nazi gazetelerinin birkaç tane olduğunu da anımsatmıştır.
Özakıncı, Ihrig’in Alman basınındaki övgülere ilişkin bölümünü tartışırken önemli noktalara değinmiştir. Şimdi sırasıyla bunları görelim. “… Nazilerin ve aşırı sağcıların can düşmanı komünist ve sosyalist gazetelerin emperyalizme ve işgale karşı bu Türk başarılarını nasıl duyurduğundan hiç söz edilmemiştir(sayfa 88).” “1919’da Paris Barış Konferansı’nda Almanya’yı boyunduruk altına sokan Sevr Antlaşmasına benzer Versay Antlaşması imzalandığında Hitler gibi aşırı sağcılar daha Nazi partisini kurmuş değillerdi. Alman komünistleri ve Komünist III. Enternasyonal örgütü, Almanya’yı köleleştirici maddeler içeren bu antlaşmaya en yüksek sesle karşı çıkarken, Hitler ve çevresi Versay’a karşı çıkan komünistleri suikastle yok etmeye çalışmaktaydı (sayfa 88).” Kitapta, Ihring’in göz ardı ettiği diğer birçok yazı ve açıklamalardan alıntılara da yer verilmiştir.
Ihrig’in kitabının “Münih’teki Ankara, Hitler Darbesi ve Türkiye” başlıklı bölümünde, Hitler’in iktidarı darbeyle ele geçirme girişimini, Mussolin’nin Roma Yürüyüşünden değil, Atatürk’ün Anadolu’da sergilediği mücadeleden esinlendiği savı ileri sürülmektedir. Özakıncı, başarısız Birahane darbe girişiminden sonra, Hitler’in yaptığı savunmasından alıntılar yapmıştır. Bu alıntılarda, Hitler’in Büyük Frederick’ten, Bismarck’tan Mussolini’den yaptığı alıntılara da yer vermiştir. Bu bağlamda, Hitler’in savunmasında, Atatürk’ün başlattığı Kurtuluş Savaşını, İstanbul Hükümeti ve Halife’ye karşı darbe olarak belirten ifadelerine de yer vermiştir. Hitler’in bu söylemi ile, Osmanlı Hükümeti’nin işgal altındaki İstanbul’da işgalcilerin denetiminde ve esaret altında Sevr’e razı olduğunu görmezden gelerek, Anadolu’daki Kurtuluş Savaşının işgalcilere ve Sevr dayatmacısı ve işgalcileri destekleyen büyük devletlere karşı verilen bir bağımsızlık ve özgürlük savaş olduğunu algılamaktan bile yoksun olduğunu göstermektedir. Özakıncı, Alman basınında ve kitaplarında Türkiye’ye yönelik olarak yer alan değerlendirmelerden alıntılar yaptıktan sonra, bu bilgilerin ışığında, Birahane Darbesini hazırlayan ekibin amacının “Cumhuriyeti yıkmak ve Monarşik bir devlet kurmaktır. Cumhuriyeti yıkmak üzere darbeye kalkışan monarşist Hitler’in Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Atatürk’ü rol model almış olduğu tezi, gerçeğe aykırıdır.” saptamasını yapmıştır (sayfa 113).
Özakıncı, Ihrig’in kitabında pek iltifat etmediği dünya basınında Atatürk ve Türkiye için yer alan bazı yazılardan da örnekler sunmuştur. Bu örneklerden biri olan ABD’li Prof. Dr. Hester Donaltson Jerkins’in iki yazısından iki ayrı alıntı yapmak istiyorum. “Bugün dünyanın hiçbir yerinde Türkiye’nin karşılaştığı pedagojik meselelerden daha büyüğü olmadığı gibi hiçbir yerde de kimse tarafından bu hususta Cumhurreisi Kemal Atatürk’ten daha kat’i ve cesur teşebbüslere girişilmemektedir. … Türkiye Cumhuriyeti İmparatorluğun külleri üzerinden yükselip hayret verici bir azim ve cesaretle yeni bir eğitim sistemi kurmağa başlayıncaya kadar harp herşeyi ortadan kaldırmıştı. … Bu mekteplerde demokrat bir ruh hâkimdir. Bir talebenin sosyal vaziyeti ile ailesinin serveti kendisine hiçbir imtiyaz vermez. Hatta bunu mektep arkadaşlarıyla öğretmenler bilmezler bile (sayfa 125).” “Amerikalı bir sefir, Fransa’da adet olduğu veçhile, Türkiye’de de harp meydanlarını gezmek için müsaade istediği zaman Atatürk, bu meydanlarda kazanılan zaferlerini yadetmektense vaktiyle düşmanı olan Yunanistan’la Türkiye arasında şimdi mevut olan samimi ve dostça münasebetlere şahit olmayı tercih ettiğini söylemişti. Yine Atatürk’e Türkiye’nin, Yunanlıların Anadolu’da yaptıkları tahribata mukabil, niçin Yunanistan’dan tazminat istemediği sorulduğu zaman Atatürk’ün buna verdiği cevap, Türkiye ile Yunanistan arasında gittikçe inkişaf eden (gelişen) ticari münasebetlerin Türkiye için her halde bu kabil sıkıcı tazminattan çok daha faydalı olduğunu söylemesi olmuştur (Sayfa 126-127).” Atatürk’ün bu açıklamalarıni dile getirebilecek bir Nazi örneği verebilir mi?
Özakıncı, Alman yazın ve belgelerinin inceleyip bunların, Ihrig’in savını desteklemekten uzak kaldığını ortaya koyduktan sonra, Milletler Cemiyeti’nin sıradışı bir yöntemle Türkiye’yi 1932 yılında üyeliğe davet ve kabul sürecini yine belgeler eşliğinde açıklamıştır. Bu süreçte Milletler Cemiyeti toplantısında görüşlerini açıklayan temsilcilerin Türkiye için söyledikleri, Atatürk’ü hedef alan yayın yapanların ibretle ve biraz da mahcup olarak okuyacağı niteliktedir. Özakıncı Atatürk’e yönelik uluslararası saygınlığa ilişkin olarak verdiği diğer bir örnek ise UNESCO’nun, 1978 yılında toplantıya katılan ülkelerden İsveç’in çekimser oyu dışında 82 üyenin uygun görüşü ile, Atatürk’ün doğumunun 100 üncü yılında anılmalarına katılma kararıdır. Özakıncı bunların sadece çevirilerini kitaba almamış, aynı zamanda özgün belgelerin fotokopilerine de yer vermiştir.
Atatürk Dersi kitabı sadece Ihrig’in savlarını yanıtlamakla kalmıyor, aynı zamanda çok az kitapta rastlanabilecek şekilde 107 sayfalık (288-395) son notlarında İngilizce, Almanca ve Türkçe olarak kullandığı kaynakların metinlerini de vermektedir.
Atatürk Dersi, Atatürk ve ülkemiz karşıtı yayınlara, söylemlere karşı belgeler eşliğinde nitelikli yanıtlar veren kitaplar içinde saygın yerini almıştır. Ihrig’in kıtabını okuyan ve okumayan her okura “Atatürk Dersi”ni okumalarını öneririm. Atatürk Dersi, Özakıncı’nın, Atatürk ve ulusumuz aleyhine yapılan yayınlar ve politik beyanlara verdiği ilk ve tek yanıt değildir. Özakıncı’nın kitaplarının ve makalelerinin tümüne ve “Tarihin Bilinmeyen Yüzü” televizyon programlarına bakıldığında daha birçok iddialara karşı belgeler eşliğinde yadsınamayacak yanıtlar verdiği görülecektir. Bu konuda, Atatürk’ün Samsun’a çıkışının 100 yılını kutladığımız bu yıl içinde yayınladığı “Kalemin Namusu Makaleler 1- Türk Savun Kendini” Başlıklı kitabında yer verdiği belgelere dayalı makalelerinden üç örnek vermek isterim. Struma faciasından Türkiye’yi sorumlu tutmaya yönelik iddiaları belgeler eşliğinde çürütülmüştür[277]. Yine Musevi soykırımı konusunda sıkça kullanılan sahte Hitler Yazıtı konusunu da belgeler eşliğinde ve ayrıca Tarihin Bilinmeyen Yüzü programının 28 Nisan 2018 tarihli bölümünde işlemiş ve çürütmüştür. Dersim Dersi bölümünde yer verdiği beş yazısı ile bu konudaki savların temelsiz olduğunu da kanıtlamıştır.
Ihrig’in kitabına yönelik olarak Özakıncı’nın belgelerle dolu yanıtını içeren kitabı okurların bilgisine sunarken, Ihrig’in kitabını yazarken, kapsam ve kaynaklarını daralmasının tarih araştırmalarında nasıl yanlış sonuçlara yol açabileceğini Batı kültüründe özel ve saygın yeri olan düşünürlerin görüşleri aracılığı ile belirtmiştim. Şimdi Ihrig’in kapsam ve kaynak dışı bıraktığı konudaki görüşlerimi sunmak istiyorum.
Ihrig’in kitabında kapsam dışı tuttuğu, ancak kitabın ele aldığı dönemde Alman siyasetçilerini, iç politikasını, halkı ve basını yakından ilgilendiren, önemli konulardan birisi, Almanya’daki Musevi düşmanlığının kökenine ait bilgilerdir. Bu konuda Amerikalı tarihçi Gordon A. Craig’in “Germany 1866-1945” başlıklı kitabından bazı alıntıları okurların dikkatine sunmak istiyorum. Craig 1873 yılında Almanya’da çıkan ekonomik krizin Musevi karşıtı duyguları yeniden canlandırdığını şöyle açıklıyor: “Kriz, Almanya’da uzun süreden beri var olan, ancak 1820 lerde durulmuş olan, Musevi karşıtlığını netameli bir şekilde canlandırdı. George Mosse, (Jews and Germans adlı eserinde) Musevilerin ilkesiz ve aç gözlü olduklarına ilişkin sabit fikrin popüler yayınlarda yerleşmiş olduğuna işaret etmektedir.[278]” Bu konuda, Craig’in kitabında şu hususa da değinmiştir. “Almanya’daki Musevi karşıtlığı duygusunun kökenine yukarıda bazı şeyler söylenmişti. Bu duygu özellikle Berlin’de güçlü idi. Zira, 1880 yılında sadece Berlin’de 45,000 Musevi yerleşikken, tüm İngiltere’deki Musevi sayısı 46,000 ve tüm Fransa’da 51,000 di. Berlin’den nefret eden Konstantin Franz, 1879 yılında bu kentin Alman Devleti başkenti olmaktan çok Musevi kenti olmaya uygun olduğunu yazmıştır. Çünkü bu kentte toplumsal yaşamın tüm alanlarında kendini beğenmiş Museviyle karşılaşırsınız. … bit pazarı, çarşı pazar ve borsa Musevidir, basın ve yazın Musevidir, parlamento Musevidir, tiyatro ve müzik Musevidir, kültür ve insan ilişkileri Musevidir –Berlin’e özgü olan- kent yönetimi Musevidir. Belediye meclisi üyelerinin neredeyse yarısı Musevidir. … basın ve borsa dahil hepsi el ele fiilen kent yönetimini kontrol ederler.[279]”
Craig kitabında Alman sanayicilerinin Fransa’nın tüm mineral kaynaklarının ele geçirilmesini talep ettiklerine de yer vermiştir[280]. Başka kitaplarda, Almanya’nın savaş emellerindeki doğal kaynak ele geçirme emelleri konusunda çok daha ayrıntılı ve zengin bilgiler bulunmaktadır. Bu konuda ilgilenen okurlara Alman tarihçi Fritz Fischer’in İngilizce’ye “Germany’s Aims in the First World War” ismiyle çevrilmiş kitabını öneririm.
Ihrig’in incelediği döneme ilişkin olarak kapsam dışı tuttuğu en önemli ve Hitler’in politikasını ve popülaritesini yükselten konular, savaş sonrası Almanya’daki ekonomik durum ve savaş tazminatlarıdır. Müttefikler, 1921 yılında başlangıçta Almanya’dan 20 milyar altın mark savaş tazminati talep etmişken, bu miktarı daha sonra 132 milyar altın marka yükseltmişlerdir. Bu tarihlerde Alman Merkez Bankası’ndaki rezervler yaklaşık 2.4 milyar altın mark karşılığıydı. Tazminatın bir bölümünün mal olarak ödenmesi gerekiyordu ve bu bağlamda Almanya’nın on yıl boyunca yılda 38 milyon ton kömürün yanında büyük miktarda kereste ve kimyasalları da galip devletlere gönderecekti[281]. Almanya, tazminat ödemeleri çerçevesinde kömür ve kereste sevkiyatında aksayınca, Fransa bu durumu zengin ve kaliteli kömür kaynaklarına ve demir-çelik tesislerine sahip Ruhr havzasını işgal etmek için bir mazeret olarak kullanmıştır[282]. Tazminat ödemelerinin ağırlığı, üretimin ve vergi gelirlerinin son derece düşmüş olması nedeniyle Alman Merkez Bankası 1923 yılında 133 matbaada 1,783 baskı makinesi ile gece gündüz durmaksızın mark basmakta olduğu Craig’in kitabında yer almaktadır. Bu durum da enflasyonu tetiklemiş ve markın değeri fiilen sıfırlanmıştır. ABD dolarının Alman markı karşısındaki değeri Temmuz 1919 da 14.0 mark iken 15 Kasım 1923 te 4.2 trilyon marka uçmuştur[283]. Enflasyonun, kurların ve işsizliğin çılgınca arttığı bir ortamın, Hitler’in iktidara geliş süreci konusunda kitap yazarken kapsam dışı tutulmasını anlamak mümkün değildir. Craig kitabında, bu ortamın sıradan Alman’ın yaşamını nasıl etkilediğini Erich Maria Remarque’tan yaptığı şu alıntı ile açıklamıştır. “Aylık ücretim 200 milyar marktı. Bize günde iki defa ödeme yapılıyor, yarım saat izin veriliyordu. Böylece dükkanlara koşup, bir sonraki dolar değeri açıklanmadan paramızla alabileceklerimizi alıyorduk. Zira izleyen açıklamada markın değeri yarı yarıya düşmüş ve fiyatlar da o ölçüde artmış oluyordu.[284]” Böyle bir ortam, iktidar hırsıyla yanan bir politikacıya altın tepsi içinde sunulan fırsattır. Dolayısı ile Hitlerin işsizlik sorunu ortadan kaldıracağına, savaş sanayiini güçlendireceğine, Versailles antlaşmasını yırtıp atacağına ve köklü Musevi düşmanlığını körükleyecek söylemleri için destek ve dayanak arama gereksinimi olamazdı. Nitekim bu söylemlerle de iktidara yürümüştür.
Şimdi bu bilgiler eşliğinde Alman basınında Türkiye ve Atatürk’e yönelik övgülerin artış nedenlerine göz atabiliriz. Savaş öncesinde Almanya sanayi devrimini tamamlamış ve İngiltere ile gereksinim duyduğu ham madde ve ihraç pazarları paylaşımı için savaşacak güce ulaşmıştı. Savaşı kaybederek imzaladığı Versailles Antlaşması ile çok büyük bir savaş tazminatı ödemeye mahkûm edilmiş, ekonominin can damarlarından biri olan Ruhr havzasına el konulmuş, dış ticareti kısıtlanmış ve Alman halkının özgüveni sarsılmıştı. Osmanlı Devleti ise, sanayi devriminin semtine bile uğramamış, Almanya’nın da geniş ölçüde yararlandığı kapitülasyonlar altında yarı sömürgeleşmiş, borç bulamadığı zaman Devlet memurlarının maaşlarını bile ödemekten aciz bir konumda savaşa girmiş, savaşı kaybetmiş ve parçalanmasına karar verilmiş bir ülkedir. Ancak Atatürk’ün liderliğinde Kurtuluş Savaşını vermiş, Versailles Antlaşmasından çok daha vahim koşullar içeren Sevr antlaşmasını çöpe atmış, kapitülasyonları kaldırmış, işgal altındaki topraklarını kurtarmış ve sanayileşme hamlelerine başlamış bir genç bir devlettir. İki ülkenin yaşadığı bu süreci anlama yeteneğine sahip Alman halkı, aydınları ve basınının Türkiye’ye ve lideri Atatürk’ü öven yazılarına kulp bulmaya çalışmak nasıl bilimsel bir bakış açısıdır bunu anlamak zordur.
Almanya ekonomisini canlandırmaya ve ihracatını attırıp ithalatını finanse etmeye çalışırken kredi açarak ve takas mekanizmasını işleterek ulaşabildiği ülkelerden birisi de süratle sanayileşmek isteyen Türkiye olmuştur. Almanya ve Türkiye arasındaki ticaretin gelişim süreci Tablo 2 de yer almaktadır.
Tablo 2
Türkiye ve Almanya arasında 1923-1938 arasındaki dış ticaret gelişmesi Türkiye’nin dış satım ve alımlarındaki % pay olarak |
||||||
Yıllar |
Dış Satım | Dış Alım |
Yıllar |
Dış Satım | Dış alım | |
1923 | 9.0 | 6.4 | 1931 | 10.7 | 21.4 | |
1924 | 12.9 | 9.9 | 1932 | 13.5 | 23.2 | |
1925 | 14.4 | 11.4 | 1933 | 19.0 | 25.5 | |
1926 | 12.6 | 13.8 | 1934 | 37.3 | 33.8 | |
1927 | 9.3 | 14.2 | 1935 | 40.9 | 40.0 | |
1928 | 12.8 | 14.2 | 1936 | 51.0 | 45.1 | |
1929 | 13.3 | 15.3 | 1937 | 36.5 | 42.1 | |
1930 | 13.1 | 18.6 | 1938 | 42.9 | 47.0 |
Kaynak: DİE, İstatistik Göstergeler 1923-1998 sayfa 418-430.
Tablo 2 den de görüldüğü üzere, Almanya’nın Türkiye’nin dış ticareti içindeki payı dış satımda 1923 te yüzde 9 düzeyinde iken 1928 te yüzde 51.0 ve 1938 de de yüzde 42.9 düzeyine tırmanmıştır. Aynı şekilde Türkiye’nin dış alımlarında Almanya’nın payı yüzde 6.4 ten yüzde 47 ye sıçramıştır. Bu büyük artışın nedeni, Almanya’nın Türkiye’ye hayranlığından değil, iki ülkenin ekonomik çıkarları ile dünya konjonktürünün sonucudur. Yukarıda da değindiğim üzere, Müttefikler, Almanya’nın dış ticaretini kısıtlamaya çalışmışlar, bunun sonucu Almanya takas ticareti yapan ve kredi verebildiği ülkelerle dış ticaret yapmak zorunda kalmıştır. Türkiye ise, uzun savaşlardan sonra bağımsızlığına kavuştuktan sonra ekonomik gelişmesini bağımsızlığını koruyarak takas ticareti ile sağlamaya arayışındadır. Türkiye SSCB ile de aynı yöntemle ticaretini geliştirmişti. Türkiye, bu dönemde İzmit’teki kağıt fabrikasını, Samsun ve İskenderun liman yapımını, Kayseri uçak fabrikasını ve elektirikli aletler sanayiini Almanya’dan getirdiği malzeme ile ve Alman teknik adamları ile birlikte gerçekleştirmiştir[285]. Kayseri uçak fabrikası 7 Eylül 1925 tarihinde Milli Savunma Bakanlığı ile Alman Junkers Uçak Fabrikası A.Ş. ile imzalanan anlaşma çerçevesinde kurulmuş ve üretime başlamıştır. 1926-1938 arasında üretilen 176 uçaktan 50 adedi Junker Şirketi ile anlaşma çerçevesinde diğerleri ise Fransız ve ABD şirketleri ile yapılan anlaşmalarla üretilmiştir[286].
Türkiye’nin Almanya’ya dış satımı tarım ürünleri yanında maden cevheri ağırlıklı olmuştur. Bu bağlamda krom cevheri satımı önemlidir. Almanya’nın cevher açlığının 1937 yılında ulaştığı boyut Richard J. Evans’ın kitabında çok net açıklanmıştır. “1937 den sonra, rejim, demir çelik sanayiinin doyurulamayan talebini karşılamak için hurda metal toplanmasını özendirmeye başlamıştır. Yurttaşların eski ve kullanılmayan metal eşyaları yönetime teslim etmesi vatandaşlık görevi haline geldi. Devlet görevlisi Wilhelm Ziegler, hurda metal toplama daha sonra da zorla alma işleri düzenleme görevine getirildi. Ziegler, 1938 yılında bütün ülke çapında bahçe demirlerinin sökülmesini emretti. Kahverengi gömlekliler fabrikaların çevresindeki, kiliselerdeki, mezarlıklardaki ve parklardaki demir eşyaları zorla söktüler. …[287]” Türkiye 1938 den itibaren krom cevherini İngiltere’ye satmaya başlamıştır.
Eğer Hitler, Atatürk’ü anlayabilmiş ve rol model almış olabilseydi, ne II. Dünya Savaşı’nı çıkarır ne de Musevi soykırımını aklından bile geçirebilirdi. Alman toplumuna ve başta Museviler olmak üzere tüm insanlığa tarihteki en büyük bedeli ödeten bir kişinin adının geçtiği herhangi bir yere, Atatürk’ün adının yazılması bilimsel araştırma anlayışına ne kadar uygun düşer okuyucunun taktirine bırakıyorum. Diğer taraftan Müttefikler Atatürk’ü ve politikalarını anlayabilmiş olsalardı, Hitler’in Polonya’ya ve Çekoslovakya’ya yönelik taleplerine boyun eğmez (appeasement policies), isteklerine katı tavır takınır, savaş çıkarmaktan caydırabilirlerdi.
Bitirmeden önce
Yazımda, tarihi süreç içerisinde ülkemize ve toplumumuza yönelik olarak yapılanlar ile ileri sürülen savlara karşı belge eşliğinde yanıt verebilme geleneğinin oluşumunu incelemeye çalıştım. Konunun uzmanlarının çalışmalarından geniş ölçüde yararlandığım bu yazımda sunduğum bilgiler, hiç birimizde ülkemizde ve ülkemiz dışında yaşayan Rum, Bulgar ve Ermeniler ve diğer toplumlar için olumsuz duygu yaratmamalıdır. Zira yazımda belgeleri ile gösterdiğim üzere, Osmanlı Devleti’nin bu uyruklularının içinden, bazılarında devlete karşı isyan ve karşılıklı nefret duyguları oluşturulması, Osmanlı Devleti topraklarında politik ve ekonomik çıkarları olan ülkelerin ülkeyi güçsüzleştirmek ve parçalayabilmek için izledikleri politikaların katkısı büyüktür. Bu politikların uygulamasında görev alan cemiyetler ve çeteler ise kendi toplumlarını kandırarak ve zaman zaman zorlayarak bu isyanlarda kullanmışlardır. O nedenle kandırılan insanları değil, oyunu kurgulayan devletler ile taşeronluk görevini gönüllü üstlenenleri belgeler eşliğinde eleştirmeli ve dünya kamuoyuna tanıtmalıyız. Ülkemizin bu uzun soluklu mücadelesinde en önemli dayanağı bilgi ve belge olacaktır. Bunun için de, yukarıda belgelere dayanan eserlerini ve hizmetlerini kısaca tanıttığım, Bilal Şimşir, Cengiz Özakıncı, Salahi Sonyel, Şükrü Server Aya, Kamuran Gürün, Türkkaya Ataöv, Uluç Gürkan, Şinasi Orel, Süreyya Yuca, Mehmet Perinçek dışında isimlerini ve eserlerini sayamadığım diğer birçok aydın ve araştırmacılarımıza sahip çıkmalıyız. Ayrıca bu yazarlarımız kalitesinde daha çok gencimizin yetişmesine de özen göstermeliyiz. Doğu Perinçek ve Yusuf Halaçoğlu gibi hukuk yollarında içtihat oluşumuna katkıda bulunanların sayısının da artması gerekmektedir. Bu mücadelede ülkemizin arşiv belgeleri yanında ülkemiz ve bulunduğumuz coğrafyada çıkar hesapları ve emelleri olan ülkelerin arşiv belgeleri yanında araştırmacılarının çalışmalarından yararlanmalıyız. Yabancı araştırmacıların ön yargısız bilimsel ve belge temelli çalışmalarına gereken moral desteği sunmalıyız. Ayrıca bu nitelikli aydınlarımızın araştırmalarının yabancı dillere çevrilmesini de başta Türk Tarih Kurumu olmak üzere üniversitelerimizin üstlenmesi gerekmektedir.
Ülkemizde yaşamayı ve ülkemiz vatandaşı olmayı gönüllü olarak seçmiş olan Rum, Ermeni ve diğer kökenden olan insanlarımızın sosyal, bilimsel ve ekonomik gelişmemize önemli katkıda bulunduklarını unutmayalım. Bu vatandaşlarımıza yönelik olarak kin ve nefret söylemi oluşması, yine dış güçlerin çıkar hesaplarına yarayacaktır. O nedenle geçmişte yer alan 6-7 Eylül olayları, Hırant Dink’in ve İtalyan rahip Santoro gibi insanların yaşamlarına kast edilmiş olası, suç olmakla kalmamış, ülkemize yönelik suçlama isteklilerine fırsatlar da sunmuştur. Bu fırsatları yaratmaktan kesinlikle uzak durulmalıdır. Zira ülkemize yapılan haksızlıklara karşı bize güç verecek ve haklı olduğumuzu kanıtlayacak olan şeyler araştırma, bilgi ve belgeye ulaşıp birçok dilde yayın yapabilmektedir. Ayrıca, bir süredir ülkemizde farklı düşünce ve inanç içinde olanlara yönelik olarak sergilenen kin ve nefret söylemleri, toplumsal barışımızı tehdit ettiği gibi, ülkemize yönelik psikolojik harekâtlar düzenlemek isteyenlere uygun bir iklim de yaratabilecektir. O nedenle başta politikacıların, eğitimcilerin, aydınların ve eli kalem tutanların bu tür kin ve nefret söylemlerinin filizlenip gelişmesini özendirmekten uzak durmaları büyük önem taşımaktadır.
Bu satırlara gelinceye kadar gösterdiğiniz anlayış ve sabır için teşekkürlerimi sunarım.
Hikmet Uluğbay
[1] Danışman Zuhuri, “Koçi Bey Risalesi”, Yayına hazırlayan Seda Çakmakcıoğlu, Kabalcı Yayınevi 2007 sayfa 28.
[2] Y.a.g.e. sayfa 29.
[3] Y.a.g.e. sayfa 39
[4] Y.a.g.e., sayfa 44.
[5] Y.a.g.e. sayfa 46, 47, 48.
[6] Y.a.g.e. sayfa 62-63.
[7] Defterdar Sarı Mehmet Paşa, Devlet Adamlarına Nasihatler”, çeviren Hüseyin Ragıp Uğural, Türk Tarih Kurumu Basımı 1969 sayfa 24.
[8] Y.a.g.e. sayfa 74.
[9] Y.a.g.e. sayfa XIV.
[10] McCarthy Justin, “Ölüm ve Sürgün”, Türk Tarih Kurumu, çeviren Fatma Sarıkaya, 3. Baskı 2018, sayfa 6.
[11] Y.a.g.e., sayfa 6 ve 8.
[12] Y.a.g.e. sayfa 5-6.
[13] Finlay George, “History of Greek Revolution” Volume 1 sayfa 6, William Blackwood and Sons 1861.
[14] Y.a.g.e. sayfa 6.
[15] Y.a.g.e. sayfa 21-22.
[16] Londra Büyükelçiliği web sayfası ve Musa Kılıç, “İlk İkamet Elçilerinin Halefleri Rum Maslahatgüzarlar 1800-1821”
[17] Finlay, y.a.g.e. sayfa 18-19.
[18] Feyzioğlu Hamiyet Sezer, “Tepedelenli Ali Paşa İsyanı – Bir Osmanlı Valisinin Hazin Sonu”, İş Bankası Yayını 2017.
[19] Tepedelenli Ali Paşa maddesi, Diyanet Ansiklopedisi.
[20] McCharty, y.a.g.e., sayfa 10.
[21] Finlay y.a.g.e. sayfa 172.
[22] Y.a.g.e. sayfa 187
[23] St. Clair William, “That Greece might still be free”, Cambridge Open Book Publishers 2008, sayfa 1.
[24] Phillips W. Alison, “The War of Greek Indepence 1821 to 1833”, sayfa 48, Smith, Elder & Co. 1897.
[25] Finlay, y.a.g.e. sayfa 201.
[26] Finlay Y.a.g.e. 2 inci cilt sayfa 26.
[27] Y.a.g.e. 2. Cilt sayfa 27.
[28] Y.a.g.e. 2. Cilt sayfa 110-111.
[29] Hansard Millbank, “Cause of The Greeks”, HC Deb 15 July 1822 vol 7 cc 1649-531649, tutanak.
[30] Y.a.g. tutanak, 1651-1652.
[31] Y.a.g.t. 1652-1653.
[32] Hansard Millbank, “Greek Hostages at Constantinople”, HL Deb 17 July 1822 vol 7 cc1665-81665, sayfa 1665-1666.
[33] Y.a.g.t. sayfa 1666-1667.
[34] Hansard Millbank, “Affairs of Greece”, HL Deb 20 April 1826 vol 15 cc384-5384.
[35] Hansard Millbank, “Greek Cause”, HC Deb 19 May 1826 vol 15 cc1271-51271.
[36] Hansard Millbank, “Protocol and Treaty For The Pacification of Greece”, HC Deb 31 January 1828 vol 18 cc86-9386.
[37] Y.a.g. tutanak metni.
[38] Şimşir Bilal, “Balkan Savaşlarında Rumeli Türkleri, Kırımlar, Kıyımlar, Göçler 1821-1913” Bilgi Yayınevi 2017 sayfa 35.
[39] Şimşir, y.a.g.e. ve “Navarin Baskını ve Sonuçları” Deniz Bülten 14 Ekim 2017.
[40] Hansard Millbank, HC Deb 08 February 1848 vol 96 cc290-311290, Foreign Policy.
[41] Y.a.g. tutanak.
[42] Y.a.g. tutanak sayfa 310 un sonu.
[43] Hansard Millbank, “TREATY OF ADRIANOPLE—CHARGES AGAINST VISCOUNT PALMERSTON”, HC Deb 01 March 1848 vol 97 cc 66-123 66.
[44] Baddeley, John F., “The Russian Conquest of the Caucasus”, Londra 1908 sayfa 221.
[45] Y.a.g.e. sayfa 227.
[46] Y.a.g.e. sayfa 223.
[47] McCharthy, y.a.g.e. sayfa 37.
[48] Y.a.g.e. sayfa 37.
[49] Shenfield Stephan, “The Circassians-A Forgotten Cenocide?”, Circassian World.com.
[50] McCarthy, y.a.g.e. sayfa 39.
[51] Y.a.g.e. sayfa 40.
[52] Brock Peter, “The Fall of Circassia: A Study in Private Diplomacy”, The English Historical Review, Vol. 71, No. 280. (Jul. 1956), pp. 401-427.
[53] Kutay Cemal, “Sultan Abdülaziz’in Avrupa Seyahati”, Boğaziçi Yayınları A.Ş. 1991.
[54] Y.a.g.e. sayfa 6.
[55] Y.a.g.e. sayfa 37.
[56] Y.a.g.e. sayfa 39.
[57] Y.a.g.e sayfa 126.
[58] Y.a.g.e. 78-78.
[59] İnalcık Halil, “Tanzimat ve Bulgar Meselesi”, Kronik Kitap, 4. Baskı 2018, sayfa 25.
[60] Y.a.g.e. sayfa 35-36
[61] Y.a.g.e. sayfa 44.
[62] Y.a.g.e. sayfa 49.
[63] Y.a.g.e. saya 50 Dipnot 27.
[64] Doğan İsmail, “Tanzimatın iki ucu: Münif Paşa ve Ali Suavi”, İz Yayıncılık 1991, sayfa 20.
[65] Y.a.g.e. sayfa 156, Aziz Berker’e ve Yahya Akyüz’e atıfla.
[66] Y.a.g.e. sayfa 156-157.
[67] Y.a.g.e. sayfa 150-51.
[68] Y.a.g.e. sayfa 178.
[69] Budak Ali, “Münif Paşa” Bilge Kültür Sanat Yayınevi, sayfa 577, 578, 579.
[70] Doğan İsmail, Y.a.g.e. sayfa 262.
[71] Y.a.g.e. sayfa 262.
[72] Y.a.g.e. sayfa 262-264.
[73] Y.a.g.e. sayfa 287.
[74] Y.a.g.e. sayfa 297.
[75] Y.a.g.e. sayfa 327.
[76] Y.a.g.e. sayfa 327.
[77] Teber Serol, “Mehmet, Reşat ve Nuri Bayler”, DE Yayınevi 1986, sayfa 35.
[78] Y.a.g.e. sayfa 36.
[79] Y.a.g.e. sayfa 37-38.
[80] Y.a.g.e. sayfa 39-40.
[81] Y.a.g.e. sayfa 41-42.
[82] Y.a.g.e. sayfa 53-54.
[83] Farley Lewis, “Egypt, Cyprus and Asiatic Turkey”, London Trübner & Co. Lutgate Hill 1878, “Appendix II Fuad Pasha’s Political Testament”, sayfa 229.
[84] Y.a.g.e. sayfa 230.
[85] Y.a.g.e. sayfa 239-240.
[86] Y.a.g.e. sayfa 241-242.
[87] Y.a.g.e. sayfa 243.
[88] Andıç Fuat ve Süphan Andıç, “ Sadrazam Âli Paşa, Hayatı, Zamanı ve Siyasî Vasiyetnamesi”, Eren Yayıncılık İstanbul 2000, sayfa 60.
[89] Y.a.g.e. sayfa 61.
[90] Y.a.g.e. sayfa 64.
[91] Y.a.g.e.sayfa 66.
[92] Y.a.g.e. sayfa 76-77.
[93] Y.a.g.e. sayfa 79.
[94] McCarthy, y.a.g.e. sayfa 53-54.
[95] Brown Philip Marshall, “Foreigners in Turkey”, Princeton University Press 1914, sayfa iii.
[96] Özdemir Dr. Biltekin, “Osmanlı Devleti Dış Borçları-1854-1954 döneminde Yüz yıl süren boyunduruk”, Ankara Ticaret Odası Yayını, Ankara Eylül 2009, sayfa 45.
[97] Y.a.g.e. sayfa 47.
[98] Y.a.g.e. sayfa 67.
[99] Eğilmez Dr. Mahfi, “Kendime Yazılar”, 11 Aralık 2011 “Osmanlı’dan Devraldığımız Borçlar”, 21 Ekim 2014 “Osmanlı’dan bu yana kişi başına gelir”, 29 Ekim 2017 “Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Kapitülasyonlar ve Lozan Antlaşması”.
[100] Feis Herbert, “Europe, The World’s Banker 1870-1914”, W.W. Norton & Company Inc 1965 sayfa 320..
[101] İnalcık, y.a.g.e. sayfa 44-46.
[102] McCarthy, y.a.g.e. sayfa 61.
[103] Y.a.g.e. sayfa 62.
[104] Y.a.g.e. sayfa 63.
[105] Y.a.g.e. sayfa 64.
[106] Y.a.g.e. sayfa 65.
[107] Y.a.g.e. sayfa 68.
[108] Hansrd Millbank, HC Deb 26 June 1876 vol 230 cc424.
[109] Y.a.g.t. sayfa 424-426.
[110] Hansard Millbank, Questions, Observations. HL Deb 26 June 1876 vol 230 sayfa 386-387.
[111] Hansard Millbank, Turkey-Decleration of War By Servia-Question. HL Deb 29 June 1876 vol 230 c 610.
[112] Hansard Millbank, Turkey-Russian Officers in Servian Army-Question. HL Deb 03 July 1876 vol 230 cc823.
[113] Hansard Millbank, Observations. HC Deb 10 July 1876 vol 230 cc1180.
[114] Y.a.g.t. sayfa 1180.
[115] Hansard Millbank, Ministerial Statement, HC Deb 17 July 1876 vol 230 cc1486-95.
[116] Y.a.g.t. sayfa 1488, 1489, 1493.
[117] Hansard Millbank, Turkey-The Naval Force in Turkish Waters-Question, HC Deb 27 July 1876 vol 230 cc1960.
[118] Hansard Millbank, Turkey-The Insurrection in Bosnia and Herzegovine, Resolution, HC Deb 31 July 1876 vol 231 cc126-225.
[119] Y.a.g.t. sayfa 136.
[120] Y.a.g.t. sayfa 143.
[121] Y.a.g.t. sayfa 146-149.
[122] Y.a.g.t. sayfa 152.
[123] Y.a.g.t. sayfa 158.
[124] Y.a.g.t. sayfa 165.
[125] Y.a.g.t. sayfa 174.
[126] Y.a.g.t. sayfa 178.
[127] Y.a.g.t. sayfa 179.
[128] Y.a.g.t. sayfa 180-181.
[129] Y.a.g.t. sayfa 191.
[130] Y.a.g.t. sayfa 200.
[131] Y.a.g.t. sayfa 201.
[132] Y.a.g.t. sayfa 203.
[133] Y.a.g.t. sayfa 205.
[134] Y.a.g.t. sayfa 210, 211, 212.
[135] Y.a.g.t. sayfa 213-214.
[136] Hansard Millbank, “Turkey-The Alleged Atrocities in Bulgaria-Observations”, HC Deb 11 August 1876 vol 231 sayfa 1138-1147.
[137] Gladstone W.E., “Bulgarian Horrors and the Question of The East”,London: John Murray, Albemarle Street, 1876 sayfa 8.
[138] Y.a.g.e. sayfa 11-12.
[139] Y.a.g.e. sayfa 12-13.
[140] Y.a.g.e. sayfa 14.
[141] Y.a.g.e. sayfa 14-15.
[142] Y.a.g.e. sayfa 15.
[143] Y.a.g.e. sayfa 16.
[144] Y.a.g.e. sayfa 34.
[145] Y.a.g.e. sayfa 43.
[146] Y.a.g.e. sayfa 54.
[147] Y.a.g.e. sayfa 56-57.
[148] Y.a.g.e. sayfa 61-62.
[149] Anderson M. S. “The Eastern Question 1774-1923”, Macmillan St. Martin’s Press New York 1966, sayfa 184.
[150] The War Correspondence of the “Daily News” 1877, yayınlanma tarihi 1878.
[151] Pears Edwin, “Forty Years in Constantinople”, 1915.
[152] Mill John “The Ottoman in Europe-Turkey in the Present Crisis” London 1876.
[153] More Robert Jasper, “Under the Balkans” 1877.
[154] Lonlay Dick de, “Atravers La Bulgarie” Paris 1888 ve “L’Armée Russe en Campagne” Paris 1888.
[155] Salusbury Philip H. B. Lieutenant First Royal Cheshire Light Infantry, “Two Months With Tchernaieff in Servia”, London: Chapman and Hall, 1877, Bu kitap Google tarafaından dijital ortama aktarılarak kullanıma açılmıştır.
[156] McCarthy, Y.a.g.e. sayfa 66.
[157] Y.a.g.e. sayfa 67-68.
[158] Seton-Watson R. W. “Disraeli, Gladstone and the Eastern Question”, W.W. Norton & Company Inc. New York 1972 sayfa 277.
[159] Hansard Millbank, “Turkey and Servia-The Jews and Armenians-Question”, HC Deb 16 February 1877 vol 232 c 464.
[160] Y.a.g.t.
[161] Şimşir Bilâl, “Balkan Savaşlarında Rumeli Türkleri, Kırımlar-Kıyımlar-Göçler 1821-1923”, Bilgi Yayınevi Birinci Basım, Nisan 2017 sayfa 53.
[162] Armaoğlu Fahir Prof. Dr. “19. Yüzyıl Siyasî Tarihi (1789-1914), Türk Tarih Kurumu 1997, sayfa 515-516.
[163] Y.a.g.e. sayfa 516
[164] Y.a.g.e. sayfa 517.
[165] McCarthy, y.a.g.e. sayfa 73
[166] Armaoğlu, Y.a.g.e. sayfa 522.
[167] Erim Nihat Prof. “Devletlerarası Hukuk ve Siyasi Tarih Metinleri” Cilt 1 (Osmanlı İmparatorluğu Andlaşmaları) TTK Basımevi 1953 sayfa 395.
[168] Şimşir Bilal, “British Documents on Ottoman Armenieans” Volume 1 (1856-1880), TTK Basımevi 1982, sayfa 159 ve sayfa 168-173 Enclosure in No. 69 Memorandum.
[169] Şimşir, (Balkan) y.a.g.e. sayfa 56.
[170] McCarthy, y.a.g.e. sayfa 73-74.
[171] Özdemir Hikmet, “Salgın Hastalıklardan Ölümler 1914-1918”, Türk Tarih Kurumu, İkinci Basım 2010, sayfa 56.
[172] Toprak Zafer, “Dünden Bugüne İstanbul’un Nüfusu 1478-1950”, “Nüfus,” Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, cilt 6, 1994, s. 108-111.
[173] Özdemir B., Y.a.g.e. sayfa 54-55.
[174] Sonyel Salahi R., “Osmanlı Ermenileri- Büyük Güçler Diplomasisinin Kurbanlar” Remzi Kitabevi 2009, sayfa 44.
[175] Karal Ord. Prof. E. Ziya, “Büyük Osmanlı Tarihi”, Cilt IV, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Türk Tarih Kurumu Yayınları, sayfa 127
[176] Terzi T. Arzu, “Hazine-i Hassa Nezareti” Türk Tarih Kurumu 2000, sayfa 26-29.
[177] Y.a.g.e. sayfa 46.
[178] Y.a.g.e. sayfa 45.
[179] Koyuncu Nuran, “Osmanlı Devleti’nde Sarrafların Mültezimlere Kefilliği”, İnönü Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi Cilt 5, Sayı 1, yıl 2014, sayfa 295.
[180] Y.a.g.m. sayfa 304.
[181] Dadyan Saro, “Ermeni Cemaatinin Üç Asırlık Liderleri Amiralar ve Hasköy”, sayfa 263 İstanbul Şehir Üniversitesi.
[182] Y.a.g.m. sayfa 272.
[183] Y.a.g.m. sayfa 271.
[184] Sonyel, y.a.g.e. sayfa 40.
[185] Şimşir, (Documents) y.a.g.e. Cilt 1 sayfa 50-53.
[186] Y.a.g.e. Cilt 1 sayfa 135-140.
[187] Hansard Millbank, Steam Communication With India, HC Deb 03 June 1834 vol 24 sayfa 142.
[188] Hansard Millbank, Steam Communication With India, HC Deb 04 August 1834 vol 25 sayfa 930.
[189] Şimşir, (Documents) y.a.g.e. sayfa 195.
[190] Y.a.g.e. sayfa 202.
[191] Y.a.g.e. sayfa 376-377.
[192] Y.a.g.e. sayfa 507-511.
[193] Y.a.g.e. sayfa 512.
[194] Y.a.g.e. sayfa 512.
[195] Y.a.g.e. sayfa 514.
[196] Y.a.g.e. sayfa 685-687.
[197] Y.a.g.e. sayfa 252-261.
[198] Şimşir (Documents) Cilt 2, sayfa 365 ve 367.
[199] Stephenson Graham, “Russia from 1812 to 1945”, Praeger Publishers 1970, sayfa 192.
[200] Y.a.g.e. sayfa 194.
[201] Y.a.g.e. sayfa 199.
[202] Şimşir (Documents) Cilt 2, Y.a.g.e. sayfa 376-377.
[203] Y.a.g.e. sayfa 460-462.
[204] Williamson David, “Willian Ewart Gladstone: Statesman and Scholar”, Toronto, G. M. Rose & Sons 1898, sayfa 394.
[205] Green Frederick Davis, “Armenian Massacres and Turkish Tyranny” International Publishing Company sayfa 243-255.
[206] Williamson, y.a.g.e. Sayfa 395.
[207] Karaca Taha Niyazi, “Osmanlı aydını Halil Halid Bey’in Emperyalizme Dair Düşünceleri ve İngiliz Başbakanı William Ewart Gladstone’a Anti-Emperyalist Tepkisi”, XVI. Türk Tarih Kongresi 20-24 Eylül 2010, Kongre’ye Sunulan Bildiriler IV. Cilt III. Kısım Ankara 2015, sayfa 1351.
[208] McCarthy, y.a.g.e. sayfa 145-146.
[209] Özdemir Hikmet, “Salgın Hastalıklardan Ölümler 1914-1918”, Türk Tarih Kurumu 2010, sayfa 62-63.
[210] Y.a.g.e. sayfa 64-65.
[211] Karal, y.a.g.e. Cilt V sayfa 326.
[212] Şimşir, (Balkan), sayfa 150.
[213] Y.a.g.e., sayfa 150.
[214] Uluğbay Hikmet, “İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e Petropolitik”, De-Ki Basımevi 2008, sayfa 196-197.
[215] MMZC, Devre 3, İçtima Senesi 1, İçtimai Fevkalâde, Cilt 2, TBMM Basımevi 1991, sayfa 407.
[216] Y.a.g.z. sayfa 407-408.
[217] Y.a.g.z. sayfa 409, 411.
[218] Erol Mine Dr., “Osmanlı İmparatorluğu’nun Amerika Büyükelçisi”, Bilgi Basımevi 1973.
[219] Y.a.g.e., sayfa 22-23.
[220] Rüstem Ahmet, “La Guerre Mondiale et la Question Turco-Armenienne”, Berne, 1918.
[221] Özakıncı Cengiz, “Arıburnu, ‘Anzak Koyu’ Mehmetçik ve Coniler”, Bütün Dünya Nisan 2016 sayfa 57, The Times 11.11.1914 den alıntı.
[222] Özdemir Hikmet Prof. Dr., “Salgın Hastalıklardan Ölümler 1914-18”, Türk Tarih Kurumu 2010, ilk baskı 2005.
[223] MMZC, Devre 3, İçtima Senesi 4, Cilt 2 sayfa 478.
[224] Özdemir, sayfa 151.
[225] McCarthy y.a.g.e. sayfa 256-257.
[226] Y.a.g.e. sayfa 267.
[227] Perinçek M. B. “Sovyet Arşiv Belgeleri Işığında Türk-Ermeni İlişkileri (1915-1923)” Yüksek Lisans Tezi 2007 sayfa 35.
[228] Y.a.g.y.l.t. sayfa 33.
[229] Y.a.g.y.l.t. Sayfa 36
[230] Y.a.g.y.l.t. Sayfa 38.
[231] Y.a.g.y.l.t. sayfa 40.
[232] Y.a.g.y.l.t. sayfa 48.
[233] Dunsterville L. C., “Dunsterforce Gizli Ordu Bakü’de İngiliz-Ermeni İşgali”, Tarih&Kuram 2016.
[234] Sonyel, y.a.g.e. sayfa 365.
[235] Y.a.g.e. sayfa 365.
[236] Gürkan Uluç, “Malta Yargılaması, Özgün İngiliz Belgeleriyle”, Kaynak Yayınları, 2014 sayfa 26-27.
[237] Y.a.g.e. sayfa 27.
[238] Y.a.g.e. sayfa 28.
[239] Söylemezoğlu Galip Kemalî, “Yok Edilmek İstenen Millet”, Selek Neşriyatı İstanbul 1957.
[240] McCarthy, y.a.g.e. sayfa 1.
[241] “Mukaddes Ankara’dan Mektuplar-1”, Yeiçağ gazetesi 1 Ocak 2016.
[242] “İzmir’in işgali faciasına tablolarıyla tanıklık etti”, Yeniçağ gazetesi 15.05.2017.
[243] Soysal İsmail, “Türkiye’nin Siyasal Andlaşmaları” Cilt 1, Türk Tarih Kurumu Yayınları, sayfa 32-33.
[244] Soysal İsmail, “Türkiye’nin Siyasal Andlaşmaları” Cilt 1, Türk Tarih Kurumu Yayınları.
[245]Tarih Bilimi gen.tr., Çağdaş Türk ve Dünya Tarihi, Balkan Antantı (9 Şubat 1934).
[246] Y.a.g.k.
[247] TBMM Zabıt Ceridesi Cilt 25, Birinci inikat 1 Kasım 1934 Perşembe sayfa 3-4.
[248] Tarih Bilimi gen.tr, Sadabat Paktı (8 Temmuz 1937) maddesi.
[249] TBMM Zabıt Ceridesi Cilt 20, Birinci inikad 1 Kasım 1937 Pazartesi, sayfa 8.
[250] Akçora Ergünöz Yrd. Doç Dr., “Hatay’ın Anavatan’a İlhakının Türk Dış Politikasındaki Yeri” Atatürk Araştırmaları Merkezi.
[251] İnan Afet, “Atatürk hakkında hatıralar ve belgeler”, İş Bankası Kültür Yayınları 16. Basım sayfa 264.
[252] Y.a.g.e. sayfa 261-262.
[253] İnan Afet, “Atatürk ve Tarih Tezi” Belleten Cilt III, Sa. 10, 1 Nisan 1939.
[254] İnan (İş Bankası Kültür Yayınları) sayfa 267.
[255] TBMM Zabit Ceridesi, Devre III, İçtima Senesi II, Cilt 5, Birinci İnikat, 1 Teşrinisani 1928, sayfa 9.
[256] Türk Dil Kurumu Tarihçesinden alınmıştır.
[257] Y.a.g. Kurumun Tarihçesinden alınmıştır.
[258] İnan (İş Bankası …) sayfa 311.
[259] Türker-Küyel Mübahat, “Aydın Sayılı’nın Hayat Hikayesi, Eserlerinin Değerlendirilmesi, Eserlerinin Listesi”, ERDEM Aydın Sayılı Özel Sayısı-1, Mayıs 1996.
[260] Gürün Kamuran, “Ermeni Dosyası” Önsöz 28 Temmuz 1982.
[261] McCarthy Justin, “Muslims and Minorities-The Population of Ottoman Anatolia and the End of the Empire”,New York Univ. Press 1983.
[262] Ataöv Türkkaya Prof. Dr., “An Armenian Falsification” July 1985 A.Ü. SBF
[263] Sonyel Salahi, “The Great War and The Tragedy of Anatolia”, Türk Tarih Kurumu 2001.
[264] Aya Şükrü Server, “The Genocide of Truth”, İstanbul Ticaret Üniversitesi 2008.
[265] Aya, “Soykırım Tacirleri ve Gerçekler” Derin Yayınları 2015 ve İngilizcesi “The Genocide of Truth Continues … But Facts tell the Real Story” Derin Yayıncılık 2014.
[266] Özakıncı Gengiz, “Tarih Üzerinden Psikolojik Savaş ve Atatürk Dersi”, Otopsi Yayınları Ekim 2018, sayfa 22.
[267] Özakıncı, y.a.g.e. sayfa 22.
[268] Ihrig Stefan, “Naziler ve Atatürk”, ALFA Basım Yayım Dağıtım San. ve Tic. Ltd. Şti, 2015 sayfa 18.
[269] Y.a.g.e. sayfa 19.
[270] Y.a.g.e. sayfa 19.
[271] Bartlett John Justin Kaplan, “Barlett’s Familiar Quotataions”, Little,Brown and Company, Sixteen Edition, sayfa 87.
[272] Adams Henry, “The Education of Henry Adams”, Washington 1907, sayfa 400.
[273] Ehrlich Eugene ve Marshall DE Bruhl, “The International Thesaurus of Quotations”, Harper Perennial, sayfa 294. Bu sözün altında kaynak olarak şu bilgi vardır: Preface to 13 th edition of La Vie De Jesus (1863).
[274] Özakıncı, (Tarih Üzerinden) sayfa 63-64.
[275] Y.a.g.e. syfa 68.
[276] Ihrig, y.a.g.e. sayfa 68-96.
[277] Özakıncı Cengiz, “Türkiye Cumhuriyeti’ne Yahudi Soykırımı Suçlaması” Bütün Dünya Ağustos 2013 ve “Struma Faciası” “Tarihin Bilinmeyen Yüzü” Kanal B 25 Şubat 2017.
[278] Craig Gordon A., “Germany 1866-1945”, Oxford Univ. Press New York 1978, sayfa 83-84.
[279] Y.a.g.e. sayfa 153.
[280] Y.a.g.e. sayfa 360.
[281] Y.a.g.e. sayfa 437, 439, 440.
[282] Y.a.g.e. 447.
[283] Y.a.g.e. sayfa 450.
[284] Y.a.g.e. sayfa 451.
[285] Uzgel İlhan, “Almanya ile İlişkiler”, Türk Dış Politikası Editör Baskın Oran, Cilt 1, sayfa 304.
[286] Meydan Sinan, “Akl-ı Kemal”, Cilt 4. İnkılâp Kitapevi 2012 sayfa 94 ve 99.
[287] Evans Richard J. “The Third Reich in Power-How the Nazis won over the hearts and minds of a nation” Penguin Books 2006 sayfa 365.
GÜZEL TEŞEKKÜRLER BÖYLE YAYINLAR GEREKLİDİR
BeğenBeğen