Çağdaş Laik Eğitime Giden Uzun Yol ve Ödenen Bedeller

Aşağıda okuyacağınız yazı, Bursa’da Çağdaş Eğitim Kooperatifi’nin düzenlediği 1 Aralık 2012 tarihli toplantıda yaptığım konuşma için hazırladığım kapsamlı metindir. Bana tanınan süreyi verimli kullanabilmek için okuyacağınız metnin ancak çok dar bir özeti katılımcılara sunulabilmiştir. Katılımcılara, konuşmanın tam metninin kendi sitemde yayınlanacağı da açıklanmıştır. 

Çağdaş Eğitim Kooperatifi Yönetim Kurulu Başkanı ve değerli arkadaşım Ali Arabacı’ya, sizlere “Çağdaş Eğitim” konusundaki düşüncelerimi açıklama fırsatını verdiği ve siz değerli katılımcılara da beni dinlemek için tatil günü yaşamınızdan bir süreyi ayırdığınız için gönülden teşekkürlerimi ve saygılarımı sunuyorum.

Değerli arkadaşım Arabacı, konuşma konusunda bana esneklik tanıma inceliğini de gösterdiği için, “çağdaş laik eğitimi” sizlere “çağdaş laik eğitime giden uzun yol ve ödenen bedeller” başlığı altında insanlık tarihini boyunca akıl ve bilimselliğe dayanan eğitim ve öğretime ulaşma süreci içerisinde yaşanan acı deneyimleri özetle anımsayarak anlatmayı planladım. Zira bu süreci yeterince bilmediğimiz veya bilenlerimiz de kolayca unuttuğu için Cumhuriyet ile birlikte hiçbir bedel ödemeksizin kazandığımız akıl ve bilime dayanan çağdaş laik eğitime yıllardır vurulmak istenen veya vurulan darbelere karşı hukuk içinde demokratik tepki refleksimizi etkin bir biçimde sergileyemiyoruz. Umarım tarihi süreci anlatarak başlayacağım bu yaklaşımım beni dinlemek için buraya geliş beklentilerinizi karşılar. Bu süreci sağlıklı bir biçimde ele alabilmek için sizlerle önce, eğitim konusunda tarih boyunca ünlü düşünür ve devlet adamlarının dile getirdikleri görüşlerinden seçtiğim küçük bir demet sunmak istiyorum. Bu demet içinde yer alan görüşlerin birçoğunu sanırım sizler daha önce okuduklarınızdan biliyorsunuz. Ancak bunları bir arada görmek anlatacağım tarihi süreç için iyi bir başlangıç kronolojisi oluşturacaktır.

Tablo 1 i ele almaya başlamadan önce şunu belirtmeliyim ki, Sümer, Babil ve Asur medeniyetleri çok değerli ve bilgili insanlar yetiştirmiş olduğunu artık biliyoruz. Bunları o döneme ait tabletler okundukça ve yenileri gün ışığına çıkıp çözümlendikçe öğreniyoruz. O dönemlerde yetişen bilge insanların tümünün isimlerini bilemiyoruz, ama emekleri, eserleri ve düşünceleri ile uygarlığın gelişimine büyük katkıları olduğu artık kesinleşmiş durumda. Hatta bugün birçok tarihçi Yunan uygarlığının Sümer, Babil, Asur ve Anadolu’da yaşayan medeniyetlerden büyük ölçüde etkilendiğini araştırmaları ile ortaya koymaktadırlar[1]. Ününü Sümer Tarihi üzerinde yapmış bulunan Samuel Noah Kramer, uzun yıllar süren çalışmaları sonunda, “üçüncü bin yılın ortalarından itibaren, bütün Sümer’de yazı yazmanın resmen öğretildiği bazı okullar olmalıdır[2]” yargısına varmış durumda. Kramer, yapılan kazılarda M.Ö. 2500 li yıllara ait çok sayıda ders kitabı çıkarıldığını da belirtmektedir. Kramer’in Sümer okulları hakkında yaptığı çok ilginç bir gözlem de var; “Başlangıçta büyük bir olasılıkla tapınağa bağlı olan Sümer okulu, zaman içinde bağımsız bir kurum haline geldi, eğitim programları da oldukça laik bir nitelik kazandı.[3]” Bu ifadedeki “laik bir yapı kazandı” vurgusunu önemli bir saptama olarak görüyorum. Kramer’in verdiği bu bilgiden, Sümer okullarının yaygın eğitim veren bir örgün eğitim sistemi olduğu anlaşılıyorsa da, kız çocuklarının ve sıradan halk çocuklarının ne denli bu olanaktan yararlandığı açık değildir. Eğitimin ilk ve ileri aşamalarının da devlet ve tapınak görevlilerini yetiştirmeyi amaçladığını düşünülebiliriz. S. N. Kramer’den edindiğimiz bu bilgileri ülkemizin yetiştirdiği değerli Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ’dan alıntılayacağım bilgilerle de tamamlamak isterim; “… biz okullara ait ve onun teşkilatıyla, metotları hakkında bilgi veren en önemli malzemeyi M.Ö. 2000 yıllarında bulmaktayız.[4]” Çığ’ın diğer saptaması ise şöyledir; “Sümer okulunun ilk hedefi hiç şüphe yok ki meslekiydi. Zira çok geniş olan idari ve iktisadi işlerini yürütebilmek için yazıya ihtiyaç vardı. Bu işlerin başında da mabet ve saray gelmektedir. Fakat okullar devam ettikçe ve geliştikçe, özellikle programları genişledikçe Sümer, alanında öğrenme ve kültür merkezi olmuştur. … Sümer okullarından mezun olanların büyük kısmı mabet ve sarayın çeşitli kısımlarındaki katiplikleri almışlardır.[5]” Çığ’ın diğer önemli bir saptaması da, “… eldeki tabletlerden öğrenme ücreti olarak okul idaresine bir miktar para verildiğini anlıyoruz. … Öğrencilerin büyük bir kısmı zengin ailelere mensuptu. Çünkü fakirin okulda okuması için zaman ve para bakımından büyük bir gayret sarf etmesi lazımdır.[6]” Çığ’dan edindiğimiz bu ve diğer bilgiler ışığında, Sümer eğitiminin paralı olduğu için yaygın kitlelere ulaşmadığı ve temel amaçlarının başında da tapınak ve saray bürokrasisini eğitmek olduğunu anlıyoruz. Kız çocukları arasında eğitim yaygın olmasa bile, kadınların ekonomik ve sosyal yaşamın birçok alanında faal ve etkin bir role sahip olduklarını da aynı kaynaklardaki bilgilerden anlıyoruz[7].

Bu noktada, halen ülkemizde ve bazı ülkelerde çağdaş eğitimi etkileyen bir uygulamayı daha iyi anlamamıza yardım edebilecek bir bilgiyi daha sizlere sunmak isterim, Orta Asur döneminde (M.Ö. 1450-1250) çıkarılan bir yasanın 40 ıncı maddesi şu hükmü içermektedir; “İster evli kadınlar, ister dul kadınlar, veya Asurlu kadınlar olsun sokağa çıkarken başlarını açmamış olacaklardır. Adamın kızları … ya bir şal, ya bir giysi veya bir gulinu ile örtünmüş olmalıdırlar. Başları açık olmayacaktır.[8]Görüldüğü üzere, kadınların evden dışarı çıkarken başlarını örtmelerine ilişkin ilk yazılı kural M.Ö. 1450-1250 döneminde çıkarılan bir Kral kanunu ile konulmuştur. Bu düzenlemeden önce günlük yaşamda böyle bir zorunluluk var mı idi, o konuda yayınlarda bilgi yer almıyor. Sümer, Babil ve Asur dönemine ait tabletler okundukça ve yeni kazılarla yenileri bulundukça bu konu dahil diğer konularda da çok daha aydınlatıcı bilgilere erişilebileceğini düşünebiliriz. Benzeri şekilde Mısır uygarlığı da kendi bürokrasisini ve tapınak görevlilerini eğiten bir eğitim yapılanmasına sahipti. Sümer, Babil ve Asur ile Mısır’da inşa edilen, sulama kanalları, ziguratlar ve piramitlerin ve diğer mimari eserlerin gerisindeki mühendislik bilgisinin sahiplerinin isimlerini de bilemiyoruz. Mısır uygarlığının kazanımları ve insanlığa kazandırdıkları konusunda çok daha fazla bilgi bizlere ulaşabilirdi, biraz sonra değineceğim gibi, eğer İskenderiye kütüphanesi yakılmamış olsa idi. Antik çağ Mısır’ında kadınların başlarını “peruk” ile örttükleri biliniyor.

Bu giriş bilgilerinden sonra, şimdi Tablo 1 deki bilgileri inceleyebiliriz. Tablo 1 de yer alan bu görüşleri dile getirenler, eğitimin insanlara kazandırdığı nitelikleri vurguladıkları gibi, eğitimli insan ile devlet yönetimi arasındaki ilginç ilişkiye de dikkat çekmektedirler. Örneğin, Çin’li düşünür Lao-Tzu, bundan 26 asır önce insanlar bilgili oldukları için onları yönetmenin güç olduğu gözlemini dile getirmiştir. Dün olduğu gibi bugün de gerek bulunduğumuz coğrafyadaki ve gerek dünyanın diğer coğrafyalarındaki birçok politikacı ve yönetici aynı düşüncede değil mi? O nedenle eğitim programlarına ve içeriğine pedagojik nedenlerle değil siyasi nedenlerle karışmıyorlar mı? Socrates, sadece bir iyinin ve bir de kötünün var olduğunu belirtmiş, sonra da yaşamını insanları eğitmeye adamış ve bu seçiminin bedeli kendisine nasıl ödetilmiş biliyorsunuz, ölüm cezası ile.

Çoğumuzun modern tıbbın kurucu babası olarak bildiğimiz ünlü düşünür Hippocrates yaşamda insanlar için iki yol olduğunu belirtmiş ve her birinin nereye çıktığını da çok net söylemiştir.

Tablo 1 de dikkatinizi çekmiştir, M.S. 100 yıl ile Rönesans sonrasına değin geçen uzun zaman diliminde eğitim için Hz. Ali dışında kayda değer bir söz söyleyen bulmakta güçlük çektim. Bu kısmen benim aramalarımda yetersiz kalmaktan kaynaklığı gibi, Batı’da dönemin çok büyük bölümü insanlık tarihine karanlık çağ olarak geçen süreyi oluşturması da etkili oldu sanıyorum.

Tablo 1

Atasözleri ile ünlü düşünür ve devlet adamlarının eğitime ilişkin fikirlerinden bir demet

 Kişi Yaşadığıdönem  Eğitim üzerindeki düşünceleri
Lao-Tzu

M.Ö. 604-531

İnsanları yönetebilmek zor, çünkü çok bilgililer.
Konfüçyüs

M.Ö. 551-479

Bir kişi diğerlerinden bir şeyler öğrenir ancak üzerinde düşünmezse şaşkına döner. Diğer taraftan bir kişi sadece düşünür ve diğerlerinden bir şey öğrenmezse, tehlikeli olur. Kişi geçmişin ve günün akil adamlarından öğrenmeli ve aynı zamanda da öğrendiklerini geliştirmeye çalışmalıdır.
Heraclitus

M.Ö. 500 dolayları

Çok fazla şey öğrenmiş olmak, bilgili olmayı sağlamaz.
Euripides

M.Ö. 485-406

Gençliğinde öğrenmeyi ihmal edenler geçmişlerini yitirdikleri gibi gelecek için ölüden farksızdırlar.
Socrates

M.Ö. 469-399

Tek bir iyi vardır; bilgi ve tek bir kötü vardır cehalet.
Hippocrates

M.Ö. 460-377

Gerçekte iki yol vardır, bilim ve kanaat; ilki bilginin kapılarını açarken, ikincisi cehaletin kapılarını açar.
Eflatun

M.Ö. 428-348

Bir erkek eğitimine başlamak için hangi yönü seçerse aynı zamanda gelecek yaşamı için de seçim yapmış olur.
Aristotle

M.Ö. 384-322

-Eğitilmiş erkeğin eğitilmemişe üstünlüğü, yaşamın ölüme üstünlüğü gibidir.- Her bilim ve her araştırma ve aynı şekilde her etkinlik ve aramanın bir iyiye ulaşmayı amaçladığı düşünülür.
Chuang Tzu

M.Ö. 360 dolayları

Ödüller ve cezalar eğitim için en kötü yöntemlerdir.
Publilius Syrus

M.Ö. 1 yüzyıl

Sadece cahiller eğitimi hor görürler.
Plutarch

46-120

Dürüstlük ve erdemin pınarı ve kökü iyi bir eğitimdir.
Epictetus

55-135

Sadece eğitimli olanlar özgürdür.
Hz. Ali

598-661

Bana bir harf öğretenin kölesi olurum.
Francis Bacon

1561-1626

Bilgi güçtür.
Galileo Galilei

1564-1642

Aslında bir insana bir şey öğretemezsiniz. Siz sadece ona kendi içinde olanı keşfetmesi için yardım edebilirsiniz.
Voltaire

1694-1778

Daha fazla okuyup daha fazla düşündükçe ve daha fazla bilgilendikçe hiçbir şey bilmediğime inancım daha da artıyor.
Lord Brougham

1778-1868

Eğitim insanlara liderlik edebilmeyi kolaylaştırır fakat sürükleyebilmeyi güçleştirir, yönetmeyi kolaylaştırır ama köleleştirmeyi imkansız kılar.
Jules Michelet

1798-1874

Politikanın ilk işi nedir? Eğitimdir. İkinci işi eğitimdir. Üçüncü işi eğitimdir.
Tehyi Hsieh

1884-??

Bir ülkenin okulları, o ülkenin geleceğinin minyatürüdür.
Anatole France

1844-1924

Bütünüyle öğretme sanatı sadece genç beyinlerin doğal merakını uyandırarak onların gelecekte de bu gereksinimlerini karşılayabilmektir.
Franklin D. Roosevelt

1882-1945

Kitaplar ateşle öldürülemezler. İnsanlar ölür, ama kitaplar asla ölmezler. Kimse ve hiçbir güç hafızayı yok edemez … Bu savaşta, biliyoruz, kitaplar silahlardır.

 

Gerek Tablo 1 den ve gerekse bu sözler için seçim yaptığım yerli ve yabancı özlü sözler kitaplarında[9], üzülerek belirtmeliyim ki, kadının eğitimine ilişkin anlamlı ve olumlu bir söze rastlayamadım. İşin ilginci, eğitimle ilgili olarak buraya alıntıladığım ve alıntılamadığım yüzlerce özlü söz “insan” sözcüğü ile değil “erkek” sözcüğü ile başlamaktadır.

Antik Çağ Yunan uygarlığına da kısaca göz atmak çağdaş eğitim konusunu değerlendirmek için yardımcı olacaktır. Antik Çağ Yunan şehir devletleri içinde özellikle Atina’da örgün çağdaş eğitim modelinin ilk örneklerine rastlarız.  Atina’da 6 yaşına kadar olan erkek çocuklar evde anne veya bir erkek köle tarafından eğitilirken, 6-14 yaş arasında erkek çocuklar mahalledeki kamu veya özel ilköğretim okullarına gönderilmekteydi. Dikkat edin ilköğretimde eğitim süresi sekiz yıl sürüyormuş. O günün üretim teknolojisi ile papirüse yazılı kitaplar çok pahalı olduğu için öğrenim yüksek sesle okuma ve ezberleme temeline dayandırılmıştı. Zengin olmayan öğrencilerin papirüse ulaşması mümkün olmadığından hafızaya kaydetme yöntemi olan ezberleme bilgiyi saklama ve korumanın en geçerli yolu olmuştur. Yazma için özel tabletler kullanılmıştır. Ancak bunlar papirüs değil, muhtemelen yaş killi topraklardı. Dönemin ilköğretiminde Homer’in şiir üslubu ile yazılmış eserlerinin ve müzik aleti lir’i çalmanın özel bir ağırlığı olmuştur.  Sadece erkeklerin öğretmen olduğu eğitim yapılanmasında bu iki konu dışında öğretilecekleri öğretmenler serbestçe belirlemişlerdir. İlköğretim sonrasında öğrencilerin büyükçe bir bölümü, gymnasium denilen dört yıllık okullara da devam ederlerdi. (Bilindiği üzere, bugün Almanya’daki akademik liseler için de bu isim kullanılmaktadır.) Bazı “gymnasium”lar eğitim kadroları büyük ün kazandığı için, diğer kentlerden bu okullara öğrenci akımı bile olmuştur. Bu dönemdeki eğitimde bedensel gelişme özel bir önem taşırdı. Beden eğitimine ağırlık verilmesinin nedeni de askeri eğitime bir anlamda hazırlıktı. Bu eğitim aşamasına felsefe dahil birçok konularda dahil edilmişti ve bu derslerin bir bölümü sofistler ve diğer şehirlerden gelen gezgin filozoflar tarafından verilebilmekteydi. M.Ö. 420 ye gelindiğinde eğitimin felsefi ve mantık boyutu göze çarpan nitelik kazanmaya başladığı için, kentteki gelenekçiler ile modernler arasında bir fikir çatışması yaşandı, gelenekçiler entelektüel eğitimin Atina’nın kültürünü ve askeri gücünü olumsuz yönde etkileyeceğini ileri sürerken, eğitimde ulaşılan nitelikleri savunan modern görüştekiler bu eğitimle Atina’nın daha da güçleneceğini savundular[10]. İlginç olan, bu tartışmaların yoğunlaştığı dönemin, Socrates’in (M.Ö. 469-399)verdiği eğitimin içeriğinden rahatsız olanların söylenmeye başladıkları dönemin olmasıdır. Socrates, birden fazla nedenle suçlanır, birincisi, sapkın bir mezhebe mensup olduğu, ikincisi gençlerin kafalarını kötü öğretiler yerleştirmeye çalıştığı savı ile onu topluma karşı tehdit olmakla suçlayarak kamu davası açılır[11]. Socrates, savunmasında jüriye, kendisini suçlayanların toplumu, kendisi ve öğretisi hakkında zehirlemeye yıllarca önce başladıklarını şu cümlelerle dile getirmiştir; “Onlar siz daha çocukken bu işe başladılar ve kafalarınızı şöyle söyleyerek gerçek dışı iddialarla doldurdular: ‘Sokrates adında bilge bir adam vardır ki, gökyüzü hakkında bir takım teoriler ileri sürer, yeryüzünün altındaki her şeyi araştırmıştır ve dahası kötüyü iyi gibi gösterme kabiliyetine sahiptir.’ İşte benim korktuklarım, beni bu gibi uydurma masallarla kirletenlerdir; çünkü onları dinleyenler, bu araştırmaları yapanların tanrıların varlığına inanmadıklarını düşünmeye yatkındır.[12]” Socrates’in bu cümlesinde dikkatinizi çekmek istediğim bir cümlecik vardır; “gökyüzü hakkında bir takım teoriler ileri sürer …” bu söylem tanrı tanımamayla ilişkilendirilir. Yargılanması sonucunda zehir içeceği bir ölüm cezasına çarptırılır. Socrates, belki de, gençlere verdiği eğitim nedeni ile ölüm cezasına çarptırılan ilk bilim adamı ve filozoftur. Socrates’ın ölüm cezasına çarptırılması, Atina’nın izleyen dönemde felsefe ve diğer bilim dallarında gerilemesine de yol açmıştır. Socrates’ın, gençlere verdiği eğitim için ücret almadığı da bilinmelidir[13]. Bu noktada Socrates’ın son sözlerinden bazılarını da size aktarmak isterim; “Ve şimdi Atinalılar! Beni mahkûm edenler için bir öngörüde bulunacağım, … Beni öldürmekle eleştirilerden kurtulacağınızı ve hayatınızın hesabını vermeyeceğinizi zannettiniz. Fakat sonuç sizin beklediğiniz gibi olmayacak, tam tersi olacak. … İnsanları öldürerek, yaşadığınızın kötü hayatın kınanmasından kurtulacağınızı sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Bu ne mümkün ne de onurlu bir kaçış yoludur. En kolay ve en onurlu yol başkalarını susturmak değil, fakat kendinizi geliştirmektir.[14]” İlerleyen çağlarda da örneklerine rastlayacağımız üzere, gökyüzü için kuram üreten ve açıklama getiren bilim insanları daima sapkınlıkla suçlanmış ve bağnazların ölüm tehdidi altında yaşamışlardır. Alıntı yaptığım bu kitap hakkındaki tanıtım yazıma dileyen okur http://www.hikmetulugbay.com/?p=94 adresinden ulaşabilir.

Atina’da askeri eğitim gymnasium sonrasında iki yıl süreli olarak verilmiştir. Atina devletinde kız çocukları okula gönderilmese de evlerinde özel eğitime alındıkları da bilinmektedir. Ancak, Antik ve Klasik Çağ Yunan döneminde kadınların sokağa çıkarken başlarını örtmek zorunda oldukları duraksamaya neden olmayacak şekilde bir çok belgede yer almaktadır[15]. Homeros’un İlyada ve Odysseia destanlarında kadınların baş örtmelerine ilişkin örnekler yer aldığı gibi, tanrıça Hera’nın, kocası Zeus’ü ziyarete giderken de saçlarını bir duvakla örttüğü kayıtlıdır[16]. Homeros, yaşadığı dönem (M.Ö. 8 inci yüzyıl) ile Truva savaşı (M.Ö. 13 üncü yüzyıl) arasında yaklaşık beş yüzyıl olduğu için kitaplarında, Truva Savaşının öyküsünü anlatsa bile yaşadığı çağın giyim-kuşam adetlerini yansıtmış olduğunu kabul etmek gerekir.

Dönemin diğer güçlü şehir devletlerinden Sparta’da, çocuklar doğduğunda kamu yetkililerince fiziki denetimden geçirirler ve sağlıklı bulunmayanlar ailelerin alınır ya ölüme terkedilir, ya da köle olarak yetiştirilirlerdi. 6-7 yaşlarına gelen erkek çocuklar askeri eğitime alınırlar ve 18 (veya 20 yaşında[17]) yaşında sınavdan geçirilir ve başarılı olanlar vatandaşlığa kabul edilirlerdi. Bu eğitim sırasında gençlere kültürel veya bilimsel hiçbir bilgi verilmediği belirtilmektedir[18]. Sparta’da kız çocukları da 6-7 yaşlarında evlerinden alınır ve onlara da beden eğitimi, güreş ve savaş sanatları öğretilen özel kurumlarda eğitilirlerdi[19]. Sparta’da kız çocuklarının bu şekilde bir eğitime alınması, sağlıklı ve güçlü bir bedene sahip kadınların daha sağlıklı çocuklar dünyaya getireceğine ilişkin anlayış da önemli rol oynamıştır.

Kız çocuklarına erkek çocuklarla eş değer eğitim vermeyen Antik ve Klasik Çağ Yunan eğitim modeli üzerindeki bu özet bilgilerden sonra şimdi de bu eğitim sisteminin ortaya çıkardığı ve dönemine damgasını vurmuş ve gerek o günkü Yunan uygarlığı ve gerekse günümüz uygarlığını etkilemiş Yunanlı bilim, düşün ve yazın insanlarının kısa bir listesine göz atalım. Aslına bu listeyi çok daha geniş olarak da sunmak olasıydı, ancak görsel olarak sunmadaki güçlükler nedeni ile bu boyutta tutmayı seçtim. Bu isimler Tablo 2 de yer almaktadır.

Tablo 2 de yer alan bazı isimlerle, örneğin Pythagoras, Euclid daha lise yıllarında tanışmıştık. Yine bu isimlerden bazılarının tiyatro eserlerini sahnelerimizde izlemiştik. Ayrıca bu isimlerden bazıları değerli ve saygın Millî Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel’in ülkemize kazandırdığı dünya klasikler serisinde de yayınlanmıştır.

Bu noktada hemen altını çizmek gerekir ki bu gibi listelere, Antik Çağ Yunan görkemli mimarisinin mimarları, mühendisleri ile ünlü heykellerini yapan sanatçıların isimleri dahil değildir.  

Bu isimlere ve aynı dönemde yaşamış diğer düşün ve yazın insanlarına, mimarlarına, mühendislerine ve heykeltıraşlarına bakıldığında, insanın aklına doğal olarak şu sual geliyor; “Tanrı yetenekleri kadınlar-erkekler, coğrafyalar, uluslararasında ve zaman dilimleri itibariyle adaletsiz mi dağıtıyor?” Sorunun yanıtı bana göre, hayır, Tanrı ne kadın-erkek, ne coğrafya, ne ırk ve ne de zaman dilimi bakımından ayırımcılık yapmıyor. O, yetenekleri tüm insanlara, coğrafya, ırk ve zaman dilimi ayırımı yapmaksızın eşit ve adil olarak dağıtıyor. O zaman insanın aklına diğer sual geliyor; neden diğer uluslar benzeri sayıda yeteneği yetiştirip insanlığın hizmetine sunamıyor? Bunun yanıtı da bana göre tümüyle eğitim sistemlerinin yeteneklerin filizlenip, gelişmesine izin verip vermediği ile ilgilidir. Aşağıdaki listede Sparta devletinde yetişmiş bir isim yok! Bu benim isimlerini yazmamamdan kaynaklanmıyor. İki şehir devletinin eğitim sistemlerinin doğal sonucudur.

Tablo 2

Antik Çağ Yunan Uygarlığının yetiştirdiği bilim, düşün ve yazın insanlarından örnekler ve yaşadıkları dönem (M.Ö.)

İsim Ünü Yaşadığıyıllar İsim Ünü Yaşadığıyıllar
Solon Devletadamı 638-559 Sappho Kadınşair 612-???
Pythagoras Matematikçive fizikçi 582-500 Xeno-phanes Filozof 570-475
Anacreon Şair 570-480 Heraclitus Filozof 540-480
Themis-tocles Devlet adamı 528-462 Aeschylus Şair vedramatist 525-456
Pindar Şair 518-438 Sophocles Trajediyazarı 495-406
Euripides Trajik şair 485-406 Heredotus Tarihçi 485-425
Protagoras Sofistfilozof 485-410 Hippo-crates Doktor 460-377
Socrates Filozof 469-399 Democritus Filozof 460-370
Thucydides Tarihçi 460-400 Aristo-phanes Şair veKomediyazarı 450-385
Plato Filozof 428-348 Aristotle Filozof veİskender’inöğretmeni 384-322
Euclid Geometribilimci 300 ler Archi-medes Matematikve fizikçi 287-212

 

Sparta dışında kalan başta Atina olmak üzere Yunan ve İonia kent devletleri kadınların sahip olduğu yetenek potansiyelinden yararlanmaksızın bu değerli insanların ortaya çıkabilmesine eğitim modelleri ile zemin hazırlamıştır. O potansiyelden kadınlar da yararlanabilmiş olsa idi, sonuç insanlık açısından şüphesiz çok daha muhteşem olabilirdi.

Roma medeniyeti, Antik Çağ Yunan medeniyetini geniş ölçüde benimsemiş ve onun üzerine kendi yeteneklerini yetiştirmiştir. Onların isimlerini de burada ayrıca saymayacağım.

Bu noktada anılmaya değer bir bilgi de Antik ve Klasik Çağ’da Çin’de de çok saygın filozofların yaşayıp insanlık mirasına dahil olduklarıdır. Bunların en bilinenleri ise filozof ve Taocu felsefenin kurucularından kabul edilen Lao-Tzu (604-531), filozof Konfüçyüs (541-479) ve Taocu felsefenin diğer kurucusu olarak kabul edilen Chuang-Tzu (369-286) dur. Bunlara birçok isim daha eklemek mümkündür.

M.Ö. 500 lü yıllardan sonraki dönem aynı zamanda Tevrat’ın aşama aşama yazıldığı çağdır. Bu dönemde ve sonrasında bu inanç sahipleri arasında da bağnazlık, hoşgörüsüzlük ve diğer inançlara karşı baskıcı tutum yaygın olmuştur. Bu bağlamda on iki kabilenin kendi iç savaşları olduğu kadar, komşu halk Filisti’lerle yapılan sayısız savaşlar anımsanmaya değer. Bu inanç çerçevesinde kadının başının örtülmesine ilişkin kurallar, Tevrat’ta değil, Talmud’da diğer bir deyişle Yahudi dini hukuku ile ilgili kuralları içeren kitaplarda yer almaktadır. Bir örnek vermek gerekirse “… geleneksel Yahudi uygulamasına göre, kadına başı açık bir şekilde dışarı çıkması yasaklanmıştır.[20]

Tablo 1 i değerlendirirken belirttiğim üzere, M.S. 1 inci yüzyıl ile Rönesans sonrasına kadar geçen sürede benim saptayabildiğim kadarı ile eğitim üzerinde düşünce dile getiren olmamıştır. Ancak kimse bu konudan bahsetmemiş olsa da bu dönemi kısaca incelemeden geçmemek gerekir.

Birinci yüzyıl, Hıristiyanlığın yayıldığı ve Kilise yapısı altında örgütlenmeye başladığı dönemdir. Bu dönemde Pavlus’un Korintoslulara yazdığı mektupta kadınlara başları örtülü dua etmelerini bildirmiştir. Mektubun ilgili cümleleri şöyledir; “Fakat bilmenizi isterim ki, her erkeğin başı Mesih, ve kadının başı erkek ve Mesih’in başı Allah’tır. Başı örtülü olarak dua eden, yahut peygamberlik eden her erkek, başını küçük düşürür. Fakat başı örtüsüz olarak dua eden, yahut peygamberlik eden her kadın başını küçük düşürür; çünkü tıraş edilmiş olmakla bir ve aynı şeydir. Çünkü eğer kadın örtünmüyorsa saçı da kesilsin; fakat kadına saç kesmek, yahut tıraş olmak ayıp ise örtünsün. Çünkü erkek, Allah’ın sureti ve izzeti olduğu için başını örtmemelidir; fakat kadın erkeğin izzetidir. Çünkü erkek kadından değil, fakat kadın erkektendir; çünkü erkek de kadın için değil, fakat kadın erkek için yaratıldı.[21] Böylece Hıristiyan kadınlar arasında başı sadece dua ederken değil günlük yaşamda da örtme her geçen gün yaygınlaşmıştır ve Kilise bunu başlangıçta sadece özendirmişse de sonra zorunlu hale getirmiştir.

İlk iki yüzyılda, Kilise güçleninceye kadar göreceli olarak laik yaklaşım içinde oldu ise de, daha sonra çok tanrılı dinlere olduğu kadar, Hıristiyanlık içinde çıkan diğer mezheplere ve Yahudiliğe karşı da hoş görüden uzaklaşıp sertleşmeye ve onları yok etmeye başlamıştır. Batı Kilisesi İncil’in Latince dışında yazılmasını ve okunmasını yasaklamıştır. Oysa İncil’in orijinal dili Aramice’dir. Batı ve Doğu Kiliseleri gelişip güçlendikçe toplumdaki eğitimi ve toplumsal davranışları da denetlemeye başlamışlardır.

Bu baskı ve yok etmeye yönelik sizlere ilk sunmak istediğim olay, İskenderiye’li kadın matematikçi, astronom ve yeni Platoncu felsefenin önde gelen isimlerinden Hypatia’nın öldürülmesidir. İskenderiye M.Ö. 330 yılında İskender tarafında kurulmuş bir Yunan kenti olup, izleyen yıllarda bilimde ve kültürde Atina’yı bile geride bırakacak düzeye ulaşmış bir uygarlık merkezine dönüşmüştür. Hypatia aynı zamanda, yarım milyona yakın kitaba ev sahipliği yapan İskenderiye Kütüphanesi’ni de yöneten bilim insanıdır.  420 li yıllarda yarım milyon kitap çok büyük bir sayıdır. Kaldı ki, bu kitap sayısı daha önceki dönemlerde Kütüphane’nin yağmalanmasından sonra geri kalan boyuttur. Bu kütüphanenin kitap varlığı içinde Kleopatra VII (M.Ö. 69-30) nin Sezar’dan sonraki sevgilisi Antonius’un Efes kütüphanesinden götürdüğü belirtilen iki yüz bin kitap ve belgenin de yer aldığı belirtilir. İskenderiye kentinin nüfusu, Yahudi, Nesturi, Aryanlar, Katolik, Ortodoks ve diğer inanç gruplarından oluşuyordu. Kent’e 412 yılında Başpiskopos olarak atanan Cyril, mezhepler ve dinler arası sürtüşmeleri tahrik edenlere karşı çıkmayarak ve hatta el altında destek çıkarak bir ayaklanmaya da neden olmuştur. 415-416 yıllarında çıkarılan bu ayaklanmalarsırasında büyük bir katliam yaşanmış ve ayaklanmacılarca hedef alınanlar (veya gösterilenler) arasında Hypatia ve İskenderiye kütüphanesi de yer almış ve ayaklandırılanlar Hypatia’yı öldürdükten başka cesedin parçalara ayırmış, yakmış ve İskenderiye kütüphanesini de ateşe vermişlerdir[22]. Bu olaylar ile tarihe geçen ikinci büyük kadın matematikçi ve astronom öldürüldüğü gibi insanlığın büyük bilgi hazinelerinden birisi olan İskenderiye Kitaplığı da yok edilmiştir. Hypatia’nın geliştirilmesine katkıda bulunduğu araçlar arasında astrolap ve hydroscope da yer almaktadır. Diğer inançlara ve bilimsel araştırma ve öğretiye saldırı sadece bundan ibaret değildir. Tarihte birçok benzeri olay yaşanmıştır. Yeni örneklere birazdan değineceğim. Burada bilinmesi gereken diğer bir husus ise, Cyril’in ölümünden sonra Kilise tarafından “Aziz” ilan edildiğidir. Düşünün ki, Kilise, bir bilim insanın öldürülmesine ve insanlık tarihinin en zengin kütüphanesini yaktıran kişiye Azizlik unvanı veriyor, bu kurumun gelecekte bilim insanlarına neler yaptığını da ayrıca göreceğiz. Ancak hemen burada belirtmeliyim ki, Hypatia’dan sonra yeni bir bilim kadını görebilmesi için insanlığın Marie Curie’ye (1867-1934) kadar 15 yüzyıla yakın bir süre geçmesini beklemesi gerekecektir.

Orta Çağ Avrupa’sında eğitim tümüyle Kilise’nin elinde idi. Bu eğitimin amacı rahip yetiştirmek ve bunun yanında çocuklarına eğitim vermek isteyen asil ve varlıklı ailelerin gereksinimini karşılamaktı. Bu okullardan yetişen birçok kişi devrin Krallıklarının yönetim kadrolarında da görev almışlardır. Bu dönemde açılan ve o dönemin üniversiteleri olarak adlandırılabilecek kurumlar da dinsel temelli idi ve dine dayalı eğitim vermekteydi.

İslam dini ile birlikte, başlangıçta Araplar, kendi coğrafyaları dışındaki ülkeleri fethettiklerinde bu ülkelerde ele geçen yazılı ve bilimsel eserlere ki bunların arasında Antik ve Klasik Çağ Yunan eserleri de vardı yaşam hakkı tanımamışlardır[23]. Bu konuda daha fazla bilgi edinmek isteyenler, Erdoğan Aydın’ın “Nasıl Müslüman Olduk?” isimli kitabına ve İslam’ın Kuzey Afrika ve İspanya’ya yayılmasına ilişkin tarih kitaplarına başvurabilir[24]. İspanya’daki Endülüs Arap hakimiyeti çöktüğünde yerleşik halkın yeniden Hıristiyan yapılması da büyük bir baskı ve can kaybına yol açmıştır. İslam dünyasının Antik ve Klasik Çağ Yunan eserleri ile diğer eserleri ancak 700 lü yılların sonlarından itibaren Arapçaya çevirip öğrenip bu konular üzerinde eserler vererek katkı yapmaya başlamışlardır. Bu gelişme de, 8-9 uncu yüzyılda Mutezile adı verilen akla dayalı bilimsel bir akımın Arapların yönetimde söz sahibi olması ile gerçekleşmiştir. Bu süreç 11 inci yüzyıl sonlarında Gazali’nin önceleri bilimselliğe verdiği destekçi yaklaşımlarından vazgeçerek akla dayalı ve bilimsel yaklaşımlara karşı çıkmasına değin dört asır boyunca devam edebilmiştir[25]. Bu bağlamda, Mutezile akımı konusunda şu bilgiyi de aktarmak isterim; 9 uncu yüzyılda Abbasi halifelerinden Memun döneminde Bağdat’ta kurulan Beyt-el Hikme (Hikmet Evi) bir araştırma ve çeviri merkezi görevini yerine getirmiştir. Antik Çağ Yunan’ının felsefe, astronomi, fizik, geometri alanlarındaki kitapların çoğu burada Arapçaya çevrilmiştir ve birçok yere dağılmıştır[26]. Bu aydınlanma döneminde İslam bilimsel çalışmaları Ömer Hayyam, ibn-i Heyzem, el Razi, ibn-i Sina, ibn-i Rüşd, al-Zarkali ve Mansur ibn-i İlyas gibi birçok bilim adamının öncülüğünde sürdürülmüş ve Avrupa’nın ileriki yıllardaki bilimsel çalışmalarına örnek olmuş ve belge bırakmışlardır. 12 yüzyıl başlarından itibaren İslam dünyasının bilimselliğe kapılarını kapattığını önce yavaşlama ve sonra da gerileme döneminin başladığını gözlemliyoruz.  Gerek bu döneme ve gerekse sonrasına ilişkin olarak hem Hıristiyan ve hem de İslam dünyasına ait çok zengin bilgi, belge ve analizler Cengiz Özakıncı’nın “İslam’da Bilimin Yükselişi ve Çöküşü 827-1107” isimli kitabında bulunmaktadır. 12 inci yüzyıl öncesinde Kur’an’ın Türkçe’ye çevirileri yapılmış ise de izleyen dönemde bu çeviriler ortadan yok olmuştur. Bu konudaki gelişmeler için diğer değerli bilgi kaynağı yine Cengiz Özakıncı’nın “Dil ve Din” isimli kitabıdır. İslamiyet’in kabul edildiği ülkelerde de kadınların örtünmesi gerektiği söylene gelmiştir. Prof. Dr. Zekeriya Beyaz, “İslam ve Giyim Kuşam” isimli kitabında şu hususları belirtmektedir; “İslam Peygamberi’nin vefatını izleyen ilk yıllardan sonra başlayarak, İslam tarihi boyunca Müslüman kadınlara çok büyük ve çok çeşitli haksızlıklar yapılagelmiştir.[27]” Beyaz ayrıca şu açıklamayı da getirmiştir; “Özellikle Emevi devrinden başlayarak, İslam tarihi boyunca Müslüman kadınlara İslam dışı aşırı bir tesettür –örtünme- uygulanmıştır. Hanefi ulemasının kadınların el ve yüzlerinin görünmesinin caiz olduğuna dair hüküm vermelerine karşılık, diğer mezheplerin çoğunluk alimleri kadınların el ve yüz ile birlikte bütün vücutlarının örtülmesi gerektiğine, kadının her hangi bir yerine bakılmasının haram olduğuna dair fetvalar vermişlerdir. Bu alimler kadınların dünyaya sadece bir tek gözüyle bakabileceklerini hükme bağlamışlardır. … Bununla da yetinilmemiş, kadınlar evlere kapatılmış, çok mecbur olmadıkça dışarı çıkmaları engellenmiş, sosyal hayattan soyutlanmışlardır.[28]” Böyle bir anlayışın hüküm sürdüğü bir toplumda kız çocuklarının öğrenim görmeleri olasılığı da asırlar boyu engellene gelmiştir.

Avrupa diğer bir deyişle Hıristiyan dünyası 14 üncü yüzyılda başlayan ve 16 ıncı yüzyıl sonuna kadar devam eden Rönesans dönemine girmiştir. Bu dönemde eski Yunan sanatına ve kültürel birikimine dönmek ve dinsel yaşamda da insanı merkeze almak anlayışı güç kazanmıştır. Bu bağlamda, Antik ve Klasik Çağ Yunan eserleri Arapçadan veya orijinal metinlerinden Latinceye çevrilmeye başlamıştır. Zira Latince Kilise’nin İncil için kabul ettiği ve dolayısı ile eğitiminde kullandığı dildir.

Ancak bu sürecin başlaması, Kilise’nin akıl ve bilim üzerindeki baskılarının son bulması anlamına gelmiyordu, aksine bu dönemde de baskı eskisinden de şiddetli olarak devam etmiştir. Johann Gutenberg’in 1400 lü yılların ortalarına doğru matbaayı Avrupalılaştırması (bu deyimi kullandım çünkü bildiğiniz üzere matbaa asırlarca önce 8 inci yüzyılda Çinliler tarafından bulunmuştur), Avrupa’da bilginin yayılmasında önemli bir rol oynamıştır. Gutenberg 1454 yılında İncil’i Latince olarak basmıştır. İngiliz John Wycliffe’in (1329-1384) dünyanın yaratılışına ilişkin ileri sürdüğü görüşler Kilise tarafından sapkınlık olarak kabul edilmiştir. Wycliffe, ölümünden iki yıl önce İncil’i İngilizce’ye çevirmiştir. Constance Konseyi (1414-1418), Wycliffe’i ölümünden yıllarca sonra 4 Mayıs 1415 günü, görüşleri ve İncil’i İngilizce’ye çevirmesi nedeni ile sapkın ilan etti, İncil’ini yasakladı ve kitaplarının yakılmasına karar verdi ve ayrıca mezarının açılmasına karar verdi. Mezarı 1428 de Papa Martin V in emri ile açıldı kalıntıları yakıldı ve külleri nehre atıldı[29].  Wycliffe’in yaşadığı bu süreç İncil’in Latince dışındaki dillere çevrilmesini bir yüzyıldan fazla bir süre ile geciktirdi.

Martin Luther’in 1522 yılında İncil’i Almancaya çevirmesi yeniden büyük tepki ve tartışmalara yol açmıştır. Matbaanın Avrupa’ya gelmesi ve İncil’in ana dillere çevrilmesi Kiliseyi ciddi şekilde rahatsız etmiştir. İngiltere Başpiskoposu Kardinal Wolsey’in Papa’ya gönderdiği mektupta yer alan bilgiler bu bakımdan çok ilginçtir; “Matbaanın bulunmasıyla kitap yayınlarının çoğaldığı ve eğitim-öğretimin geliştiği doğrudur; fakat aynı zamanda fikir ve görüş ayrılıklarının oluştuğu da bir gerçektir. Bunun sonucu olmak üzere, kişiler, Kilise’nin yerleştirdiği iman ve akideler konusunda düşünmeğe ve sorular sormaya başlamışlardır. Din kitaplarını okuyor, anlıyor ve kendi anladıkları dilde ibadet ediyorlar. Bu nedenle kendi kendilerine din adamlarına gerek bulunup bulunmadığı sorusunu sormaları söz konusudur. Eğer herkes kendi bildiği dilde ve kendi anladığı şekilde Tanrı’ya ibadet etmeye kalkışacak olursa … Böyle bir durum bizim mensup bulunduğumuz din adamları sınıfının çok zararına olur. Din esaslarının din adamlarının dışında hiç kimse tarafından bilinmemesi koşul olmalıdır. …[30]

Kardinalin dinsel ağırlıklı bile olsa eğitimin yaygınlaştığından ve yol açacağı tehlikelerden bahsettiği bu mektubu yazdığı tarihlerde Avrupa’da büyük kentlerdeki yetişkin nüfusun yüzde 50 sinden azı ancak okur-yazar sayılıyordu ve daha küçük kentlere gittikçe okumaz-yazmaz oranı yüzde 50 den yüzde 95 e kadar çıkıyordu[31].

Ortaçağ ve sonrasındaki Avrupa’nın mutlakıyet rejimleri halkın yaygın eğitim almasını düşünmek ve kaynak ayırmak bir yana, sınırlı sayıda iyi yetişmiş kamu görevlisi ile yetinme eğiliminde olmuşlardır. Asiller ve zenginler kendi çocuklarını, özel öğretmenleri para karşılığı çalıştırarak, özel eğitim görmelerini sağlamışlardır. Sıradan halk, çocuklarını eğitim görebilmeleri için tek seçeneğe sahipti Kilise okulları veya cahil kalmasını kabul etmek durumunda idi. Devletlerin kamu okulları açarak yaygın ve bedelsiz bir eğitim verme niyetleri olmadığı gibi öğretmen yetiştirme gibi bir düşünceleri de yoktu. Halk, Krala sadık ve cahil uyruk olarak kalmalıydı.

Ülkelerin halkın eğitimini düşünülmeye başlaması, Fransız Devrimi yanında, sanayi devriminin ortaya çıkaracağı rekabetle ilişkili insan gücü gereksinimini bekleyecekti. Nitekim aşağıdaki örneklerden de görüleceği üzere halkın kamu okullarında eğitim görmesi 1800 lü yıllarda devletlerin gündeminde yavaş yavaş yer almaya başlamıştır.

Fransız eğitimciler, eğitim sistemlerinin başlangıcını Charlemagne’a kadar geri götürme eğiliminde olmakla birlikte, Fransız Devriminden önce eğitim kesinlikle Katolik Kilisesi tarafından ve katı denetim altında yürütülüyordu. Bu uygulama çerçevesinde kızların erkeklerle birlikte okullara gitmeleri söz konusu olmadığı gibi, kızların eğitimleri ev işleri ve dinsel amaçlara dönük olarak yürütülüyordu. İlginç bir şekilde 1789 Fransız Devriminin önde gelen lider kişilerinden Talleyrant, Mirabeau ve Lavoisier kadın eğitiminin eve yönelik olmasını savunmaya devam etmişlerdir. Devrimin lider kadrosundan sadece Condorcet kızların da erkeklerle eşit eğitim almaları gerektiğini savunmuştur[32]. Neticede uygulanan eğitim programlarında okula devam eden kız öğrenci sayısı erkeklerin çok gerisinde kalmıştır. I. Napoleon döneminde Eğitim Bakanı Guizot görevde iken Haziran 1803 tarihinde çıkarılan bir yasa ile halkın geneline açık ancak paralı ve sadece erkekler için tek bir ilköğretim okulu açılmıştır. Kızlar için paralı ilköğretim okulu 1850 yılında çıkan Falloux yasası ile açılabilmiş ve kızların ortaöğretim kurumlarına devamı ise Aralık 1880 de çıkarılan Camille Sée yasası ile mümkün olabilmiştir. 1849 yılında Fransa’da laik eğitimi kararlılıkla savunanların başını Edgar Quinet çekmiştir. Quinet 1849 yılında yayınladığı “Halkın Eğitimi” kitabında “Birbirinden farklı Kiliselerin arasında çelişmelere karşın, toplumun varlığını sürdürmesi için, genç kuşakların, bu iman ve dogma konusunda çarpıcı farklılıklara karşılık, toplumun bütün üyelerini tek bir aile olduğunu öğrenebilecekleri bir yer olmalı. Oysa, katı inançlar ve Kiliselerin zıtlaştıkları ortamda, birliğin, barışın ve uygar uyumun öğrenildiği yer, laik okuldur.[33] Roma Kilisesi eğitimin devlet denetimine geçmesi ve laikleşmesine yönelik direncini sürdürmek istemiştir. Ancak İtalyan Birliğinin kurulmasına yönelik mücadeleler karşısında Kilise kendi varlığını koruma endişesi içine düşmüştür. Bu gelişmelerin ardından Fransız Eğitim Bakanı Jules Ferry 1881 de parasız eğitimi yasalaştırmış ve izleyen yılda laik eğitimi zorunlu hale getirmiştir.

1806 da Prusya ordularının Fransa’ya yenilmesi üzerine, Kral Frederick William III halkın eğitimine büyük önem verme gereğini duymuştur ve 1830 a gelindiğinde Prusya’da okur-yazar olmayan nüfus yüzde 1 in altına inmiştir. Prusya deneyimi diğer Alman Prenslikleri için de örnek olmuş ve oralarda da eğitime önem verilmiştir. Okur-yazarlığın yaygınlaştığı bu dönemde 1830 lara gelindiğinde Prusya’da halkın çok fazla bilgilenmesinden endişe de duyulmaya başlamış olmalı ki, Eğitim Bakanı Altenstein halk okullarındaki eğitimin “sıradan halkı onlara Tanrı ve toplum tarafından belirlenen çerçeveden yukarı” çıkmaması gerektiğini söyleyivermiştir. 1848 İhtilallerinin tüm Avrupa’yı kasıp kavurması üzerine halk kitlelerinin eğitilmesinin yararları konusunda bazı kafalarda soru işaretleri belirmiştir. Bunu en belirgin biçimde dile getiren Prusya Eğitim Bakanı von Raumer olmuştur. Raumer 1854 yılında bir yönerge çıkarmıştır. Buna göre, öğretmenlerin görevleri disiplin, düzen ve otoriteye itaati sağlamak olacağını belirtmiştir. 1872 yılına kadar uygulamada kalan bu yönerge uyarınca eğitime sabahları dini içerikli derslerle başlanacak sonra da okuma, yazma, aritmetik ve şarkı söyleme öğretilecekti. Alman İmparatoru II. Wilhelm 1889 yılında eğitime yönelik olarak şunları söylemiştir; “Bir süredir, yaygınlaşmakta olan sosyalist ve komünist düşüncelerle mücadelenin, okulların çeşitli sınıflarında verilecek eğitimle yürütülmesinin faydalı olacağını düşünmekteyim. Başlangıç olarak, okullar, Tanrı ve ülke sevgisini yerleştirerek politik ve sosyal ilişkilerin sağlıklı temeline yönelik düşünce yapısını oluşturmalıdır.[34]” İmparator bir yıl sonra 1890 da ayrıca şunları da vurgulamıştır; “Tarih eğitiminde, gençlerimize sosyal demokrasi öğretilerinin, sadece uhrevi emirlere ve Hıristiyan ahlakına aykırı olduğunu değil aynı zamanda gerçekte ulaşılmasının mümkün olmadıklarını, birey ve toplum için tehlikeli olduklarını öğretmeliyiz.[35]” 19 uncu yüzyıl Almanya’sının diğer anımsanması gereken boyutu da kadınlara yönelik baskı uygulamalarıdır. Alman yönetici sınıfı en az sosyalizmle mücadele ettiği kadar kadınları bağımlı konumda tutmak için de uğraşmıştır. Bu bağlamda, çıkarılan yasalar, akçalı ve moral baskılar ile devlet, toplum ve özel yaşam alanlarında erkek egemenliğinin sürdürülmesine özen gösterilmiştir[36]. Hemen tüm Almanya’da, I. Dünya Savaşı öncesine kadar, kız çocuklarının, erkeklerin devam ettiği gymnasium (lise) düzeyi eğitim kurumlarına devam edebilmesi mümkün değildi ve esasen böyle bir okulda yoktu. Bunun yerine Prusya’da 1896 yılında açılan lise dengi okulu bitirenlere, gymnasium dengi eğitim aldıklarına ilişkin belge verilmeye başlanmıştır. Ancak kızların ilkokul sonrasında bazı konularda bilgi edinebilmesi için ortaokul benzeri kurumlar vardı, ancak bunlara fazla önem ve değer verildiği de söylenemez.

Şimdi yeniden kısaca Ortaçağa dönerek önemli bir konuyu daha ele almak uygun olacaktır. İnsanların akıl ve bilim rehberliğinde inançları dahil her türlü bilgiye erişmeleri ve bu konuda araştırmalar yapmaya çalışması Ortaçağ karanlığı içinde yüz binlerce insanın engizisyon mahkemelerinde yargılanıp canlı olarak yakılmalarına kadar uzanan bedeller ödenmesine de neden olmuştur. Engizisyon uygulamasının temelleri Papa Lucius III ün 1184 yılında İmparator Frederick ile birlikte uygulamaya koydukları “sapkınları baskı altında tutma programı” ile atılmıştır. 1231 tarihinde Papa Gregory IX engizisyon uygulamasını kalıcı kılmış ve sapkınlara ölüm cezası verilmesi kuralını da koymuştur. Sapkın tanımına çok tanrıya inanlar, cadı olduğu söylenenler, Hıristiyanlığın aykırı kabul edilen tarikatlar, Müslümanlar, Yahudiler, diğer inançlar, özgür düşünceyi savunanlar, Hıristiyanlıktan başka dinlere geçenler, tanrı tanımazlar, dinsel konularda saygısız konuşanlar da dahil edilmiştir. Bu kararlar sonucunda yüzyıllar boyunca milyonlarca insan gerek Avrupa’da, Haçlı seferlerinin uzandığı coğrafyalarda ve Avrupa’nın keşfederek ele geçirdiği Afrika ve Amerika kıtalarında yakılarak veya asılarak öldürüldüler.

Bu süreçte akıl ve bilim yolunda gitmek isteyen bilim adamları da paylarına düşen ağır bedeli ödediler. İtalyan Giordano Bruno (1548-1600), Katolik Kilisesi’nin evrene, aya, güneş ve yıldızlara yönelik görüşlerini çürüten bilimsel saptamalar yapması üzerine, Kilise tarafından dinden sapmakla ve hatta çıkmakla itham edildi, yargılandı ve 1600 yılında Roma’nın “Çiçekler Meydanı”nda yakılarak idam edildi. 300 yıl sonra yakıldığı meydana anıtı dikildi[37].  Bruno’nun evrenle ilgili olarak dile getirdiği ve Kilise’yi kızdıran sözlerinden birisi de “Evrende ne bir merkez ne de sınır vardır.[38]” Anımsadığınız üzere Socrates için yapılan suçlamalardan birisi de gök ile ilgilenmek ve araştırma yasmaktı.

İtalyan astronomi ve fizik bilimcisi Galileo Galilei (1562-1642) yaptığı bilimsel çalışmalar sonucunda dünyanın döndüğü savını destekledi ve 1632 yılında yayınladığı “İki Büyük Yer Sistemi (Ptolemaios ve Kopernik Sistemleri) Üzerine Konuşmalar” isimli kitabında açıkladığı düşünceleri ve özellikle Kopernik’i savunması nedeni ile 1633 yılında Kilise tarafından yargılandığında, Kopernik’i destekleyen görüşlerinden vaz geçtiğini kabul ederek ancak hayatını kurtarabildi.

Bu iki örnek dahi, bilimsel çalışmalar din adına savunulan görüşlere ters düştüğünde bilim insanlarının ne bedeller ödediklerini açıkça göstermektedir. Doğal olarak Kilise’nin bu tutumu bilimle uğraşmak isteyenlerin önemli bir bölümünü de caydırmış oldu.

Bütün bu sürecin yaşandığı ve Kilise’nin geçmişten beri bilimce kanıtlanan birçok gerçeği reddettiği ve ölümle cezalandırdığı ortamda Avrupa’da eğitim-öğretim geniş ölçüde Kilise’nin denetiminde kalmaya devam etti ve Kilise’nin okullarında sadece onun uygun gördüğü bilgilere yer verildi. Yukarıda da değindiğim üzere, asil ve burjuva ailelerinden bazı çocuklar aileleri tarafından özel öğretmenler tutularak eğitildi. Avrupa Devletin okul açması ve eğitimi laikleştirmesi, yukarıda da belirtildiği üzere, aydınlanma döneminden sonra gerçekleşebilmiştir. Avrupa’da aydınlanma hareketi, eğitimin kısıtlı ve baskı altında olduğu dönemde öğretim alabilenlerin bilimsel gerçekleri savunmaları ile başlayabildi. Eğitim Kilise’nin egemenlik alanından devletin hükümranlık alanına ancak, yukarıda açıklandığı üzere sıkıntılı bir ortamdan sonra Fransız İhtilali’ni izleyen dönemde geçebildi ve zaman içerisinde de laikleşme sürecine girdi.

19 uncu yüzyılın sonlarına kadar Avrupa’da meslek öğrenimi Lonca’larda usta çırak ilişkisi içinde gerçekleşmiştir. Bu sistem de geniş ölçüde tutucu bir şekilde işlemiştir.

Bu süreç içerisinde devlet bütçesinden kaynak ayrılarak halkın eğitilmesini savunan ilk politikacı ve devlet adamı ABD Başkanı John Adams (1735-1826) olmuştur. 1785 yılında yaptığı bir konuşmada “Halk kendi eğitim sorumluluğunu üstlenmeli ve masraflarını da karşılamalıdır. Ülkede, yardım kuruluşlarınca desteklenen değil kamu harcamaları ile finanse edilen bir mil kare okulsuz alan kalmamalıdır[39]”. Başkan’ın bu önemli açıklamasına rağmen ABD’de kız öğrenciler, 1830 lardan önce yüksekokul ve üniversitelerin kapısından girebilme şansını elde edememiştir. O tarihten sonra bile 20 nci yüzyılın başına kadar çok az sayıda kız öğrenci bu kurumlara kabul edilebildiler[40]. Bu bağlamda fen bilimlere ilişkin eğitim alabilmeleri de çok gecikmeli olmuştur.

Avrupa’da bu gelişmeler yer alırken Osmanlı Devleti döneminde yer alan gelişmelere de kısaca göz atmak Cumhuriyet dönemine gelene değin dünyada ve Osmanlı Devletinde yer alan eğitim yapılanmasına yönelik özet turu tamamlayabilmek için gereklidir. Osmanlı Devleti, İslam’da İçtihat kapısının kapanmasından sonra yaşama geçtiği için matematik, fizik, kimya ve biyoloji gibi fen bilimleri alanlarında kayda değer hiçbir bilimsel çalışma yapamadığı gibi dünyada öncü rol de oynayamamıştır. Eğitim sistemi de çok geniş ölçüde dinsel temele dayandırılmış ve fizik, kimya ve biyoloji gibi konuların öğretilmesi için Tanzimat sonrasının beklenmesi gerekmiştir. Şimdi bu döneme kısaca göz atalım.

Türk Maarif Tarihi isimli eseri yazan Osman Ergin, İstanbul’un fethinden Cumhuriyete değin uzanan eğitim tarihimizi üç ana başlık altında toplar. Bunlardan ilkinin 1453-1918 e kadar olan dönemini “Araplaşma ve skolastik (dinsel) eğitim devri” olarak belirttikten sonra ikinci aşamayı da yine bu dönem içindeki 1773-1923 zaman dilimini “Garplılaşma” (batılılaşma) ve yenilik devri olarak isimlendirir. Üçüncü dönem olarak 1923-1939 dönemini de “Türkleşme ve milliyetçilik” aşaması olarak tanımlar[41].

Araplaşma ve dinsel temelli eğitim döneminin özelliği, 1453 yılından itibaren İstanbul’daki daha sonra diğer bazı büyük illerdeki Camilerin yanındaki tek bir odada açılan ve “Sübyan Mektebi (Çocuk Okulu)” olarak isimlendirilen ve 5-6 yaşındaki erkek ve kız çocukların (çoğunlukla erkek çocukların) gönderildiği okullardı. Bu okullarda ders dili Arapça olup, Kur’an okuma, dini uygulama, namaz sureleri, biraz da yazma öğretilirdi. Kız çocuklarının bu düzeyden üst okula devam etmesi söz konusu değildi[42]. Okullarda Türkçe’nin kullanılmaması ve sadece Arapça eğitim verilmesi nedeni ile bu döneme Osman Ergin Araplaşma dönemi adını vermiştir. Osmanlı’ca dediğimiz melez dilde önemli bir paya sahip olan Farsça dahi Medreselere ancak III Ahmet’in (1673-1736) 1703 de tahta çıkmasından çok sonraları damat İbrahim Paşa zamanında (1724-1736) döneminde girebilmiştir[43]. Türkçe’nin eğitim içinde yer alması için 1839 Tanzimat Fermanı ve nihayet 1908 Devriminden sonrası beklemek gerekmiştir. Osmanlı Devleti, belki de insanlık tarihinde kendi dilinde eğitim vermeyen (1839-1453=386 yıl veya 1908-1453=455 yıl) tek devlet ve ülke olmuştur. Sübyan mekteplerinden sonra erkeklerin devam edebileceği eğitim kurumları medreselerdir. Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu izleyen dönemde medreselerin çeşitli yerlerde açılmaya başlandığı belirtiliyor[44] ancak öncesi de vardır. İlk medreselerin 11 inci yüzyıldan başlayarak Türk Devletleri ve İmparatorluklarında kurulduğu kaydediliyor[45]. Medreselerin kurulmasını sistemli bir devlet politikası haline getiren Selçuk İmparatorluğu Veziri Nizamü’l Mülk (1018-1092) 11 büyük kentte kurdurduğu “Nizamiye” medreseleri ile İslam dünyasının temel eğitim kurumlarını oluşturmuştur[46].  Bu medreselerde eğitim ücretsiz olduğu gibi öğrencilerin kalacağı yer ve beslenmeleri de sağlanmıştır. İlk medreselerin kurulduğu dönemde, İslam dünyasındaki düşünce çatışmaları sürmekteydi. Tekeli-İlkin’e göre, temel tartışma ise felsefe ile dinin nasıl bağdaştırılabileceği üzerinde idi ve Aristo’nun felsefi ilahiyat anlayışını El Kindi, Farabi ve İbn-i Sina gibi düşünürlerce İslam akidelerine yaklaştırılmış ve yeni-Platoncu görüşlerden etkilenen biçimleri geliştirilmişti. Gazali (1058-1111), yazdığı “Filozofların Amaçları” ve “Filozofların Çöküşü” isimli iki eseri ile bu yaklaşımların karşısına çıktı. İbn-i Rüşt, Gazali’nin bu görüşlerine felsefe ile dinin aynı gerçeğin iki yüzü olduğunu anlatan “Filozofları Hırpalama” isimli eseri ile yanıt vermişse de İslam dünyası Gazali’nin görüşlerinin ardından gitmiştir[47]. İbn-i Rüşt’ün çalışmaları ise Avrupa’daki orta çağdan çıkış ve aydınlanmaya gidiş gelişmelerini etkilediği belirtilmektedir. Gazali’nin izinden giden medreseler de doğal olarak akıl yürüten tartışma ekseninde değil “nakil” diğer deyişle eski bilgileri aktarmakla yetinen birer eğitim kurumu olarak kalmasına yol açmıştır.

Medreseler yanında daha çok tarikatlara dayalı diğer bir eğitim yolu da tekke ve zaviyelerdir. Bunların temel işlevi ilgili tarikatların görüşlerini yaymakla sınırlı idi. Osmanlı İmparatorluğu bünyesindeki topraklarda son derece yaygın bir yapıya sahiplerdi. Ömer Lütfi Barkan, 1550-60 dönemini kapsayan araştırmasında, söz konusu yıllar arasında Anadolu’da bulunan Eyaletlerde toplam olarak 342 Cami, 1,055 mescit, 110 medreseden başka 626 zaviye ve tekke olduğunu belirlemiştir[48].

Medreseler ve Tanzimat döneminde Batılılaşma amacıyla mevcut eğitim kurumlarının yanına paralel eğitim kurumları olarak oluşturulan okullar hakkında daha fazla bilgi edinmek isteyenler Osman Ergin’in kitabı ile Tekeli-İlkin’in kitaplarına başvurabilirler. Tekeli ve İlkin’in kitabı daha kısa olduğu için tercih edilebilir. Medreselere ilişkin açıklamaları tamamlamadan önce, iki hususa değinmek isterim. İlki, Celali İsyanları sırasında Anadolu’daki medrese öğrencilerinin (suhte olarak da adlandırılırlar) halka yaptıkları kötü muameleler konusunda bilgi edinilebilecek kaynak Mustafa Akdağ’ın “Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası- Celâlî İsyanları” isimli kitabıdır[49]. Akdağ’ın kitabından sadece iki cümleyi buraya aktarmakla yetineceğim; “… öğrencilerin imaret ve medreseler dışına taşan, hatta halka silahlı bıçaklı vuruşma derecesini bulan olayları I. Süleyman’ın saltanata geçtiği sıralarda mahkemelik olma derecesini bulmuştu.[50]” Akdağ’ın yaptığı bilimsel tespitlerin en masumlarından diğer birisi de şöyledir; “XVI. Yüzyılın ortalarına yaklaştıkça, suhte ve talebe-i ulûmun yani medrese öğrencilerinin hareketleri de leventlerinki gibi yavaşlamak şöyle dursun, büsbütün sertleşti ve genişledi. Öğrenciler de artık yalnız şehir ve kasabalarda şunun bunun oğluna kızına el uzatmakla kalmayıp, küçük gruplar, hatta bölükler halinde isyan hareketlerine girişiyorlar ve soygun üstüne soygun yapıyorlardı.[51]” Medrese öğrencilerine yönelik olarak okunmasında yarar gördüğüm diğer kitap ise İstanbul’daki 31 Mart tarihindeki Şeriatçı ayaklanmaya ilişkin olarak Prof. Dr. Sina Akşin’in “Şeriatçı bir Ayaklanma-31 Mart Olayı” isimli eseridir[52].

Tanzimat öncesi dönemde Deniz Subay Okulu (Mühendishane-i Bahri-i Hümayun), 1792 de Topçu Subay Okulu (Mühendishane-i Berr-i Hümayun) gibi askeri okullar kurulmuştur. Tanzimat sonrasında sivil eğitim kurumları kurulması yoluna gidilmiştir. Sübyan okulları varlığını sürdürmüştür. Bu okullarda bir değişiklik yapılmamasını Osman Ergin şu şekilde açıklamaktadır; “Tanzimatçıların mektep ıslahatına sübyan mekteplerinden başlamayarak onları olduğu gibi bırakıp yeniden Rüştiye mektepleri açmış olmaları tenkit edilip durmaktadır. Bu tenkit pek de yerinde değildir. Çünkü Cevdet Paşa’nın yazdığı gibi bu mektepler mukaddes birer mabetmiş gibi mutaassıplar güruhu dinsiz saydıkları Tanzimatçıları bunların yanına asla yaklaştırmıyorlardı. Yeni açılan rüştiyelerde bile resimdir, küfriyyâttır diye haritaları abdesthanelere attıran bu güruh elbette sübyan mekteplerine el sürdürmezlerdi.[53]”  1842 yılında Mustafa Paşa’nın İslahat Fermanı’nda Deniz Subay Okullarına geçmişte sübyan okullarından alınan öğrencilere yönelik şu gözlemini de buraya almak uygun olacaktır; “… Geçmişte bu okuldaki öğrencilerin çoğu çocuk olup henüz Kur’an-ı Kerim okuyup ve yazı yazamadıkları için bir süre bu konuları öğretmeye zaman ayrılırdı …[54]”  Anımsanacağı üzere sübyan mektepleri Camilerin yanındaki odalarda yerleşikti. Camiler de Evkaf (Vakıflar) Nezaretine bağlı olduğu için sübyan mektepleri de bu Nezaretine bağlı bulunmaktaydı. Diğer bir deyişle Osmanlı Devletinde bazı okullar Evkaf Nezaretine ve yeni kurulmakta olan okullar da 1839 yılında kurulan Rüştiye Mektepleri Nezaretine ( bu Nezaretin adı 1847 yılında Mektepler Genel Nezareti olarak değiştirilmiştir) bağlı oldukları için eğitim kurumları çift başlı yapı içinde yer alacaklardı. İlk açılan ve ortaokula yakın bir düzey olarak kabul edilebilecek rüştiyeler başlangıçta iki yıllık olarak açılmışlardı. Rüştiyelerin tüm ülkeye yayılması öngörülmüş ise de 1874 yılına gelindiğinde İstanbul’un ötesine geçememişlerdi, süreleri dört yıla çıkarılmıştı ve İstanbul’daki sayıları da 18 e ulaşmıştı. Ancak, 18 erkek rüştiyesinin dört sınıflarında okuyan öğrenci sayıları 1,859 dir. Kızlar için rüştiyeler açılması 1858 yılında düşünülmeye başlanmıştır. Kızlar için rüştiyeler açılacağını halka açıklayan Hükümet bildirisinde, ağır işlerde yorulan erkeklerin evlerinde rahat edebilmelerinin ancak kadınların din ve dünyalarını bilerek eşlerinin emirlerine boyun eğmeleri ve eşlerinin uygun görmedikleri yapmaktan uzak durmaları ile sağlanabilecektir gerekçesi ile açıklanmıştır[55]. 1874 yılında sadece İstanbul’da kurulu bulunan 10 kız rüştiyesinde okuyan toplam öğrenci sayısı 294 tür[56].

Kızlar için ilk sanayi meslek lisesi, Mithat Paşa tarafından 1865 yılında Rusçuk’ta açılmıştır. Mithat Paşa, 1868 yılında İstanbul’da Danıştay Başkanlığına getirildiğinde, bir erkek sanayi mektebi açılmasını da sağlamış ve ayrıca 1869 yılında kız sanayi mektebinin bu kentte de açılmasına önayak olmuştur. İzleyen yıllarda İstanbul’daki kız sanayi okullarının sayısı üçe çıkabilmiştir.

İzleyen yıllarda lise düzeyi okullarda kurulmuştur. Ayrıca çeşitli meslek okulları da açılmıştır. Bu konuda daha fazla bilgi edinmek isteyenlerin Osman Ergin ve İlhan Tekeli ve Selim İlkin’in kitaplarına başvurmalarını öneririm.

31 Mart olaylarının sözcülerinden Beyazıt Camii imamlarından Ahmet Rasim Efendi, Meclis’te yaptığı konuşmasında, kız sultanisinin (kız lisesinin) şeriata aykırı olduğunu da söylemiştir[57].

Osmanlı Devleti’nde kamu bürokrasini yetiştirmek için II. Murat döneminde Saray Okulları kurulmuştur. Balkanlardaki Hıristiyan ailelerden küçük yaşta zorla alınan çocuklar (acemi oğlanlar) hazırlık saraylarında eğitime alınırlar, İslam dini öğretilir ve medreselere benzer dersler okutulurdu, bunlardan başarılı görülenler de Başkent’te bulunan esas Saray Okulu (Enderun Mektebine) gönderilirlerdi[58]. Enderun’a Türk kökenli hiçbir öğrenci alınmamıştır. Enderun’da yetişenler Devlet yönetiminde görevlendirilir, burada gösterdikleri başarıya ve Saray içi ilişkilere göre Vezirlik ve Sadrazamlık görevine kadar yükselirlerdi.

Yukarıda matbaanın Avrupalılaşması için 1454 yılını belirtmiştim. Osmanlı Devleti’ne matbaanın gelişi iki aşamalı olmuştur. Birinci aşama, önce İspanya’daki engizisyon uygulamalarından kaçan Yahudilere 1494 yılında II. Beyazıt’ın matbaa kurma izni vermesidir. Bunu Ermenilerin 1567 ve Rumların 1627 matbaa kurmaları izler[59]. Osmanlı Devletinin İslam dışı uyrukları bu matbaalarda kutsal kitaplarını bastıkları gibi dönemin diğer kitaplarını da basmışlardır. Osmanlı Devleti’nin Müslüman uyruklarının kullanımı için matbaa kurulmasına izin vermesi için 1690 lı yıllarda Orta Macar Kralı Thököly’nin isyanı sırasında esir düşen bir Macar’ın İslam dinini kabul ederek İbrahim adını almasını ve Bab-ı Ali bürokrasisi içinde yükselip önemli görevlere geldikten sonra 1726 da matbaayı kurmasını beklemek gerekmiştir. Özetle Osmanlı’nın Müslüman uyrukları, kendi aralarında yaşayan Yahudilerden 232 yıl, Rum uyrukluların bu teknolojiyi kullanmasından sonra da 99 yıl geçmesi gerekmiştir. Ancak bu matbaada dini yayınlar basılmamıştır[60].

Osmanlı Devleti’nin eğitim sistemine ilişkin bu çok özet tanıtımı yabancı okulları konusunu işlemeden kapatmak büyük bir noksanlık oluşturur. Bu konuya Âli Paşa’nın (1815-1871) 1871 yılında Padişah’a verilmek üzere yazdığı “Siyasi Vasiyetnamesi”nden bir alıntı ile başlamak uygun olacaktır. “Çeşitli tebaalar arasında menfaat ayrılıkları bizi parçalanmaya sevk edebilir. Devlet tahsil ve terbiye yoluyla bunların menfaatlerini kaynaştırmaya ve memleketin parçalanmasını önlemeye çalışmalıdır. İnsanlar refah ve emniyet isterler, vatan bu her iki ihtiyacın temin edildiği yerdir. Sultanımız, memlekette dini cemaat altında çeşitli ırklar yaşamaktadır. Her cemaat ayrı bir bütünlük, ayrı bir âdet, ayrı bir arzu demektir. Bu cemaatler beklenmedik bir gelişme göstermektedirler. Onlara imtiyazlar ve dokunulmazlıklar verilmiştir. Bunların sebep oldukları zorlukların sona erdirilmesi lâzımdır.[61]” Âli Paşa’nın Devletin farklı inanç ve etnik kimlikler arasında eğitimle toplumsal birliğin sağlanması önerisine rağmen, yabancı devletlerin Osmanlı Devleti’nin bu zafiyetini yine eğitim yolu ile nasıl kullandıklarına aşağıdaki bilgilerden açıkça görülecektir.

Tablo 3

19 uncu Yüzyıl sonunda Osmanlı Devletinde yabancı devletlerin okul sayıları

Ülke Sayı
Fransız

72

İngiliz

83

Amerikan

465

Avusturya

7

Alman

7

İtalyan

24

Rus

44

İran

2

Yunan

3

Toplam

707

Kaynak: “Osmanlı İmparatorluğu’nda Eğitim ve Bilgi Üretim Sisteminin Oluşumu ve Dönüşümü”, sayfa 112.

Osmanlı Devleti’nde Müslüman olmayan uyrukların dinsel kuruluşları ve toplulukları yanında yabancı devletler de çok sayıda okul açmışlar ve bu okullarda gayri Müslimlere eğitim vermişlerdir. Bu okullar konusunda yerli ve yabancı kaynaklar arasında farklar vardır. 19 uncu asrın sonlarında yabancı okulların ulaştığı sayılar ulusal kaynaklarımızdaki veriler ışığında yukarıdaki Tablo 3 de yer almaktadır.

Yabancı Devletlerin Osmanlı topraklarında kurdukları okullar konusunda yabancı kaynaklarda yer alan bilgiler de Tablo 4 de yer almaktadır. Tablo 3 ve 4 arasındaki farklılıkların bir bölümünün, Tablo 4 de Osmanlı Devletindeki Müslüman olmayan uyrukların açtıkları okullara ait verilerin de dahil edilmesinden kaynaklandığını düşünüyorum. Ancak bu veriler, iki Tablo arasındaki farkları açıklamaya yeterli görünmemektedir.

Tablo 4

Yabancı kaynaklara göre I. Dünya Savaşı öncesinde Osmanlı topraklarında açılan yabancı okullar

Ülkeler Okul Sayısı Öğrenci sayısı
Fransız Katolik Okulları

500

59,414

Amerikan Okulları

675

34,317

İngiliz Okulları

178

12,800

Yunan Okulları

1,830

184,568

 Ermeni Okulları

803

133,100

Alman/Danimarka

38

3,500

Toplam

4,024

427,699

Kaynak: 1) Davison Roderic H., Westernized Education in Ottoman Turkey, Middle East Journal, sayı …, sayfa 289-301 2) Paul Monroe, Modern Turkey, sayfa 135. Tablo bu iki kaynaktan yararlanarak tarafımdan düzenlenmiştir.

Osmanlı Devleti azınlık cemaatlerinin 1,450 ilkokul, 46 lise ve 10 adet de yüksekokulu olduğu Tekeli-İlkin’de belirtilmekte ve bunlara devam eden öğrenci sayısı olarak da 61,678 sayısını vermektedir[62]. Osman Ergin kitabında 769-785 inci sayfalar arasında yabancı okullarla azınlık okulları konusunda liste halinde bilgi vermekle birlikte ülke geneline yönelik olarak toplam sayılar vermemektedir. Necdet Sakaoğlu’nun Osmanlı Eğitim Tarihi isimli kitabında da yabancı okullara ve azınlık okullarına ilişkin bazı bilgiler ve Tablolar olmakla birlikte yukarıda değinilen Tablo 3 veya 4 le tam örtüşmemektedir. Bu farklılıklar nedeniyle, Osmanlı Devletinde yabancı devletlerin açtıkları okullar ile azınlık cemaatlerinin açtıkları okullar konusunda daha ayrıntılı bir çalışma yapılması gerektiği düşüncesindeyim.

Bu noktada Osmanlı Devleti topraklarında yabancı devletlerin nasıl okul açtıklarına ilişkin kısa bir bilginin de yararlı olacağını düşünüyorum.  Osmanlı Devleti’nde Müslüman olmayan uyruklar ile yabancı okullarının denetlenebilmesi amacıyla 1869 yılında Maarif-i Umumiye Nizamnamesi çıkarılmıştır. Buna göre, bir okulun kurulabilmesi için Maarif Nezaretinden izin alınması gerekmekteydi. Ancak, Devletin bu kuralı uygulayacak gücü olmadığı için azınlıklar ve yabancılar okul açmaya devam etmişlerdir. Bunun üzerine 1886 yılında Maarif Nezaretinde “Müslüman olmayan cemaat ve yabancı okulları” müfettişliği kurulmuştur. Ancak yine de arzulanan denetim etkinliği sağlanamamıştır. Yabancılar okullarını açmak için izin almak yerine oldu-bitti yapıp iznin arkadan gelmesi yaklaşımını izlemişlerdir[63].

Osmanlı Devletindeki yabancı devletlerin ve azınlıkların açtıkları okulların dışında Devletin ve özel şahısların açtıkları okul ve öğrenci sayıları da Tablo 5 de yer almaktadır.

Tablo 5 in incelenmesinden de görüleceği üzere, 600 yıla yaklaşan yaşamının sonuna yaklaşmış bir İmparatorluk 20 inci yüzyıla 5 yıl kala kendi bütçesinden finanse ettiği ve Müslüman şahısların açtığı liselerde sadece 7,198 öğrenci, erkek ortaokullarında ise 27,146 öğrenci ve kız ortaokullarında da sadece 4,262 öğrenciye sahiptir. Bu Osmanlı Devleti’nin eğitim uygulamaları hakkında genel bir fikir vermeye yeterlidir sanırım.

Tablo 5

1894-1895 eğitim yılında Osmanlı Devletindeki yabancı devletlerin ve azınlık cemaatlerinin açtıkları okul dışında Devlet ve özel şahısların açtıkları okullar, öğrenci ve öğretmen sayıları

Okulunolduğu yer Okulsayısı Öğrencisayısı Memur veÖğretmensayısı
İstanbul
Yüksekokul

8

2,610

454

İdadiler (Lise)

2

367

81

Erkek rüştiye (ortaokulu)

17

2,753

220

Kız rüştiye (ortaokulu)

12

2,023

100

İslam ilkokulu

234

13,894

486

İslam Özel İlkokulu

20

5,898

346

Toplam

302

27,545

1,687

Vilayetler
Yatılı İdadiler (Lise)

18

3,184

404

Gündüz İdadileri

35

3,647

386

Erkek ortaokulu

362

24,393

859

Kız ortaokulu

22

2,239

63

Öğretmen ilkokulları

14

277

14

İslam ilkokulu

28,353

835,139

28,353

Toplam

28,804

868,879

30,080

Genel Toplam Lise

55

7,198

871

Erkek Ortaokul

379

27,146

1,079

Kız Ortaokulu

34

4,262

163

Kaynak: TÜİK (DİE) Tarihi İstatistikler Dizisi, “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Modernleşme Sürecinde Eğitim İstatistikleri 1839-1924, sayfa 49 daki bilgilerden yararlanılarak düzenlenmiştir.

Tablo 5 de ilkokul düzeyinde öğrenci sayıları toplamının 900,000 e yaklaştığı görülmektedir. Ancak, ülkede yeterli sayıda gazete ve dergi basılıp tüm illere ulaşamadığı gibi kitap basımı da son derece sınırlı olduğu için bunların yaygın halk kitlesine ulaşamadığı da göz önüne alındığında, ilkokul düzeyinde eğitim almış olanlar okuma-yazma uygulamasını sürdüremedikleri için 5-6 yıla kalmadan işlevsel olarak okur-yazarlıklarını yitirmiş konuma geldiklerini söylemek yanlış olmaz. O nedenle sayıya bakılarak Osmanlı Devletinde okur-yazar sayısının yüksek olduğunu düşünmemek gerekir.

Yukarıdaki Sümer’den başlayan ve Fransız devrimi sonrasına değin süren süreçte Avrupa ülkelerinde insan akıl potansiyelinden sadece erkeklerin yeteneklerinden, o da ancak Kilisenin izin verdiği ve hoş gördüğü boyutta yararlanıldığı ve kadınların akıl yeteneklerinden ise kocalarını çok sınırlı ölçüde yararlanması dışında hiç faydalanılmadığı açıkça görülmektedir. Diğer bir deyişle, insanlık akıl potansiyelinin çok küçük bir bölümünü kullanarak Fransız ve Sanayi Devrimleri sürecine binlerce yılda gelebilmiştir. Kadınların eğitim görmeye başlaması ve Kilise’nin eğitim ve diğer alanlarda sınırlarının daraltılması sonucunda insanlığın yaratıcı zekâsı ve aklının bilimde, kültürde, mekanikte, tıpta ve toplumsal yaşam kalitesinde aldığı başarılar ortadadır.

Osmanlı Devleti ise izlediği eğitim politikaları ile Tanzimat’tan sonra dahi dogmanın etkisinden kurtulamadığı, kadınların eğitiminde ayak sürüyen ve tutucu davranışları nedeni ile Fransız ve Sanayi Devrimlerinin ortaya koyduğu düşünce ve araştırma ortamından çok sınırlı ölçüde yararlanabilmiş ve yok olma sürecinden kurtulamamıştır.

Osmanlı Devleti’nin genel eğitim yaklaşımı ve bu bağlamda kadınların eğitiminin kısıtlamasına yönelik olarak yapılan eleştirileri o dönemi yaşayan kadınların kendi sözcükleri ile size aktarmak isterim. Bu amaçla alıntılarımı yapacağım temel kaynak Serpil Çakır’ın “Osmanlı Kadın Hareketi” isimli kitabı olacaktır. Erkeklerin de mutlaka okuması gereken ancak kadınların başucu kitabı olması gereken bu kitabın üçüncü basısı ancak 2011 yılında yapılabilmiştir. Her bir basısının 2,000 adet olduğunu varsayarsak (umalım en az o kadar olsun), ülkemizdeki 16.5 milyon haneden ancak ([2,000 x 3]/16,500,000=) yüz binde 36 sına ulaşabilmiş olmasının sonuçları üzerinde hepimizin sıkıntı ve kaygı duyması gerekir.

1895-1908 döneminde 604 sayı çıkabilmiş olan “Hanımlara Mahsus Gazete”nin yayın amacının açıklandığı ilk sayısında yer alan şu ifade, eğitimleri sınırlı tutulan ülkemiz kadınlarının sahip olduğu akıl potansiyelini göstermeye yeter; “Bir toplum ailelerin birleşmesinden oluşur. Ailede bir bölüm yani erkekleri bilimsel bilgilerle donatıp, kadın yoksun bırakılırsa, o aile ve bu tür ailelerden oluşan toplum pek de ileri gitmez. Bütün unsurların bir arada gelişmesi lazımdır. … Kadın ne derece bilgili olursa onun terbiye kucağında büyüyecek çocuk o kadar yüksek terbiye görür. İleride üyesi olacağı toplumun gelişmesine, mutluluğuna çalışacak (olan) bu çocuktur.[64]” Çakır’ın kitabından alıntıladığım bu ve izleyen bölümleri genç kuşakların kolayca izleyebilmeleri için güncel Türkçe olarak veriyorum.

Osmanlı Devleti’ndeki ilk kadın roman yazarı olan Fatma Aliye Hanım, kadınların eğitim görmesine erkeklerin neden karşı koyduklarının analizini şöyle yapmıştır; “Uygarlaşan milletlerin bilim ve fen alanında önce erkeklerin gelişme gösterdikleri ve kadınların onların izinden gittikleri görülüyor. Erkekler o (bilgi) hazinesine girdikleri andan itibaren kendilerini izleyen kadınları kıskanıp o hazinenin cevherlerini ondan saklamak istiyorlar. Böylece, önde bulunma hakkını bencil bir biçimde kullanıp, bunu (bilimi) kendi malları olarak görmek istiyorlar. Bu hep böyle olmuş, böyle gelmiş şeylerdendir. Ama ‘böyle olmuş’ dememiz ‘böyle yapmışlardır’ anlamındadır. Yoksa bu bilimin gerçek sahibi olan Allah onu kullarının erkeğine dişisine hep birden bağışlamış olduğundan, bunu kadınlardan esirgemeye erkeklerin gücü yeter mi?[65]

İsmet Hakkı Hanım İkdam Gazetesinde yayımlanan bir yazısında kadınların gerçek bir çağdaş eğitimden yoksun bırakılmaları şu şekilde isyan etmiştir; “Bizler bu asrın gelişmesinden ne pay alacağız? Yine o tepile tepile eğitile eğitile geçmişte kaldığını zannettiğimiz üzüntülerle mahrumiyetlere mi boyun eğeceğiz? Hayır, hayır artık çok çektik yetişir. Evet artık bu yeknesak siyah gölgelerde bu gaflet yüküne, hissiz ve boyun eğerek katlanmak istemiyoruz. … Bizde genele yakın bir çoğunluk, ‘anti-feminist’tir. Güzel sanatlardan başka meslekleri kadınlara yakıştıramazlar. Ben bu düşünceye katılanlardan değilim.[66]

İstanbul’da yaşayan ve mevcut sınırlı eğitim olanaklarından ailelerinin desteği ile yararlanabilen kadınlar ülkedeki kadın sorunlarına dar bir açıdan bakmamışlar, dünyadaki gelişmeleri de izlemişler ve hak arayış çıtalarını Avrupa kadınları düzeyine çekmeye de özen göstermişlerdir. Buna yönelik olarak İsmet Hakkı Hanım’ın Demet Dergisi’nde çıkan yazısından bir alıntı güzel bir örnek olacaktır; “… Erkeklerin yaradılış olarak akıl olarak kadınlara üstün olduğunu neden iddia ediyorlar? Çünkü onlar daha iyi eğitim görüyorlar. Doğuştan sahip oldukları zekâyı sanat ve fen ile tamamlıyorlar. O halde henüz aynı çalışmaya fırsat verilmeyen kadınları onlardan aşağıdır diye küçümsemek insafa sığmaz sanırım. … Madam Küri (Curie) bugün Sorbon’da ders veriyor. Fransa hukuk, tıp mektepleri erkek kadar kadın öğrenci alıyor. Pek beğenilen İngiltere’de de ‘sufrajet’lerin (kadınların seçme hakkını savunanların)şiddet ve dayanıklılığı çok büyüktür. Bunlar bize aynen göstermiyor mu ki, kadınlar da erkekler kadar gelişmeye ve yükselmeye yeteneklidir.[67]

Çakır, kitabında II nci Meşrutiyet’ten sonra kadın derneklerinin bir araya gelerek toplantılar da düzenlediklerini açıkladıktan sonra katılan kadınların beyaz başörtüsü takmaları ve toplantı salonunun duvarlarının da beyaz boyalı olması nedeni ile “Beyaz Konferanslar” olarak anılan on toplantı yapıldığından bahseder. Bu konferanslara katılan Fatma Nesibe Hanım Kadın Dergisine yazdığı yazısında çok çarpıcı ve yürek burkan hususlara değinmiştir. Bu yazının tam metni mutlaka okunmalıdır, ben sadece birkaç cümlesini alıntılamakla yetineceğim. “Akşam bir okka ekmekle hayatı, (mukaddesiyatı) inançları satın alınan çaresizler her şeylerini (mülevves) pis bıyıklarını burarak emreden erkeklere borçludurlar. Onların dini, vicdanı, onurları, namusu, fikri, hissi yoktur; bir köpek gibi vahşi, ağır tekmeler altında inler; ayaklar öper; namusuna sövülür, sessiz kalır; onuru, bir kadın için her şeyi demek olan onuru ayaklar altına alınır, ağlamakla karşılık verir. Hele ses çıkarsın, Allah’ın söylemek için yarattığı dilini biraz kullansın, bütün bu hakaretlerle, dayaklarla sakinleştirilemeyen vahşetin son şekli ‘Boşsun mel’un!’ sözlerinin kusulması olur.[68]”  Çakır’ın kitabını okumadan Cumhuriyet’in kadınlara kazandırdıkları belki sezinlenebilir ancak anlaşılamaz.

Osmanlı Devleti’nin son döneminde kadınlar başörtüsünü de tartışmaya açmışlardır. Bu tartışmalarda kadınların hem din bilgisi hem de analiz yetenekleri çok çarpıcı bir biçimde ortaya konulmuştur. Kadınlar Dünyası Dergisi’nin 21 Aralık 1913-3 Ocak 1914 dönemini kapsayan sayısının Fransızca ekinde bu konu ayrıntılı olarak işlenmiştir. Çakır’ın kitabından alıntılamak istediğim son birkaç cümle bu konuda olacaktır; “Tesettür meselesine gelince, Kur’ân hiçbir âyetinde bu konuda bir belirlemede bulunmamaktadır. Sadece söylemektedir ki kadınlar erkekleri tahrik edecek vücud parçalarını örtmek zorundadırlar. Ancak bu âyet o şekilde tefsir edildi ki, kadın yüzü dışında her tarafını örtmek zorundadır. Sonuç olarak kadının toplumdan tecrit edilmesi vakası ortaya çıktı.[69]” Kadın Dünyası Dergisi’nin diğer sayılarında bu konuda karşı görüşlere de yer verilmiştir. Bu yazının Fransızca yazılmış olmasını, ben sansürden kurtulabilme amacına bağlıyorum.

Çakır, yazdığı kitabı ile çok büyük bir boşluğu doldurmuştur. Çakır’ın kitabına kaynaklık eden tüm dergilerin tam metin halinde günümüz “abc”si ile yeniden yayınlanmasının çok büyük bir hizmet olacağını düşünüyorum.

Sümer uygarlığından başlayarak önemli aşamalardan küçük kesitler alarak Avrupa Devletlerinde ve Osmanlı Devletinde eğitimin gelişmesinden bazı örnekler sunmaya çalıştım. Elbette seçtiğim örnekler tüm eğitim tarihinin anlamlı bir fotoğrafını verebilmek için çok yetersiz kalacaktır. Zira hem konu çok hem de söz edilecek örnekler çok fazladır. Ancak birkaç ciltlik kitaba konu olacak süreç bazı noksanlıklar göze alınarak yapılabilirdi.

Avrupa (ABD dahil) eğitimi gerek akademik gerekse mesleki eğitim olarak 1800 lü yıllardan sonra hızlı bir atılım süreci yaşamıştır.

Tablo 5

İçten patlamalı motorun gelişimine buluşları ile katkı yapanlar

Yıl Katkı yapan Katkısı
13 y.y. El-Cezari Krank mili ön modeli (*)
17 y.y. Christian Huygens Su pompasını barutla çalıştırmayı denedi
1780 Alessandro Volta Elektrik kıvılcımı ile çalışan tabanca yaptı
1791 John Barber Patlayıcı gazlarla hareket sağlama patentini aldı
1794 Robert Street Sıkıştırılmadan çalışan motoru geliştirdi
1798 Tippo Sultan Hindistan’da Misore kentini İngilizlere karşı savunurken ilk demir roketi kullandı
1807 Nicéphore Niépce Kömür tozu ile çalışan ilk içten patlamalı motorunu bir tekneye uyguladı
1807 François Isaac de Rivaz Hidrojen ve oksijenle çalışan ilk içten patlamalı motoru yaptı
1823 Samuel Brown Sanayide kullanılan sıkıştırmasız içten patlamalı motoru yaptı
1824 Sadi Carnot Termodinamik kurallarını oluşturdu
1826 Samuel Moray Sıkıştırmasız gaz ve buhar motorunun patentini aldı
1833 Lamuel Wellman Wright Masa tipi gaz motorunu yaptı
1838 William Barnet Silindirde sıkıştırmanın patentini aldı
1854-57 Eugenie Barsanti ve Felice Matteucci 4 silindirli motoru yaptı
1856 Pietro Benini 5 B.G. deki motorun prototipini yaptı
1860 Jean Joseph Etienne Lenoir Gazla çalışan içten patlamalı motoru yaptı
1861 Alphonse Beau de Rochas 4 silindirli motorun patentini aldı
1862 Nikolas Otto İlk motoru yaptı ve ticari olarak sattı
1865 Pierre Hugon Ateşleme güvenliği olan ilk motoru yaptı
1870 Siegfried Marcus Taşınabilir benzinli motoru yaptı
1876 Nikolaus Otto 4 silindirli motorun en kabul gören modelini yaptı
1878 Dugald Clerk İki zamanlı motoru yaptı
1879 Karl Benz İki zamanlı benzinli motoru geliştirdi
1882 James Atkinson Kendi adını taşıyan motor tipini yaptı
1884 Edward Butler Benzinle işleyen ilk motoru yaptı
1885 Gottlieb Daimler Super charger’ın patentini aldı
1891 Herbert Akroyd Stuart  Petrolle çalışan motor geliştirdi
1893 Rudolf Diesel Sıkıştırılarak ateşlenen ilk dizel motorun patentini aldı
1896 Karl Benz Boxer motor denilen yatay motorun patentini aldı
1903 Konstantin Tsiolkovsky Likit yakıt kullanarak uzaya gidecek roketin tasarımlarını yapmaya başladı.

Kaynak: wikipedia Internal Combustion Engines, (*) wikipedia El Cezari maddesi

 

Bu süreç içerisinde Hıristiyan dünyasında kadınların örtünmesi de büyük bir değişim geçirmiştir. 19 uncu yüzyılda kadınların baş örtmeleri çok yaygın olarak saç üzerine konulan zarif küçük şapkalara dönüşmüştür.

Sanayi devriminin büyük ivme kazandığı bu dönemde yetişen araştırmacılar ve mesleki eğitim kurumları insanlığın bugün de yaşamında önemli yer tutan yazın eserlerinin doğmasına büyük katkıda bulunduğu gibi günlük yaşamın ayrılmaz parçası haline gelen birçok buluşa da imza atmıştır. Bu da 1800 lü yıllardan başlayarak Avrupa’nın (ABD dahil) fen bilgilerini öğretme ve araştırmayı özendirme ve ödüllendirme konusunda izlediği akılcı yaklaşımın sonucunda olmuştur. Bunlardan bir kaçını anımsamakta fayda görüyorum. Buharlı gemiler, tren, elektrik, telsiz, telefon, radyo, çamaşır makinesi, fotoğraf makinası, uçak, otomobil ve başka birçok araç ve gereç. Üzülerek belirtmek gerekir ki, bunların hemen hiç birisinde Osmanlı eğitim sisteminin yetiştirdiği bir mucidin imzası yoktur. Saydığım ürünlerden sadece otomobilin temel taşını oluşturan “içten patlamalı motor”un gelişim sürecine hangi tarihten itibaren kimler ne katkıda bulunmuştur ona ilişkin bir tablo sunmak istiyorum. Tablo 5 e adı yazılması gereken diğer Batılı mucitler olduğunu da düşünüyorum. Bu tabloda yer alan isimler, Fransız, İngiliz, Belçika, İtalyan, Alman, Hindistan, İsveç ve Rus vatandaşlarıdır. Listenin başında ise 13 üncü yüzyıldaki bir Arap olduğu söylenen bir mucidin adı yer almıştır, ancak alıntı yaptığım kaynakta ürettiği aracın ne olduğu tanımlanmamıştır. Mucidin adında hareketle arama motorlarında yaptığım gezintide, El Cezari’nin (1136-1206) ölümünden önce 1206 yılında yayınladığı “Hünerli Mekanik Araçlar Hakkında Bilgi Kitabı” adında bir kitap yazdığı ve bu 100 mekanik aracın çizimleri ve nasıl yapılacağına ilişkin bilgiler verdiğini saptadım[70]. Bu bağlamda da “krank milinin ön modelini yaptığını ve iki silindirli su pompasına uyguladığını öğrendim. El Cezari’nin Gazali sonrasının yetişen nadir bilim adamlarından birisi olduğu anlaşılmaktadır. Bir bilim adamı 1206 yılında 100 mekanik araç tasarlayabilmişken izleyen bin dört yüzyıl boyunca İslam dünyasının benzeri bilim adamlarını ortaya çıkaramamasının nedenleri başta eğitim yaklaşımları olmak üzere sorgulanmak durumundadır. Benzeri şekilde 600 yıllık İmparatorluk yaşamı olan Osmanlı Devleti’nin de dünyadaki bilimsel ve teknolojik gelişmeye katkıda bulunamamasının nedenlerini eğitim modelinden başlayarak sorgulanması gerekir. Otomobil motorunda olmadığı gibi, diğer sanayi dallarındaki buluşlarda, tıpta (İbn-i Sina ve çiçek aşısı hariç),  Osmanlı Devletinin ve eğitim sisteminin imzasına rastlayamıyoruz.

İşte Cumhuriyet, Osmanlı Devletinden böyle bir eğitim ve bilgi birikim mirası devralmıştır.

Daha İstiklal Savaşının sürdüğü ortamda Atatürk, Osmanlı’nın bu geçmişinin son dönemini yaşamış ve tarihini çok iyi incelemiş bir lider bir devlet adamı olarak yeni kurulacak devletin eğitim yapısını da düşünüp dile getirmeye başlamıştır. Bu süreçte Atatürk’ün eğitimde izlenmesini düşündüğü yola ilişkin birkaç gözlemini ve düşüncesini sizlerle paylaşarak Cumhuriyet döneminin eğitim yapılanmasına ilişkin temeli özet olarak tanıtarak başlamak isterim.

Sakarya Savaşı öncesinde kendisine Başkomutanlık görevinin verilmesinden (5 Ağustos 1921) yaklaşık üç hafta önce, diğer bir deyişle Kurtuluş Savaşı’nın en yoğun bir biçimde sürdüğü en kritik günlerde, 16-21 Temmuz 1921 tarihleri arasında Ankara’da toplanan “Maarif Kongresi”ni açış konuşmasından bazı bölümleri günümüz Türkçesi ile şöyledir; “Yüzyıllardır derin yönetim ihmallerinin devlet bünyesinde açtığı yaraları tedaviye sarf edilecek çabaların en büyüğünü şüphesiz kültür yolunda harcamamız gerekmektedir. … Ülke kültürü için ayrılabilecek kaynak gelecekteki eğitimimize dayanak olacak yeterlilikte değildir. Ancak kapsamlı ve yeterli şartlar ve araçlara sahip oluncaya kadar geçecek mücadele günlerinde bile büyük bir dikkat ve titizlikle işlenip çizilmiş bir millî terbiye programı ortaya çıkarmaya ve mevcut maarif teşkilatımızı bugünden verimli bir şekilde çalıştıracak ilkeleri ortaya koyacak çalışmalara başlamalıyız. … millî terbiye programından bahsederken, eski devrin aslı esası olmayan (hurafatından) ve yaradılış niteliklerimizle (evsafı fıtriyemizle) hiçbir ilişkisi olmayan yabancı fikirlerden, doğudan, batıdan gelebilen bütün etkilerden tamamen uzak, ulusal karakterimize ve tarihimize uygun bir kültürden bahsediyorum. Çünkü ulusal dehamızın tam gelişebilmesi ancak böyle bir kültürle sağlanabilir. … İşte biz, bu kongrenizden yalnız, çizilmiş eski yollarda sıradan yürüme tarzına ilişkin görüş alış verişinde bulunmanızı değil, belki bahsettiğim şartları içerecek yeni bir sanat ve beceri yolu bulup ulusa göstermek ve o yolda yeni kuşakları yürütmek için rehber olma kutsal görevini yerine getirecek hizmet bekliyoruz. … Ulusal Hükümetimizin samimi ve en büyük ciddiyetle arzu ettiği derecede Türkiye bayan ve bay öğretmenlerinin hayat ve gönencini henüz sağlayamadığımızı biliyorum. Fakat ulusumuzu yetiştirmek gibi kutsal bir görevi yerine getiren yüce heyetinizin bugünün koşullarını göz önüne alacağından ve her türlü zorluğu göğüs gererek bu yolda gayet kararlıkla yürüyeceğinizden şüphem yoktur. … [71]”  Bu kongredeki öğretmenlere yönelik bu konuşma, Türkiye Cumhuriyeti’nin eğitimin temelinin atıldığı günde, Atatürk’ün geleceğe ne denli güven ve umutla baktığının da somut bir göstergesidir.

Millî Eğitimde meslek eğitimine neden önem verilmesi gerektiğine ilişkin ilk görüşlerini Atatürk, 3 Nisan 1922 günü Konya Askerî Nalbant Okulu’nda yapılan diploma töreninde dile getirmiştir; “… Osmanlı Türkleri, İstanbul’u, Rumeli’yi fethettikten sonra toplumsal hayatlarında gereksinim duydukları araç gereçleri bizzat kendilerinin üretmesi gerekmediği gibi bir görüşe sahip oldular. Bu hususu, içeride ve dışarıda temasa geldikleri yabancıların ellerine ve çıkarlarına terk ettiler.  Onlar, yalnız uzun zaferlerin eziyet ve güçlükleri ile yetinmeyi övünç kaynağı bilirlerdi. Onlar için bu kahramanlık sanatından başka bir sanat yoktu. Bir başka deyişle başka sanatlarla uğraşmayı onurlarına aykırı görürlerdi. … İşte bu kendini üstün görme anlayışının yaygınlığı sonucunda Osmanlı ordusunu ve milletini iğneden ipliğe kadar, nalından mıhına kadar her türlü gereksinimini sağlamakta bilgisiz ve yoksun bıraktı. Gereksinimlerini sağlamak için milleti haraç veren konuma getirdi.  … Sanatın en basiti, en şereflisidir. Kunduracı, terzi, marangoz, saraç, demirci, nalbant toplumsal yaşamımızda ve askeri yaşamımızda saygın ve onurlu konuma sahip sanatkârlardır.[72]

Lozan Konferansı’nın başlamasından (20 Kasım 1922) yaklaşık bir ay kadar önce 27 Ekim 1922 günü İstanbul’dan Bursa’ya gelen Atatürk, bu kentin öğretmenleri ile Şark Tiyatro’sunda bir akşam toplantısı düzenlemiştir. Bu toplantıda öğretmenlere söylediklerinden bir bölümünü sizlerle paylaşmak istiyorum. “… bir milletin felaketle karşı karşıya kalması, o milletin hasta, hastalıklı olması demektir. … Dolayısı ile sağlığa kavuşmak, toplumdaki hastalığı tanımlama ve tedavi etmekle elde edilir. Hastalığın tedavisi bilime ve fenne uygun şekilde yapılırsa sağlığa kavuşulabilir. … Milleti millet yapan, geliştiren ve ilerleten kuvvetler vardır: düşünce kuvvetleri ve toplumsal kuvvetler… Düşünceler, anlamsız, mantıksız şeylerle dolu olursa, o düşünceler hastalıklıdır. Aynı şekilde toplumsal yaşam da akıl ve mantıktan yoksun, faydasız ve zararlı bir takım inanışlar ve geleneklerle dolu olursa felç olur. … Memleketi, milleti kurtarmak isteyenler için, onur, iyi niyet, fedakârlık gereken niteliklerdir. … Fakat bir toplumdaki hastalığı görmek ve onu tedavi etmek, toplumu çağın gereklerine göre geliştirebilmek için, bu nitelikler yeterli olmaz; bu niteliklerin yanında bilim ve fen lazımdır. Bilim ve fen girişimlerinin merkezi de okuldur. … Okul genç beyinlere, insanlığa saygıyı, millet ve memlekete sevgiyi, onuru ve bağımsızlığı öğretir. … Bağımsızlık tehlikeye düştüğü zaman onu kurtarmak için izlenmesi uygun olan en sağlıklı yolu öğretir. … Ülkeyi ve milleti kurtarmaya çalışanların aynı zamanda mesleklerinde birer namuslu uzmanlar ve birer bilgin olmaları gerekir. … zaferin sırrı nerededir, bilir misin? Orduları sevk ve idaresinde bilim ve fen kurallarını rehber edinmektedir. Milletimizi yetiştirmek için asıl olan, okullarımızın, üniversitelerimizin kurulmasında aynı kuralları izleyeceğiz. Evet, milletimizin siyasî, toplumsal hayatında, milletimizin düşünce eğitiminde de rehberimiz bilim ve fen olacaktır. Okul sayesinde, okulun vereceği bilim ve fen sayesindedir ki Türk milleti, Türk sanatı, ekonomisi, Türk şiir ve edebiyatı, bütün geleneği ve göreneği ile gelişir. … Görülüyor ki, en önemli ve verimli görevimiz eğitim (maarif) işleridir. Eğitim işlerinde mutlaka zafer kazanmamız gerekiyor. Bir milletin gerçek kurtuluşu ancak böyle sağlanabilir. … Öğretmen hanım ve beyler, Bütün bu gerçeklerin milletçe iyi anlaşılıp ve iyi özümsenebilmesi için her şeyden önce cehaletin ortadan kaldırılması gerekmektedir. Bu nedenle, eğitim (maarif) programımızın, eğitim siyasetimizin temel taşı cehaletin ortadan kaldırılmasıdır. … Hanımlar, Beyler! Ordularımızın kazandığı zafer, sizin ve sizin ordularınızın zaferi için sadece bir ortam hazırladı.  … Gerçek zaferi siz kazanıp sürdüreceksiniz ve mutlaka başarılı olacaksınız.[73]

Atatürk, Batı Anadolu gezisine çıktığında Bursa’ya yeniden geldiğinde 22 Ocak 1923 günü yine Şark Sinemasında bu kez halkla konuşmuştur. Konuşması sona erdikten sonra kendisine yöneltilen çeşitli sorulardan birisi de anıtlar ile ilgili olmuştur. Buna verdiği yanıtın bazı bölümleri şöyledir; “Anıtlardan bahseden arkadaşımızın maksadı heykel olsa gerektir. Dünyada medeni olmak, ilerlemek ve gelişmek isteyen herhangi bir millet mutlaka heykel yapacak ve heykeltıraş yetiştirecektir. Anıtların şuraya buraya tarihi anı olarak dikilmesinin dine aykırı olduğunu iddia edenler, dinin hükümlerini gerektiği şekilde etraflıca araştırıp ve incelememiş olanlardır. Hz. Peygamberin İslam dinini kuruşundan bu yana bin üç yüz yıl kadar geçmiştir. Hz. Peygamberin ilahi emirleri tebliği esnasında muhataplarının kalp ve vicdanında putlar vardı. Bu insanları Hak yoluna davet için önce o taş parçalarını atmak ve bunları ceplerinden ve kalplerinden çıkarmak zorundaydı. İslam’ın gerçekleri tamamiyle anlaşıldıktan ve ortaya çıkan vicdani kanaati olaylar ile de sağlamlaştırdıktan sonra bir takım aydın insanların böyle taş parçalarına tapınacağını farz ve sanmak İslam alemine hakaret etmek demektir. … İnsanlar gelişmek için bazı şeylere gereksinim duyar. Bir millet ki, resim yapmaz, bir millet ki heykel yapmaz, bir millet ki fennin gerektirdiği şeyleri yapmaz; itiraf etmeli ki o milletin ilerleme yolunda yeri yoktur.[74]

Atatürk, 31 Ocak 1923 günü İzmir’de eski Gümrük binasında halkla bir toplantı yapmıştır. Bu toplantıda eğitimle ilgili olarak söylediklerinden bazı alıntılar yapmak istiyorum. “Bir toplum, bünyesindeki cinsiyetlerden yalnız birinin çağın gereğine sahip olması ile yetinirse, o toplumun yarıdan fazlası zaaf içinde kalır. … Bizim toplumumuzun başarısızlığı kadınlarımıza karşı gösterdiğimiz ilgisizlik ve kusurdan kaynaklanmaktadır. … Bu nedenle, bir toplumun bir uzvu çalışırken diğer uzvu çalışmaz ise o toplum felç olmuştur. … O nedenle, bizim toplumumuz için bilim ve fen gerekiyorsa bunlara aynı derecede hem erkek ve hem de kadınlarımızın sahip olması gerekir. …[75]”  Atatürk’ün bu söylemi, yukarıda Serpil Çakır’dan yaptığım alıntılar içinde yer alan Fatma Aliye Hanım ve İsmet Hakkı Hanımın özlemlerine yanıt vermiyor mu?

Atatürk 25 Ağustos 1924 günü, Öğretmenler Birliği Kongresi üyeleri ile yaptığı çay toplantısında da Cumhuriyet kuşaklarını yetiştirecek öğretmenlerden beklentilerini dile getirmiştir; “Öğretmenler, yeni kuşakları; Cumhuriyetin özverili öğretmen ve çocuk terbiye edenleri olarak sizler yetiştireceksiniz, yeni kuşaklar sizin eseriniz olacaktır. Eserin değeri, sizin becerikliliğiniz ve özveriniz derecesi ile doğru orantılı olacaktır. Cumhuriyet; düşünce, bilgi, fen, bedence güçlü ve yüksek karakterli muhafızlar ister. Yeni kuşakları bu nitelik ve yetenekte yetiştirmek sizin elinizdedir. … Öğretmenler! Erkek ve kız çocuklarımızın, aynı şekilde bütün eğitim aşamalarındaki eğitim ve terbiyelerinin uygulamalı olması önemlidir. Ülke çocukları, her eğitim aşamasında ekonomik hayatta amacı olan, etkin ve başarılı olacak şekilde donanmış olmalıdır. Millî ahlâkımız, uygar esaslarla ve özgür düşünceyle geliştirilmeli ve desteklenmelidir. Bu çok önemlidir; özellikle dikkatinizi çekmek isterim. Korkutma esasına dayalı ahlâk bir erdem olmadıktan başka güvenilir de değildir.[76]

Atatürk’ün Cumhuriyet dönemi çağdaş eğitim politikaları ve anlayışı üzerinde düşüncelerini 22 Eylül 1924 günü Samsun’da öğretmenlerin verdiği bir çay davetinde yaptığı konuşmada da belirtmeye devam etmiştir. “Muhterem Hanım, Muhterem Beyefendiler;  … Efendiler,  Dünyada her şey için, medeniyet için, hayat için, başarı için en gerçek yol gösterici bilimdir, fendir. Bilim ve fennin dışında yol gösterici aramak gaflettir, cehalettir, doğrudan sapmadır (dalâlet). Yalnız bilim ve fennin yaşadığımız her dakikadaki gelişim aşamalarını anlamak ve zaman içindeki gelişmeleri izlemek şarttır. … Terbiyedir ki (eğitim, görgü), bir milleti ya hür, bağımsız, şanlı, yüksek bir toplum halinde yaşatır, ya da bir milleti esaret ve yoksulluk içinde bırakır. Efendiler; terbiye sözcüğü tek başına kullanıldığı zaman herkes kendince arzu edilen bir anlam çıkarır. Ayrıntıya girilirse terbiyenin hedefleri, amaçları çeşitlilik kazanır. Mesela dinî terbiye, millî terbiye, uluslararası terbiye … Bütün bu terbiyelerin hedef ve amaçları başka başkadır. Ben burada yalnız yeni Türk Cumhuriyeti’nin yeni kuşaklara vereceği terbiyenin millî terbiye olduğunu kesin olarak belirttikten sonra diğerleri üzerinde durmayacağım. Yalnız işaret ettiğim anlamı kısa bir örnekle açıklayacağım. Efendiler; yeryüzünde üç yüz milyonu aşkın Müslüman vardır. Bunlar ana, baba, hoca terbiyesiyle, terbiye ve ahlâk almaktadırlar. Fakat üzücü gerçek durum şudur ki, bütün bu milyonlarca insan kütleleri şunun veya bunun esaret ve horlama zincirleri altındadır. Aldıkları manevi terbiye ve ahlâk onlara bu esaret zincirlerini kırabilecek üstün insan niteliğini verememiştir, veremiyor. Çünkü terbiye hedefleri millî değildir. Efendiler, millî terbiyenin ne demek olduğunu bilmekte artık en küçük karmaşık husus kalmamalıdır. Bir de millî terbiye esas olduktan sonra onun dili, yöntemlerini, araçlarını da millî yapmak zorunluluğu tartışılamaz. Millî terbiye ile gelişip yücelmek istenilen genç beyinleri bir taraftan da paslandırıcı, uyuşturucu, hayali birçok doldurmaktan da dikkatlice kaçınmak gerekir. … Onun için Efendiler genç kuşakların beynini yormadan onun her şeyi alıp öğrenmesine uygun şeyler, gerçeklerin izleriyle süslenmelidir.[77]

14 Ekim 1925 günü İzmir Kız öğretmen okulunda yaptığı bir konuşmadan yapacağım son bir alıntı ile alıntılarımı tamamlayacağım; “Cumhuriyet nedir ve sultanlıktan farkı nedir? Cumhuriyet iyi ve güzel ahlâka dayanan bir yönetimdir. Cumhuriyet erdemdir. Sultanlık korku ve korkutmaya dayanan bir yönetim tarzıdır. Cumhuriyet yönetimi erdemli ve namuslu insanlar yetiştirir. Sultanlık korkuya, korkutmaya dayalı olduğu için korkak, ezilmiş, yoksul, utanmaz insanlar yetiştirir. Aradaki fark bunlardan ibarettir.[78]

Atatürk’ten yaptığım bu alıntılardan Cumhuriyet dönemi eğitiminin temel dayanaklarını şöylece saptamak mümkündür; 1) Devletin üstlendiği ve denetlediği eğitimden hem kız hem de erkek çocuklar eşit olarak yararlanacaklardır. 2) Eğitim millî düşünce ve esaslara dayalı olacaktır. O nedenle de eğitim için kurulan idarenin adı Millî Eğitim Bakanlığı olarak konulmuştur. 3) Millî eğitimin yapısı laik olacak bilim ve fen öğretilecektir. 4) Millî eğitim kuramsal bilgilerin yanında uygulamalı da olacaktır. 5) Okullarda öğretilecek bilim ve fen konularındaki gelişmeler sürekli izlenecek ve en son bilgiler öğrencilere öğretilecektir. 6) Eğitim korkutma esasına değil sevdirme esasına dayandırılacaktır. 7) Çocukların özgür düşünce ortamında soran, sorgulayan ve araştıran bireyler olmaları eğitimde esas alınacaktır. 8) Çocuklara iyi ahlâklı iyi insan olma değerleri kazandırılacaktır.

Bu noktada bir sual sorup yanıtlamak isterim. Atatürk topluma veya bir topluluğa yaptığı konuşmalarda çok sık olarak “Efendiler” sözcüğünü neden kullandığını hiç düşündünüz mü? Bu sözcükle, sadece erkeklere mi seslenmek istemiştir? Atatürk konuşmalarında “Efendiler” sözcüğünü kullanmadan önce veya sonra genellikle onun açılımını da söylemiştir; “Hanımefendiler, Beyefendiler”. Dolayısı ile toplumun her iki kesimine de eşit değer verdiğini ve saygı duyduğunu vurgulamak için her iki sözcüğün ortak bölümü olan “Efendiler” sözcüğünü kullanmıştır.

Bu bilgiler ışığında Cumhuriyet dönemindeki eğitim gelişmelerine özet olarak göz atmaya başlayabiliriz. Ancak veriler eşliğinde bu gelişmeleri gözlemlemeden önce başta Atatürk olmak üzere, Cumhuriyeti kuran kuşak hangi kısıtlı olanaklarla bunları başarmıştır önce onu bilmekte fayda vardır. Bu amaçla Tablo 6 düzenlenmiştir. Tablo 6 daki verileri değerlendirirken bazı bilgileri de hatırda tutmak gerekir. İlki, kişi başına millî gelir 1923 yılında 45.3 dolar iken 1938 de bu rakam 88.4 dolara çıkmıştır[79]. İkincisi, ülke nüfusu 1927 sayımına göre 13.6 milyon iken 1940 sayımına göre 17.8 milyona çıkmıştır. Üçüncüsü, 1924-1926 döneminde Doğu isyanları ile İtalya’nın Türkiye’ye saldıracağı söylentileri savunma harcamalarının yüksek tutulmasını zorunlu kılmıştır. 1922 yılında Mussolini’nin İtalya’da iktidarı eline geçirmesinden sonra, 1930 larda da Almanya’da Hitler’in iktidara gelmesi ve izlediği dış politika Türkiye’nin savunma harcamalarını belirli düzeyin altına indirmesini engellemiştir. Dördüncüsü, bu dönemde, Osmanlı Borçlarının ödenmesi, demiryollarının limanların millîleştirilmesi ve yenilerinin yapılması zorunluluğu bütçenin önemli bölümünün bu harcamalara ayrılmasını zorunlu kılmıştır. Beşincisi ise dünya ekonomisinin krize sürüklenişi ve 1929 dibe vurması ile toparlanmanın uzun yıllara yayılmasının Türkiye’nin dış ticareti ve dolayısı ile büyümesi üzerinde de etki yapmıştır. Bütün bu koşullara rağmen eğitime bütçeden ayrılan kaynağın 1929 yılından itibaren artmaya başladığını görüyoruz. Unutmayın ki bu kaynaklar ve kullanımları 1912-1922 döneminde on iki süren Balkan Savaşları, I. Dünya Savaşı ve İstiklal Savaşı sonrasında ekonomik kaynakları ve çok geri düzeydeki sınırlı sayıdaki sanayi kuruluşları yok olmuş ve tümüyle bir tarım ülkesine dönüşmüş bir ülkenin çok sınırlı kaynakları ile başlamış ve sürdürülmüştür.

Tablo 6

1924-1938 döneminde konsolide bütçe ödeneklerinden

belli konular için ayrılan ödenekler (% olarak)

Yıllar MillîEğitim (*) MillîSavunma Bayındırlık Duyun-uUmumiye LimanlarDemiryolları
1924

4.4

32.5

11.2

4.9

10.0

1925

3.9

32.2

9.9

7.0

3.0

1926

3.6

40.6

6.8

4.8

12.9

1927

2.8

34.9

11.5

4.4

21.2

1928

2.6

31.9

13.1

5.4

27.0

1929

3.2

26.9

13.2

12.6

21.3

1930

3.2

27.9

12.8

12.8

20.6

1931

3.0

30.9

12.0

12.1

6.3

1932

3.0

24.0

5.0

24.8

7.3

1933

3.2

24.2

7.0

22.8

7.6

1934

3.9

27.7

5.6

20.3

7.3

1935

3.8

27.5

5.2

19.5

8.5

1936

4.0

28.3

5.8

18.0

9.2

1937

4.3

26.8

5.5

17.1

10.4

1938

4.7

29.8

2.9

16.4

11.5

(*) Millî Savunma giderlerinin içerisine Jandarma Komutanlığı ve Askeri Fabrika ödenekleri de dahil edilmiştir.

Kaynak: 1) Bütçe Başlangıç ödenekleri ve Gelir Tahminleri 1930-1991, Maliye ve Gümrük Bakanlığı. 2) Bütçe Gider ve Gelir Gerçekleşmeleri 1924-1995, Maliye Bakanlığı.

Ayrıca, 1924-1938 dönemi Türkiye’nin dışarıdan borç kaynak kullanmadığı bir dönemdir de. Ancak bu dönemde açılan her okula bilim ve fen öğretimi için gerekli araç ve gereçler yurt dışından getirtilerek verilmiştir. Bu dönemde okullarda kullanılan ders araç ve gereçleri konusunda bir fikir edinmek için research.po.metu.edu.tr/ua/hu adresinde kayıtlı “Atatürk, Eğitim, Ekonomi” başlıklı konuşmamın görsellerine bakılabilir.

Çok kıt kaynaklarla başlatılan Türkiye Cumhuriyeti’nin çağdaş eğitim yapılanmasının geçirdiği evrelere ilişkin ayrıntılı bilgi edinmek isteyenler için Necdet Sakaoğlu’nun “Cumhuriyet Dönemi Eğitim Tarihi” İletişim Yayınları 2. Basım 1993 iyi bir kaynaktır.

Cumhuriyet döneminde eğitimdeki sayısal gelişmelere kısaca bir tablo eşliğinde göz atmak bize sağlanan gelişme konusunda genel bir fikir verebilir. Bu amaçla Tablo 7 düzenlenmiştir.

Tablo 7

1923-2011 döneminde eğitimdeki sayısal gelişmeler

Ders yılı İlkokul Ortaokul Lise Mesleki-Teknik
Ders Yılı Öğret. Öğrenci Öğret. Öğrenci Öğret. Öğrenci Öğret. Öğrenci
1923-24

10,238

341,941

796

5,905

513

1,241

538

6,547

1938-39

17,120

813,636

3,402

83,642

1,239

24,364

982

12,352

1971-72

131,341

4,939,516

28,452

783,471

11,219

244,569

15,021

235,086

2000-01

8 yıl olarak

345,004

10,288,456

71,344

1,324,083

63,436

804,736

2010-11

yandadır

468,679

10,289,370

118,378

2,676,123

104,327

2,072,487

Kaynak: 1) İstatistik Göstergeler 1923-1992, DİE sayfa 70-72 ve MEB Millî Eğitim İstatistikleri 2001 ve 2011.

Tablo 7 nin incelenmesinden de görüleceği üzere Cumhuriyetin kuruluşundan 2010-2011 öğrenim yılına değin geçen sürede ilkokul, ilköğretim ve lise ile lise dengi eğitimde hem öğrenci hem de öğretmen sayılarında çok büyük artışlar kaydedilmiştir. Tablo 7 ye bakanlardan bazıları 1923-24 ve 1938-39 dönemi sayısal gelişmelerinin yeterli olmadığını ileri sürebilir. Bu görüşü savunanlar, çok önemli bazı hususları göz ardı ederler veya görmezden gelirler. Bunlar anımsamakta fayda vardır. Her şeyden önce yukarıda da değindiğim üzere, 1912-1922 döneminde on iki yıl süren savaşlar sırasında silahaltına alınanlar arasında, diğer mesleklerden olduğu kadar savaşlarda yitirilen, çok sayıda öğretmen de vardır. O nedenle Cumhuriyeti kuranlar bağımsızlık sonrasında ilk olarak öğretmen yetiştiren kurumları güçlendirme yoluna gitmişlerdir. Savaşlarla geçen on iki yıl boyunca öğretmen kaybı yanında, savaş alanı olan yerlerde diğer yapılar kadar okullar da yıkıma uğramıştır. Bu gerçekler göz önüne alındığında anılan dönemde sağlanan gelişmelerin büyük başarı olarak tanımlanması gerekir.

Cumhuriyet’in ilk yıllarında eğitimin kalitesini yükseltmeye yönelik olarak alınan bazı kararları kısaca anımsamakta büyük fayda görmekteyim.

TBMM 6 Mart 1924 günü Eğitim Birliği (Tevhid-i Tedrisat) Yasasını kabul etmiştir. Bu yasa ile Osmanlı dönemindeki iki başlı eğitim sistemi sadece Millî Eğitim Bakanlığı çatısı altında bütünleşmiş bir yapıya kavuşturulmuştur. Saruhan Milletvekili Vâsıf (Çınar) Bey ve 57 arkadaşının önerdiği Eğitim Birliği Yasanın gerekçesinde yer alan bir açıklama geçmiş dönemin sorunu tanımak ve kurulmak istenen yapıyı çok güzel tanımlamaktadır. Günümüz Türkçesi ile “Bir devletin genel eğitim siyasetinde, milletin düşünce ve duygu bakımından birliğini sağlamak gereklidir ve bu da öğretim birliği ile olur. Tanzimat’ın ilan edildiği sıralarda öğretim birliğine geçilmek istenmişse de başarılı olunamamış, bilakis bir ikilik ortaya çıkmıştır. Bu ikilik eğitim ve öğretim birliği bakımından birçok kötü ve sakıncalı sonuçlar doğurmuş, iki türlü eğitimle ülkede iki tip insan yetişmeye başlamıştır. Önerimiz kabul edildiğinde, Türkiye Cumhuriyeti’ndeki bütün eğitim kurumlarının biricik merkezi Maarif Vekaleti olacaktır. Böylece bütün eğitim yuvalarında, Cumhuriyet’in kültür siyaseti, ortak bir eğitim yolu izleyecektir.[80]” Böylece Osmanlı Devleti döneminde Şer’iye (Din İşleri İle ilgili) ve Evkaf (vakıflarla ilgili) Bakanlıkların bünyesinde bulunan medrese ve okullar Eğitim Bakanlığı bünyesinde toplanmıştır.  Bu düzenleme ile Cumhuriyet ile birlikte eğitim din temelli olmaktan çıkmış ve laik yapılanmaya geçilmiştir. Eğitim Birliği Yasası’nı çıkaranlar ülkenin gereksinim duyduğu aydın din adamı gereksinimini de göz ardı etmemişlerdir. Yasa’ya konulan bir madde ile de yüksek eğitimli din uzmanları yetiştirmek için Üniversite bünyesinde İlahiyat Fakültesi kurulmasını ve din hizmetlerini görecek görevliler yetiştirmek üzere de imam-hatip liselerinin açılmasını kararlaştırmışlardır.

Ancak Eğitim Birliği Yasası’ndan ve eğitim programlarının laikleşen içeriğinden rahatsızlık duyanlar özellikle 1950 sonrasında eğitim yapılanmasını geriye döndürebilecek adımlar atmaya başlamışlardır.

1924 yılında dört yıllık öğretmen okullarının ders programlarına “sosyoloji” dersi de dahil edilmiştir. Hükümet aynı yıl ilkokullarda kız ve erkek öğrencilere karma eğitim verilmesi ve ayrıca kızların erkek ortaokullarına devam edebilmesi kararları da alınmıştır[81].

1925 yılında Orta Eğitim Öğretmenleri Yasası ile öğretmenlik ayrı bir meslek sınıfı konumu kazanmıştır. Aynı yasa ile öğretmenlerin hangi kurumlarda eğitim alacakları da tanımlanmıştır.

Millî Eğitim Bakanı Mustafa Necati’nin görev yaptığı dönemde 26 Aralık 1925-8 Ocak 1926 tarihleri arasında toplanan Üçüncü Bilim Heyeti’nin aldığı çok köklü kararlardan bazıları şunlardır[82];

–          Liselerin düzenlenmesi ve belirli merkezlerde büyük öğrenci ölçekli liseler kurulması.

–          Öğretmen okullarının belirli merkezlerde toplanması.

–          Meslek okullarının da belirli merkezlerde toplanması.

–          Stajyer öğretmenlere pedagojik formasyon kazandırılması.

–          Öğretmenlerin özlük haklarının yasal kurallara bağlanması.

–          Millî Talim Terbiye Dairesi’nin kurulması.

Bu çalışmalardan sonra 22 Mart 1926 da Maarif Teşkilatı Yasası çıkarılmıştır.

Bütün bu işlerin yapıldığı dönemde ülke sathına yayılmış çeşitli kademedeki okullara ilişkin bazı görselleri de sizlerin dikkatine sunmak isterim. Bu göreceğiniz görseller 12 yıllık savaştan çıkmış ve bir tarım ekonomisi olan ve kişi başına milli geliri 45-50 dolar aralığında olan bir ülkenin eğitim yapısına ilişkin görsellerdir. Bu görseller, Millî Eğitim Bakanlığı’nın 1999 yılında yayımladığı “Cumhuriyet’in İlk Yıllarında Eğitimden İzler” isimli eserden alınmıştır. Görselleri seçerken İstanbul, İzmir, Adana ve Ankara gibi büyük ve ekonomik olanakları göreceli olarak yüksek iller dışında kalan ve ekonomik olanakları çok kısıtlı illerden yapmaya özen gösterdim ki, kimsenin aklına gelişmiş illerin okullarında o tarihlerde böyle görüntü olabilir düşüncesi gelmesin istedim. Seçilen görsellerin altına hem kaynak hem de görselin kaç yılına ait olduğuna ilişkin bilgileri de yerleştirdim.

Görsel 1 deki resim 1926 yılına aittir ve Erzurum şehrindeki öksüz yurdu yatılı okulundaki öğrencilerden “terzi grubunu” göstermektedir. Anımsanacağı üzere, 1912-1922 döneminde 12 yıl süren savaşlarda şehit olma, hastalık ve sair nedenlerle yitirilen birçok insanımızın gerisinde çok sayıda yetim ve öksüz çocuk kalmıştı. İşte Cumhuriyet bu öksüz ve yetimler için yatılı okullar açmıştır. Bu okullarda okuyan öğrenciler arasında “terzi grubu”, “kunduracı grubu” oluşturulmuş ve çocukların giyim-kuşam ve ayakkabı gereksinimleri veya onarımları buralardan karşılanmıştır. Böylece öğrenciler bir yandan öğrenimlerini yaparken bir yandan da mesleki beceri ve sosyal dayanışma kültürünü kazanmışlardır.

Görsel 1

Kaynak: Cumhuriyet’in İlk Yıllarında Eğitimden İzler, T.C. Millî Eğitim Bakanlığı 1999, sayfa 2.

Gerek Görsel 1 de ve gerek diğer Görseller üzerinde Arap harfleri ile yazılar görülecektir. Bunun nedeni, aşağıda ayrıntılı olarak açıklanacağı üzere yeni Türk harflerine ilişkin yasa 1928 yılında kabul edilip uygulanmaya başlanmıştır. O nedenle 1928 yılı öncesine ait bu görsellerde Arap harfleri ile yazılmış notlara rastlıyoruz.

Görsel 2

Kaynak: Cumhuriyet’in İlk Yıllarında Eğitimden İzler, T.C. Millî Eğitim Bakanlığı 1999, sayfa 4.

Görsel 2 de yer alan resim de yine 1926 yılına ait olup, Erzurum kentindeki öksüzler yurdu yatılı okulunda “elişleri dersi” sırasında çekilmiştir. Resimde çocukların elişleri dersinde ayrı giysi ve önlükler giydikleri ve yaptıkları elişlerinin de duvarda sergilendikleri görülmektedir.

Görsel 3 de Balıkesir’deki kız ortaokulu öğrencileri görülmektedir. Resim 1925 yılında çekilmiştir. Kız öğrencilerin kıyafetleri ve çantaları o günün koşulları çerçevesinde son derece çağdaş düzeydedir. Bu resim Cumhuriyet’in kız çocuklarına ve kadınlara kazandırdığı medeni hakların ve yaşam koşullarının çok güzel bir göstergesidir.

Görsel 3

Kaynak: Cumhuriyet’in İlk Yıllarında Eğitimden İzler, T.C. Millî Eğitim Bakanlığı 1999, sayfa 16.

Görsel 4 Urfa Birecik’te kız ilkokulunda 1926 yılında çekilmiştir. Öğretmen ve öğrencilerin giysileri dikkat çekecek güzelliktedir. Kız çocuklarının giydikleri şapkalar ve taktıkları fularlar görüntüye ayrı bir renk katmıştır. Çocukların ve öğretmenlerin yüzlerindeki özgüven ifadesi dikkat çekmektedir.

Görsel 4

Kaynak: Cumhuriyet’in İlk Yıllarında Eğitimden İzler, T.C. Millî Eğitim Bakanlığı 1999, sayfa 32.

Görsel 3 ve 4 ü incelerken, Serpil Çakır’ın “Osmanlı Kadın Hareketi” isimli kitabından yaptığım alıntılarda dile getirilen özlemleri de anımsamanızı isterim.

İlk ve ortaokul düzeyinde sunduğum bu görsellerden sonra şimdi de lise düzeyine ilişkin bazı görselleri sunmak isterim. Görsel 5 ve 6 da sırasıyla Erzurum’daki erkek öğretmen okulu ve İstanbul’daki kız öğretmen okuluna ait resimler yer almaktadır. Her iki fotoğraf da 1926 yılına aittir. Her iki resimde de öğrenci ve öğretmenlerin giysileri, yüz ifadeleri ve özgüvenleri çok somut bir biçimde görülmektedir.

Görsel 5

Kaynak: Cumhuriyet’in İlk Yıllarında Eğitimden İzler, T.C. Millî Eğitim Bakanlığı 1999, sayfa 44.

Görsel 6

Kaynak: Cumhuriyet’in İlk Yıllarında Eğitimden İzler, T.C. Millî Eğitim Bakanlığı 1999, sayfa 44.

 

Görsel 6 da yer alan görüntüden sonra Serpil Çakır’ın kitabından bir alıntı daha yapmak gerekiyor; “Kız çocuklarının dini bir kural olan örtünme nedeniyle 9-10 yaşından sonra erkeklerden ders alamayacaklarını belirten Saffet Paşa, kızların rüştiyelerde okumaları için hocaların aynı cinsiyetten olmaları koşulu nedeniyle, kadın öğretmen okullarına öncelik verdiklerini belirtmişti. Dar-ül-muallimât ilk mezunlarını 1873 te verdi, 17 mezundan 6 sı inâs rüştiyesine atandı.[83]” Bu ifadenin içeriğinin ötesinde şu iki hususa da dikkat çekmek isterim; 1873 yılında kurulan okulun adı Dar-ül-muallimât yani Arapça ve güzel Türkçemizle ise “Kız Öğretmen Okulu”. İkincisi ise kadın öğretmenlerin atandıkları kurumun adı yine Arapça İnâs Rüştiyesi, Türkçesi Kız Ortaokul. Görüldüğü üzere, 1873 yılında dahi bırakın başka şeylerin adlarını okulların isimleri bile Türkçeleştirilememiştir.

Atatürk’ten yaptığım alıntılarda bilim ve fen derslerine büyük önem verdiğini görmüştük. Bu bağlamda Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında okulların fen derslerinde kullandığı araç ve gereçlerden birkaç örnek vereceğim. Bu fotoğraflarda sadece resmin ön tarafında yer alan eğitim malzemelerine değil, dolaplarda ve duvarlardaki araç ve gereçleri de dikkat etmek gerekir. Bu araç gereçlerin küçük bir bölümü Osmanlı döneminden kalmış olsa bile büyük çoğunluğunun Cumhuriyet idaresi tarafından yurt dışından getirtildiğini düşünüyorum.

Görsel 7 Diyarbakır Erkek Lisesinde 1927 yılında çekilmiştir. Resim fen derslerinin yapıldığı laboratuvarda çekilmiştir.

Görsel 7

 

Kaynak: Cumhuriyet’in İlk Yıllarında Eğitimden İzler, T.C. Millî Eğitim Bakanlığı 1999, sayfa 63.

Görsel 8 de ise Balıkesir ortaokulunda 1926 yılında kimya laboratuvarında çekilmiştir. Masa üzerindeki deney aletleri kadar, dolaplarda yer alan birçok deney araç ve gereçleri de dikkat çekici boyuttadır.

Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında eğitim içeriği ve kalitesine verilen önemi bu birkaç seçilmiş görüntü dahi açıkça göstermektedir.

Görsel 8

 

Kaynak: Cumhuriyet’in İlk Yıllarında Eğitimden İzler, T.C. Millî Eğitim Bakanlığı 1999, sayfa 67.

Atatürk’ün 22 Ocak 1923 günü Bursa’da Şark Sinemasında yaptığı konuşmada bazı alıntılara yukarıda yer vermiştim. Anımsanacağı üzere bu konuşmada Atatürk güzel sanatlara toplumsal yaşamında ve öğreniminde yer vermeyen toplumların ilerleyemeyeceklerini de seçtiği güzel örneklerle açıklayarak vurgulamıştır. O nedenle Cumhuriyetin kuruluş yıllarında okullarda güzel sanatlara da gereken önem ve yer verilmiştir. Buna ilişkin iki görsel daha sunarak bu bölümü tamamlamak istiyorum.

Görsel 9

Kaynak: Cumhuriyet’in İlk Yıllarında Eğitimden İzler, T.C. Millî Eğitim Bakanlığı 1999, sayfa 76.

Görsel 9 da yer alan resim Diyarbakır’daki Erkek Öğretmen Okulunda 1924 yılında müzik dersi sırasında çekilmiştir. Görüldüğü üzere öğrencilerin bir bölümünün ellerinde kemanları varken diğer öğrencilerde de diğer bazı müzik araçları bulunmaktadır.

Görsel 10

Kaynak: Cumhuriyet’in İlk Yıllarında Eğitimden İzler, T.C. Millî Eğitim Bakanlığı 1999, sayfa 78.

Görsel 10 ise Konya Kız Öğretmen Okulunda 1926 yılında çekilmiştir. Resme dikkatle bakıldığında sınıfta iki adet piyano, iki öğrencide mandolin, bir öğrencide viyolonsel ve diğer tüm öğrencilerin ellerinde de keman bulunduğu görülür.

Yukarıda sunduğum ve aşağıda sunmaya devam edeceğim bilgiler ile birlikte paylaştığım 10 görsel Cumhuriyet ile birlikte “Çağdaş Eğitime” ulaştığımızın somut göstergeleridir. Sizlere sunduğum 10 görsel, 268 sayfa görselle dolu Millî Eğitim Bakanlığı’nın 1999 yılında bastırdığı “Cumhuriyet’in İlk Yıllarında Eğitimden İzler” başlıklı kitaptan alınmıştır. Söz konusu kitapta yer alan görseller binlerce görsel arasında seçilmişlerdir.

Şimdi yeniden kuruluş yıllarında eğitim alanında alınmış diğer kararlara göz atmaya devam edebiliriz.

24 Nisan 1926 tarihinde çıkarılan 822 sayılı yasa ile ilkokullar gibi ortaokullar ve liselerde gündüz okuyan öğrencilerden ücret alınmaması yasalaşmıştır. İki ay sonra 8 Haziran 1926 tarihinde çıkarılan 915 sayılı yasa ile bazı okullara parasız yatılı öğrenci kabul edilmesi yetkisi Bakanlığa verilmiştir. Gerek bu parasız eğitim ve parasız yatılı öğrenci kabulü ve gerek yukarıdaki görsellerde gördüğünüz okulların eğitim malzemeleri ile donatımı, yukarıda Tablo 6 da gördüğünüz bütçenin kısıtlı olanakları içinde gerçekleştirilmiştir.

Eğitime yönelik atılımlar bu sayılanlarla sınırlı değildir. 1925 yılında çıkarılan bir yasa ile Tekke ve Zaviyeler kapatılmıştır. Bu kuruluşlar, daha önce de açıkladığım gibi Osmanlı Devleti döneminde Devletin eğitim kurumlarının yanında dinsel içerikte tarikat öğretilerini veren kuruluşlardı. Yine 1926 yılında çıkarılan diğer bir yasa ile de iktisadi faaliyetlerde bulunan kuruluşlarda Türkçe’nin zorunlu dil olarak kullanılması kuralını getirmiştir. Böyle bir yasa çıkarılma gereğinin duyulması, Osmanlı Devleti döneminde ülke topraklarında kurulan ve faaliyet gösteren yabancı şirketler halkla işlemlerini yaparken ve yasal defterlerini tutarken geldikleri ülkenin dilini kullanıyorlardı. Bu kapitülasyonların uzantısından başka bir şey değildi. Lozan Antlaşması ile kapitülasyon kaldırılmıştı, ancak birçok yabancı şirket bu uygulamaları sürdürmeye çalışıyor ve hatta bu nedenle çalışanların işlerine bile son vermeye teşebbüs edenler bile vardı. Günümüzde alış veriş merkezlerinin içindeki ve dışındaki iş yerlerine bakıldığında Türkçe isim taşıyan işyeri sayısı parmakla sayılacak düzeye yeniden indiği görülür. 1928 yılında kabul edilen bir yasa ile de uluslararası alanda kullanılan rakamların tüm etkinliklerde kullanılması kabul edilmiştir.

Eğitim devrimi çerçevesinde yapılan en önemli işlerden birisi de “Yeni Türk Harflerinin Kabul ve Uygulanması Hakkında Kanun”dur. Bu yasanın çıkmasından kısa süre önce Atatürk, 9/10 Ağustos 1928 tarihinde İstanbul’daki Sarayburnu parkında halk ile yaptığı bir söyleşide yeni harflere geçişin haberini şöyle vermiştir; “Bizim ahenkli (ses uyumlu), zengin dilimiz yeni Türk harfleriyle kendini gösterecektir. Asırlardan beri kafalarımızı demir çerçeve içinde bulundurarak, anlaşılmayan ve anlayamadığımız işaretlerden kendinizi kurtarmak … mecburiyetindesiniz. … Yeni Türk harfleri çabuk öğrenilmelidir. Vatandaşa, kadına, erkeğe, hamala, saldalcıya öğretiniz. Bunu vatanseverlik ve milliyetseverlik görevi biliniz. Bu görevi yaparken düşününüz ki, bir milletin, bir toplumun yüzde onu okuma yazma bilir, yüzde sekseni doksanı bilmez durumdadır. Bundan insan olanların utanması gerekir. … Bu millet utanmak için yaratılmış bir millet değildir; öğünmek için yaratılmış, tarihini övünçle doldurmuş bir millettir. Fakat milletin yüzde sekseni okuma yazma bilmiyorsa bu hata bizde değildir. Türk’ün karakterini anlamayarak kafasını bir takım zincirlerle saranlardadır. Artık geçmişin hatalarını kökünden temizlemek zamanındayız.[84]”  Atatürk’ün bu söyleşisinden birkaç ay sonra 1 Kasım 1928 tarihinde kabul edilen yasa ile yeni Türk harfleri kabul edilmiş ve uygulamaya girmiştir. Yeni Türk harflerinin kabulünü tamamlayan diğer büyük atılım da Atatürk’ün talimatı ile 12 Temmuz 1932 tarihinde “Türk Dil Kurumu”nun oluşturulmasıdır. Kurum’un kurulmasından birkaç ay sonra 26 Eylül 1932 tarihinde İstanbul Dolmabahçe Sarayı’nda “Birinci Türk Dil Kurultayı” toplanmıştır. Bu Kurultay’ı 1934 ve 1936 da yapılan ikinci ve üçüncü Kurultay’lar izlemiştir. Bu üç Kurultay ile Türk Dil Kurumu’nun yönetim organları seçilmesi yanında izleyeceği dil politikasının esasları da belirlenmiştir.

Genç kuşaklara, Yeni Türk Harflerinin kabulü ile Türk Dil Kurumu’nun oluşturulmasının önemini anlatabilmek için iki örnek vermek istiyorum. Birincisi, Arap harflerinin Osmanlı döneminden Fatih döneminden beri öğretilmesinde uygulanan kurallara ilişkin bir örnektir. “… Hatt-ı huruf, hecâ ile tasvir-i lâfza derler. Hecâ, hurufu isimleriyle ta’dada derler. ‘Cim’ isimdir ‘C’ müsemmasıdır. … Arabî’de gâh olur ki bir harfi kitabetten hazf edip telaffuz ederler. Gâh bir harfi ziyâde edip telâffuz etmezler.[85]” Benim sözlükle çözebildiği yaklaşık anlamı şudur; “Sözü oluşturan hecelerin resimlerinin yapılmasına harflerin yazılması denir. Hece, harf şekillerinin toplamına denir. ‘C’ harfi ‘Cim’ diye okunur, resmi ‘C’ şeklindedir. … Arapçada bazen kelimeleri yazarken bir harf yazılmaz, ama o harf varmış gibi okunur, bazen de kelimedeki harf sayısının arttırırlar ancak bazılarını okumazlar.” Arapçayı öğretirken öğrencilere ezberletilen kurallardan birinin bu olduğu kaynak kitapta belirtilmektedir. Vereceğim ikinci örnek şöyledir; “Müsellesin mesâha-i sathı, kaidesi ile irtifaının zarbının nısfına müsavidir.” Bu da bildiğiniz üçgenin alanının nasıl hesaplanacağının formülüdür; “Üçgenin kapsadığı alan tabanı ile yüksekliğinin çarpımının yarısına eşittir.” Türk vatandaşı hangisi hem kolayca anlar hem de söyleneni gözünün önünde canlandırarak belleğine yerleştirebilir? Düşünün ki, Türk vatandaşları geometri derslerinde üçgenin tarifini anadillerinde değil Arapça olarak öğreniyorlardı. Atatürk, öğrencilerin geometri derslerini Arapça deyimlerle öğrenmesindeki güçlüğü düşünerek, kendisi 1936-37 yıllarında bir geometri kitabı yazmıştır. 44 sayfa olan bu kitapta geometri deyimlerinin Türkçe karşılıklarını dilimize kazandırdığı gibi geometri kavramlarının kolayca anlaşılmasını sağlayacak düzenlemeler de yapmıştır. Bugün tüm öğrencilerin geometri derslerinde kullandıkları tüm deyimler Atatürk’ten onlara bir armağandır. Birkaç örnek vermek gerekirse; boyut, uzay, yüzey, düzey, çap, yarıçap, kesit, yay, teğet, üçgen, dörtgen v.b. Bu konuda tüm listeyi görmek isteyenler internette “Atatürk’ün Yazdığı Geometri Kitabı” sorgulaması yaptıklarında birçok sitede bilgi bulabileceklerdir.

Atatürk’ün kaleme aldığı diğer bir ders kitabı da okullarda okuduğumuz “Vatandaşlık Bilgisi”ne temel oluşturan “Medeni Bilgiler” kitabıdır. Bu kitap da Osmanlı Padişahının kulluğundan Cumhuriyet bireyi konumuna yükselen yurttaşların yeni konumlarını öğrenmelerine hizmet eden bir eser olmuştur.

Zaman zaman Osmanlı Devleti’nin batış nedenleri üzerinde dost sohbetleri yapılır ve birçok gözlemde bulunulur. Düşünün ki, bir devlet 600 yıllık yaşamı boyunca, kendi “abc”sini oluşturmaz, çocuklarına okullarda anadilleri yerine bir başka dili öğreterek eğitim verir, bilim ve fen alanlarında araştırma yapılmasını özendirmez, Avrupa ülkelerinin bilim akademileri kurduğu dönemde buna ayak uydurmaz ise, o devletin gelişen dünya koşullarında ayakta kalabilmesi mümkün olabilir mi? Elbette olmaz.

Bu nokta anadillerini geliştirme konusunda tarihten birkaç örnek vermek isterim. Tarihte kendi anadilinin kaynaklarına dönme görüşünü ilk defa savunan kişi Latin filozofu Cicero’dur[86]. Cicero (M.Ö. 106-43), Latince’ye Yunanca’dan giren sözcüklerin yerine kendi dilindeki köklere yaptığı eklerle yeni sözcükler üretme yöntemi ile anadilini zenginleştirmiştir. Cicero’nun bu girişimine şair Lucretius da büyük destek vermiştir. Cicero’nun Batı’da Milattan Önce başlattığı bu girişimin benzerini, Doğu’da İranlı şair Firdevsî (934?-1020) bin yıl kadar sonra başlatmıştır. Firdevsî, otuz bin beyitlik Şehname isimli eserini yazarken yaygın biçimde unutulmuş eski Farsça sözcükleri kullanmaya özen göstermiştir[87]. Avrupa’da Rönesans ile birlikte anadilin zenginliklerine dönme akımı da başlamıştır. Bu alandaki öncüler ise İtalyan şair Dante (1265-1321) ve Alman Martin Luther (1483-1546) olmuştur.

Cumhuriyet’in eğitim hamlelerinin diğer önemli bir hamlesi de Köy Enstitüleri’nin kurulması olmuştur. Köy Enstitülerinin kurulması gereği ve anlayışının temeli 12 Şubat-4 Mart 1923 tarihleri arasında toplanan İzmir İktisat Kongresi’nde atılmıştır. Kongre’de “Ziraat ve Maarif Meselesi” başlıklı raporunun ilk dört maddesinde Köy Enstitüsü sözcükleri kullanılmaksızın köylerde uygulamalı eğitim verecek okulların açılması şeklide dile getirilmiştir. 6 ıncı maddede ise şu ifadelere yer verilmiştir; “Köylerdeki ilkokulların mutlaka beş dönümlük bir bahçesi ve iki ineklik fennî bir ahır ve kümesi yeni usül bir arılığı ve öğretmenler için iki odalı bir evi olması ve arazinin bir kısmı sebze ve bir kısmı çiçek, bir kısmı da fidancılığa tahsis edilerek öğretmenlerin gözetimi altında bizzat öğrenciler tarafından idare edilerek harcama ve gelirlerinin köy öğretmenlerine ait olması ve bu suretle çocuklara uygulamalı olarak çiftçiliğin öğretilmesi ve aydın insanların köylerde yerleşmesinin özendirilmesi.[88]

Elbette bu okullar için yetişecek öğretmenlerin de özel olarak yetiştirilmesi gerekiyordu. 1923-1940 döneminde yaşanan süreç anımsanarak şu verilere bakmak gerekir. 1940 yılında, Türkiye’nin nüfusu 17,821,000 olup bunların 4,753,304 ü belediye sınırları içinde yaşıyordu. Bir başka boyuttan bakıldığında 1940 yılında 6 yaş üzeri nüfus 14,900,126 ve okur-yazar sayısı da 3,657,367 idi. Diğer bir deyişle 6 yaş üzeri nüfusun yüzde 24.5 u okur-yazardır. En geniş anlamında kentleşme yüzde 26.7 düzeyindedir. 1940 yılında nüfusun okur-yazarlık oranları ise şöyledir; toplam nüfusun yüzde 24.5 okur-yazar, erkeklerde bu oran yüzde 36.2 iken kadınlarda 12.9 dur. Rakamlara dikkatle bakıldığında okur-yazarlık oranı ile geniş tanımlı (belediyeler olarak) kent nüfusu ile oranlarının çok yakın olduğu görülüyor[89]. 6 yaş altı nüfus düşülerek bakıldığında kentlerde okur-yazarlık sorunun geniş ölçüde çözülmüş olmasına karşın köylerde okur-yazarlık oranının çok düşük düzeylerde kaldığı da görülür. Ayrıca, köyler, sağlık, temizlik, hijyen bakımından sorunlu olduğu gibi gelişmeyi tetikleyecek niteliklerden de yoksundur[90]. İktisat Kongresi’nin tavsiye kararlarını yaşama geçirebilmek ve köylerin belirtilen sorunlarını çözümleyebilmek için Millî Eğitim Bakanlarından Mustafa Necati 1927 ve Dr. Reşit Galip 1933 de bu amaçla programlar hazırlatıp pilot uygulama denediler ise de beklenen sonuç alınamadı[91].  Hasan Âli Yücel’in Bakanlığı döneminde köylerdeki uygulamalı eğitim sorunu çözebilmek için 17 Nisan 1940 tarihinde çıkarılan 3803 sayılı yasa ile Köy Enstitüleri kurulması yasal dayanağa kavuştu ve 19 Haziran 1942 de çıkarılan 4247 sayılı yasa ile de teşkilatlanmaları düzenlenmiştir. Köy Enstitüleri, köylerdeki okur-yazarlık oranını kentler düzeyine yaklaştırma görevinin yanında, köyün tarım tekniklerini geliştirmek, daha sağlıklı ve dayanıklı binalarda yaşanmasını sağlamak, köyde sağlık ve hijyen bilinçlenmesini sağlamak gibi işlevleri de içermekteydi. 1942 tarihli yasanın 13 üncü maddesinde yer alan hüküm ise şöyledir; “Köylerde her yıl eylül ayının sonuna kadar 6 yaşını bitirmiş olanlar, ilkokula ve ilkokulu bitirdikten sonra, daha yüksekokullara devam etmeyenlerden 16 yaşını tamamlamamış bulunanlar varsa, bunlar da birinci maddede yazılı meslek kurslarına devama mecburdurlar.” Görüldüğü üzere, köylerde okuma-yazmanın ötesinde mesleki beceri kazandırmak da temel hedefler arasındadır. Kurulan Köy Enstitülerinin sayısı zaman içerisinde 21 e çıkmıştır. Bu bilgilerden sonra Köy Enstitülerine ilişkin olarak görseller eşliğinde bazı bilgiler sunmak isterim.

Görsel 11 de çocuklarını Düziçi Köy Enstitüsüne öğretmen yetiştirilmek üzere teslim eden anneler ve babalar görülmektedir. Çocukların yüzünde gülümseme varken, bazı anneler hüzünlü bazıları ise mutlu. Resimde koyu renk elbiseli bayan Enstitünün öğretmenlerinden birisi olmalı.

Görsel 11

 

Kaynak: T.C. Kültür Bakanlığı “Köy Enstitüleri 60. Yıl (1940-2000)”, sayfa 75.

Görsel 12 de Kastamonu Göl Köy Enstitüsüne okumak için gelen üç kız öğrenci görülmektedir. ve Görsel 13 de ise Adana Düziçi Köy Enstitüsü için Ulukışla köylerinden seçilen kız öğrenciler görülmektedir. Görsel 14 de Kars Cılavuz Köy Enstitüsüne kaydedilen erkek öğrenciler görülmektedir. Gerek bu üç görsel ve gerek diğer görseller bizlere, Anadolu’yu uyandırmakta olan şafak ışıklarını göstermektedir. Ancak ne yazık ki, bu ışıktan çıkarları zedelenenler ve korkanlar, bu ışığın köylerimizi ve dolayısı ile tüm Türkiye’yi sürekli aydınlatmaması için bir süre sonra yoğun bir karalama kampanyası başlatacaklardır.

Görsel 12

Kaynak: T.C. Kültür Bakanlığı “Köy Enstitüleri 60. Yıl (1940-2000)”, sayfa 70.

Görsel 13

Kaynak: T.C. Kültür Bakanlığı “Köy Enstitüleri 60. Yıl (1940-2000)”, sayfa 70.

Görsel 14

Kaynak: T.C. Kültür Bakanlığı “Köy Enstitüleri 60. Yıl (1940-2000)”, sayfa 72.

İşte köylerden seçilen bu ve benzeri çocuklardan 15,000 i Enstitüler kapatılıncaya kadar, öğretmen olarak yetiştirilmiş ve bunların yanında da 2,000 dolayında sağlık görevlisi olarak eğitilmiştir[92]. Okula gelen çocuklar, özellikle kuruluş yıllarında, bir yandan okuyacakları okulun yapımında emek verirken diğer yandan da eğitimlerini sürdürmüşlerdir. Enstitülerde dershane, yatakhane, mutfak, işlik, ahır, depo, garaj, öğretmen evi gereksinimlerini karşılamak için 306 bina yapılmıştır. Aynı şekilde bu okullara 15,000 dönüm tarım çalışmaları için verilmiştir. Enstitülerde 250,000 fidan dikilmiş, 1,500 dönüm arazi sebze tarımı için uygun konuma getirilmiş, 1,200 dönüm bağ yapılmış ve 9,000 baş hayvan yetiştirilmiştir[93].

Şimdi de bu sürece ilişkin birkaç görsele göz atalım. Görsel 15 Köy Enstitülerinin kuruluş aşamasında öğrenciler ile öğretmenlerin kaldıkları çadırları görüntülemektedir. Bu ve kaynak belgedeki birçok görselden de anlaşılacağı üzere Köy Enstitüleri sıfırdan başlayarak kendi alt ve üst yapısını oluşturarak kuruldan ve gelişme yolundaki tüm ülkelere örnek olabilecek özgün bir Türk eğitim modeli ve yapılanmasıdır.

Görsel 15

Kaynak: T.C. Kültür Bakanlığı “Köy Enstitüleri 60. Yıl (1940-2000)”, sayfa 114.

Görsel 16 da Sivas Yıldızeli Köy Enstitüsünün inşaat çalışmalarına katılan öğretmen ve öğrenciler yer almaktadır. Aslında bu okulların kuruluş aşaması ile çalışmalarına ilişkin yüzlerce görselin bulunduğu Kültür Bakanlığının 2000 yılında yayınladığı “Köy Enstitüleri 60. Yıl (1940-2000)” isimli eser, hem tüm Eğitim Fakültelerinin hem de tüm eğitim gönüllülerinin kitaplığında bulunması gereken bir temel belge niteliğindedir.

Görsel 16

Kaynak: T.C. Kültür Bakanlığı “Köy Enstitüleri 60. Yıl (1940-2000)”, sayfa 99.

Görsel 17 de öğrencilerin diktikleri çeliklerin fidan aşamasına gelmesi üzerine yaptıkları çapalama çalışmaları yer almaktadır. Öğrenciler, meyve, sebze, hububat ekimi bakımı, hasat ve hayvancılık çalışmalarına ilişkin çok güzel görseller de anılan kitapta yer almaktadır.

Görsel 17

Kaynak: T.C. Kültür Bakanlığı “Köy Enstitüleri 60. Yıl (1940-2000)”, sayfa 126.

Öğrenciler, okullar yapıldıktan sonra uygulamalı öğrenimlerini sürdürürken bir yandan da beden eğitimi ve güzel sanatlara ilişkin dersler de görmekteydiler. Enstitülerin bulunduğu coğrafi konuma göre, kayak dersleri de verilmiştir. Ayrıca kız ve erkek öğrenciler saç kesme konusunu da uygulamalı olarak öğrenmişlerdir. Kızlar kızların, erkekler de erkeklerin saçları keserek bu uygulamaları yapmışlardır. Enstitüyü bitiren öğrenciler, akordeon, saz, keman veya diğer bir müzik aletini de belirli düzeyde çalacak konuma erişmiş oluyorlardı. Bu örnekler de göstermektedir ki, Enstitülerde sadece köye yönelik temel gereksinimlere yanıt verecek bir eğitim yapılmamakta aynı zamanda köyden gelen çocuklarımıza kültürel zenginlik ve derinlik de kazandırılmaktaydı.

Görsel 18

 

Kaynak: T.C. Kültür Bakanlığı “Köy Enstitüleri 60. Yıl (1940-2000)”, sayfa 204.

Enstitülerde müzik eğitimine ilişkin bir görsel sunmak istiyorum. Görsel 18 de Savaştepe Köy Enstitüsü keman grubu öğrencileri görülmektedir.

Köy Enstitüsünü bitirip görev yerlerine gidecek köy öğretmenlerine ilişkin iki görsel, sizlere Görsel 11, 12, 13 ve 14 de Enstitülere gelen öğrencilerin gösterdiği gelişmeler konusunda güzel bir fikir verecektir. Görsel 19 da Beşikdüzü Köy Enstitüsünü bitirip köy öğretmenine dönüşen köy kızlarımızı kendi dokuyup diktikleri elbiselerle ve öğretmenleri ile göstermektedir.

Görsel 19

 

Kaynak: T.C. Kültür Bakanlığı “Köy Enstitüleri 60. Yıl (1940-2000)”, sayfa 207.

Görsel 20 deki resim erkek öğrenciler öğretmenleri ile birlikte yürüyüş sırasında göstermektedir.

Görsel 20

 

Kaynak: T.C. Kültür Bakanlığı “Köy Enstitüleri 60. Yıl (1940-2000)”, sayfa 141.

Köy Enstitülerini bitiren köy öğretmenleri gittikleri köylerde imece yöntemiyle köy halkının katılım ve desteği ile okullarını da inşa etmişlerdir. Buna ilişkin olarak iki görsel sunmak istiyorum. Görsel 21 de köy halkının da katılımı ile köy öğretmeninin yapmakta oldukları bir okul inşaatı görülmektedir. Köylünün okul inşaatında öğrendikleri kendi evlerini yaparken izleyecekleri yol için de ufuklarını açmaktaydı.

Görsel 21

Kaynak: T.C. Kültür Bakanlığı “Köy Enstitüleri 60. Yıl (1940-2000)”, sayfa 182.

Görsel 22, Çankırı’da yapılmakta olan (Görsel 21 deki) okulun inşaatına taş ve kremit taşıyan köylüler görülmektedir.

Görsel 22

Kaynak: T.C. Kültür Bakanlığı “Köy Enstitüleri 60. Yıl (1940-2000)”, sayfa 182.

Köy Enstitüleri çalışıp mezunları köylerde göreve başlayınca, köylerde verdikleri hizmetler büyük toprak sahibi ağalar ve tutucu çevreler tarafından hoşlanılmamış ve tepki almaya başlamıştır. Bu durum politikacıları da etkilediğinde 1947 yılında eğitim programları değiştirilmeye başlanmıştır. 1950 de Demokrat Parti’nin iktidara gelmesi ile Enstitülerin öğrenim programlarında köklü değişiklik yapılmış ve işlevlerinden uzaklaştırılmışlar ve 1952-53 ders yılından başlayarak genel bilgi veren kurumlara dönüştürülmüş ve 1954 yılında da ilköğretmen okulları ile birleşitilerek kapatılmışlardır[94].

Köy Enstitüleri kapatılmayıp hizmet vermeye devam etselerdi ve bilim ve teknolojideki gelişmeleri izleyerek köylerimize aktarabilmiş olsa idi, Türkiye bugün bulunduğu sosyal, ekonomik ve demokratik gelişmişlik düzeyinin çok daha ilerisinde olabilirdi. Kısır ve bencil çıkar hesaplarına kurban edilen bu örnek eğitim kurumlarının kapatılmasının bedelini kapattıranlar ve kapatanlar değil tüm Türkiye ödemiştir.

Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında lise düzeyi eğitimde kalitenin Avrupa ülkeleri düzeyine ulaşması için yapılan diğer bazı uygulamaları da şöylece sıralamak mümkündür; mantık, felsefe, sosyoloji ve psikoloji dersleri zorunlu dersler arasına eklenmiştir. Ayrıca, liseyi bitiren öğrencilerden üniversiteye gidecekler “olgunluk sınavı” adı verilen merkezi bir sınava alınmışlardır. Bu sınav Fransızların uyguladığı bakalorya sınavı ile eşdeğer bir sınavdır. Bu sınavı kazanan öğrenciler üniversiteye devam etme hakkını kazanıyorlardı. Üniversiteler ve Fakülteleri lise bitirme derecelerine göre öğrenci kabul ediyorlardı.

Ortaokul ve liseler ile Köy Enstitülerinde öğrencilerine güzel sanatlar ve bu bağlamda da müzik dersleri vermeye büyük özen gösteren eğitim modeli çerçevesinde 1924 yılında Müzik Öğretmen Okulu açılmıştır. Bu okulun gelişmesi için büyük emekler harcanmıştır. Bu okulun öğrencileri arasında 6 Mayıs 1936 günü yapılan bir sınav sonucu 86 kız ve erkek öğrenci seçilmiştir. Bu öğrenciler, bir süredir kurulma çalışmaları devam eden Ankara Devlet Konservatuarı’nın ilk öğrencileri olmuştur.

Bu Konservatuar, ülkemizin güzel sanatlar yönünden yetenekli birçok çocuğunun yetişmesinde ve dünya ölçeğinde tanınan sanatçılar olmalarında büyük katkı sağlamıştır. Bunların arasından sadece birkaçının adını anımsamak istiyorum; Leyla Gencer, Suna Kan, Mehmet Okonşar ve Fazıl Say. Aramızdan 2008 yılında ayrılana kadar dünya operasının mabedi La Scala sahnelerine Leyla Gencer 1957-1985 arasında 28 yıl hükümran olabilmiş ve “La Diva Turca” (Olağan dışı Türk ses sanatçısı) ve “La Regina” (Kraliçe) ünvanına layık görülüyorsa ve tüm zamanların en büyük orkestra şefi sıfatının verildiği Arturo Toscanini’nin cenaze töreninde Verdi’nin Requiem’inden bir aryayı seslendirme onuru tüm dünya sopranoları içinde Leyla Gencer’e verilmişse[95], bu onur için ona saygı duyup, neden yeniden bir Gencer’i evrensel müziğe kazandıramıyoruz sorusunu hepimizin kendisine sorması gerekir. Zira muhtemelen o yetenekler her kuşakta Anadolu’nun bir yerine yaşıyor ve biz onları ortaya çıkaracak ortamı yaratamıyorsak, bu sadece ona yeşereceği ortamı yaratamadığımız için bizim ortak ayıbımız oluyor. Bugün klasik batı müziğinin beşiği olan Almanya, Fransa, İtalya ve Avusturya gibi ülkelerde kendi bestelerinin icra edildiği ortamlarda, Fazıl Say, sadece bir virtüöz sanatçı olarak değil, aynı zamanda usta bir besteci olarak ayakta uzun süre alkışlanıyorsa, bu onuru Cumhuriyeti kuranların sanata verdikleri önem ve desteğe borçlu olduğumuzu asla aklımızdan çıkarmamalıyız ve onlara destek olmak bazılarımızın içinden gelmiyorsa bile en azından Fazıl Say’ları üzmek ve küstürmek gibi bir hakkımız olmadığını da kabul etmek zarafetini gösterebilmeliyiz. Konservatuarlarımızın (yenileri de açılmış olduğu için çoğul yazdım) ortaya çıkardığı ulusal yeteneklerimiz yüzyıllar sonra da dünyanın her yanında saygı ile dinleneceklerdir, yeterki biz onlara uygun ortamı daima hazır tutalım. Nüfusumuzun içinde daha nice dünya ölçeğinde başarı kazanacak yetenekler saklı durmakta, bizlere düşen görev onların ortaya çıkabileceği ortamı hazırlamak ve desteklemektir. Konservatuarlarımızın yetiştirdiği yetenekler elbette bu saydıklarımla sınırlı değildir, saydığımız isimler, sadece onları temsilen yazılmış isimlerdir. İsimlerini yazamadığım tüm saygın sanatçılarımıza da gönülden sevgi ve saygı sunmaktan onur duyarım.

Millî Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel’in, ülke eğitiminde yaptığı sayısız büyük hizmetlerinden birisi de Dünya Klasiklerinin Türkçe diline kazandırılması olmuştur. Bu çeviri çalışmaları Batı ve Doğu dünyasının insanlığa mal olmuş yazınlarını dilimize ve kültürel gelişmemize kazandırmıştır. Ancak Yücel’in başlattığı bu güzel çalışma izleyen Bakanlarca ne yazık ki sürdürülmemiştir.

1950 den günümüze gelen süreçte, 1950 öncesinde oluşturulan çağdaş laik eğitimden aşama aşama birçok şey koparılmıştır. Bunları kısaca anımsamak fayda görüyorum. Olgunluk sınavlarının kaldırılması sonucunda üniversiteler önce ayrı ayrı giriş sınavları düzenlemişler ve 1980 yılı sonrasında kurulan YÖK ve ÖSYM idarelerinin toplu sınav uygulamalarına gelinmiştir. Bu süreç beraberinde sınav hazırlık dershanelerinin mantar gibi çoğalmasına yol açmıştır. Sınava hazırlanma için dershaneler çözüm haline gelince, öğrenciler, 10-11 inci sınıflarda dershanelere gitmeye başlamış ve ortaöğrenim işlev ve anlam bakımından ciddi aşınmaya uğramıştır. Olgunluk sınavının kaldırması ve liselerin itibar kaybına uğramasının yarattığı boşluğu doldurmak amacıyla fen liseleri, Anadolu liseleri ve benzeri prestij liseleri açılma yoluna gidilmiş, bu ise bu prestijli liselere geçebilmek için ortaokul bitirenlerin liseye giriş sınavlarına yol açmıştır. Bu da beraberinde ortaokul öğrencilerini 7-8 inci sınıflarda dershanelere gitmeye zorlamıştır. Bu süreç eğitimi bir yandan öğrenme yerine sınava hazırlanma yapılanmasına götürürken, diğer yandan da aile bütçeleri üzerinde büyük mali yükler oluşmasına neden olmuştur. Olgunluk sınavının kalkmasını yarattığı hasar bunlarla da bitmemiştir. Dershanelere talebin her yıl büyüyerek artması ve dershanelerde deneyimli öğretmen ihtiyacının büyümesi, Millî Eğitim Bakanlığından öğretmenlerin erken emeklilik veya istifa ederek dershanelere geçmesini özendirmiştir. Bu süreçte de dershanelerin en başarılı öğretmenleri alma yarışı da deneyimli ve öğretim başarısı yüksek öğretmenlerin kamu okullarından ayrılmasını tetiklemiş ve esasen düşmekte olan ortaöğretim eğitim kalitesindeki aşınmayı hızlandırmıştır.

Yine 1950 sonrasında orta ve uzun vadede mantık, felsefe, sosyoloji ve psikoloji gibi derslerin lise programlarından çıkarılması da soran, sorgulayan ve araştıran eğitim yapılanmasından ve öğreniminden uzaklaşılarak ezbere dayanan ve sorgulamayı düşünmeyen bir yapıya dönüşmesine yol açmıştır.

Bütün bu olumsuzluklara rağmen, öğretmenlerdeki Cumhuriyet devrimlerine yönelik sevgi ve saygı eğitimdeki aşınmanın ani çöküş yerine yavaş bir tempoda kalmasını sağlayabilmiştir.

Bütün bunlara ek olarak hatırlanması gereken diğer bir olgu da 1950 öncesinde öğretmen ücretleri ile  teknik personel, doktor, yargı ve benzeri diğer mesleklere ödenen ücretlerin eşit ve dengeli olması nedeni ile öğretmenlik mesleği de diğer meslekler kadar arzulanan bir meslek iken 1950 lerde önce teknik personel ve 1960 larda personel rejimi değişikliği ile öğretmen özlük hakları ile ücretlerinin diğer mesleklerin çok gerisine itilmesi meslek seçiminde de olumsuz sonuçlar yaratmıştır.

Bütün bu gelişmeler doğal olarak ders kitaplarının hazırlanmasını da olumsuz yönde etkilemiştir.

Cumhuriyet’in kuruluş yıllarındaki eğitim anlayış ve yapılanmasından aşama aşama uzaklaşılmasının bu büyük maliyetlerine rağmen eğitimde en azından sayısal olarak önemli kazanımlar elde edilebilmiştir. Bu konuda bir fikir vermesi için Tablo 8 düzenlenmiştir.

 

Tablo 8

Eğitim seviyelerine göre cinsiyet oranı

Eğitimin her kademesindeki 100 erkek öğrenciye karşılık kız öğrenci oranı

    ÖğretimYılı İlköğretim Ortaöğretim YüksekÖğretim
1997-98

85.63

74.70

69.68

1998-99

86.97

75.50

69.44

1999-00

88.54

74.74

70.96

2000-01

89.64

74.41

73.56

2001-02

90.71

75.87

75.17

2002-03

91.10

72.32

74.33

2003-04

91.86

78.01

74.09

2004-05

92.33

78.72

74.66

2005-06

93.33

78.76

77.20

2006-07

94.11

79.65

77.69

2007-08

96.39

85.81

78.74

2008-09

97.91

88.99

80.08

2009-10

98.91

88.59

83.38

2010-11

100.42

88.14

v.y.

v.y.: veri yok

Kaynak: M.E.B. Millî Eğitim İstatistikleri, Örgün Eğitim 2010-2011 Tablo 1.6, sayfa 10.

Tablo 8 in incelenmesinden de görüleceği üzere, 8 Yıllık Zorunlu ve Kesintisiz İlköğretimin 1997 yılında yürürlüğe girmesinden sonra her eğitim kademesinde her 100 erkek öğrenciye karşılık kız öğrenci sayısında da çok büyük artışlar elde edilmiştir. Aynı dönemde ilköğretim ve ortaöğretimdeki öğrenci sayılarındaki artışları gösteren Tablo 9 daki veriler göz önüne alındığında Tablo 8 deki oranlar çok daha anlamlı hale gelecektir.

 Tablo 9

1996-97 ile 2010-2011 döneminde ilköğretim ve ortaöğretim

Öğrenci sayılarındaki gelişmeler

Okul türüÖğrenim yılı Okulöncesi İlköğretim Genellise MeslekiTeknik Lise
1996-97

147,116

(*)8,625,550

1,252,189

973,153

1997-98

240,885

9,102,074

1,313,892

949,504

1998-99

207,319

9,512,044

1,094,610

918,542

2001-02

289,118

10,562,426

1,908,493

947,358

2004-05

434,771

10,565,389

1,937,055

1,102,394

2010-11

1,115,818

10,981,100

2,676,123

2,072,487

(*) 1996-97 ders yılına ait ilköğretim verileri ilkokul ve ortaokula devam eden öğrencilerin toplamıdır

1997 yılında yürürlüğe giren 8 Yıllık Kesintisiz ve Zorunlu İlköğretimin ülkemize kazandırdıkları konusunda daha fazla bilgi edinmek isteyenler, http://www.Hikmetulugbay.com/?p=266 adresinde yer alan “Sekiz Yıllık Zorunlu Eğitimin Gelişme Süreci ve Kazandırdıkları” başlıklı yazıma bakabilirler.

2012 yılında çıkarılan bir yasa ile uygulamaya konulan 4+4+4 uygulamasına ilişkin olarak burada bilgi sunmayacağım. Zira http://www.Hikmetulugbay.com/?p=276 adresinde bulunan “4+4+4 Eğitim Modeli Ne Getirecek Ne Götürecek” başlıklı yazımda ayrıntılı analiz ve değerlendirmelerimi bulacaklardır. Web Sitemin eğitim kategorisinde yer alan diğer yazılardan da eğitimle ilgili diğer düşüncelerimi öğrenmek mümkündür.

Bu konuşmayı yapmak için hazırlıklarımı sürdürürken 7 Kasım 2012 tarihinde Millî Eğitim Bakanlığı okullarda giyim-kuşam serbestliği yapan bir yönetmelik yayınlamıştır. Bu konuda da kısaca görüşlerimi açıklamak isterim. Bu yönetmelik bazı öğrenciler için giyim-kuşam serbestliği getirirken, diğer bazı öğrenciler için de serbestlik adı altında zorunluluk getirmiştir düşüncesindeyim. Getirilen giyim-kuşam serbestliği, esasen dar gelirli öğrencilerin bütçelerine ek bir yük getirecek ve ailelerin kredi kartı borçları veya bireysel kredi yükümlülüklerini yükselteceğinden endişe etmekteyim. Öğrenciler okul forması ile gittiklerinde her yıl veya çocuğun fiziki gelişmesine göre iki yılda bir okul giysisi alırken, şimdi öğrenciler arası gösteriş motifli giyim-kuşam yarışı tetiklenebilir. Ailelerin bu yarışta çocuklarının isteklerini karşılayamama boyutları ise öğrenci psikolojisi ve başarısı üzerinde etkili olabilir. Umarım bu endişelerim korktuğum boyutta gerçekleşmezler.

Diğer boyut ise geçmişte imam-hatip okullarında kız öğrenciler istedikleri taktirde sadece Kur’an-ı Kerim derslerinde baş örtebilirken, yeni yönetmeliğe göre, tüm derslerde başlarını isterlerse örtebileceklerdir. İsteğe bağlı olduğu belirtilen bu uygulamanın kız öğrencilerin tüm derslerde başlarını örterek girmelerine yol açacaktır. Din Bilginlerimizden Prof. Dr. Zekeriya Beyaz ve Prof. Dr. Şahin Filiz yazdıkları kitaplarda baş örtmenin dinsel temeli olmadığını belirttikleri bir ortamda imam-hatip okullarında kız öğrencilerin tüm derslere baş örterek girebilecekleri şeklinde bir genişlemeye gidilmesi de çok düşündürücüdür[96].

Eğitim sistemimizin 1950 lerden bu yana çağdaş ve laik yapısından uzaklaşmasına toplumumuz demokratik tepki göstermeksizin sessizce onay veregeldi. Çoğu kez yapılan bu değişiklikleri ve olası etkilerini öğrenmek bile istemedi. Bu tutumlarımız çocuklarımız dünyaya geldiklerinde anne ve babalar olarak onlara verdiğimiz yükümlülük senedine aykırıdır. Zira çocuk dünyaya getirme kararı aldığımızda ve çocuklarımız dünyaya geldiklerinde onlara, “sana benim aldığımdan çok daha nitelikli ve çağdaş bir eğitim vermeyi ve sana benim yaşadığım dünyadan daha güvenli, huzurlu ve sağlıklı bir dünya vermeye söz veriyorum.”

Beni sabırla dinlediğiniz için teşekkür ve saygılarımı sunuyorum.

 

Hikmet Uluğbay

 

 


[1] Burkert Walter, “Yunan Kültüründe Yakındoğu Etkileri”, İthaki Yayınları 2012. Ayrıca, Işık Fahri, “Uygarlık Anadolu’da Doğdu”, Ege Yayınları Birinci Baskı Mayıs 2012.

[2] Kramer Samuel Noah, “Tarih Sümer’de Başlar”, Kabalcı Yayınevi 1999, sayfa 21.

[3] Y.a.g.e., sayfa 23.

[4] Çığ Muazzez İlmiye, “Ortadoğu Uygarlık Mirası-1”, Kaynak Yayınları Birinci Basım Haziran 2002, sayfa 84.

[5] Çığ, sayfa 85.

[6] Çığ, sayfa 86.

[7] Çığ, Cilt 2, sayfa 179.

[8] Tosun Prof. Dr. Mebrure ve Doç. Dr. Kadriye Yalvaç, “Sümer, Babil, Assur Kanunları ve Ammi-Şaduqa Fermanı”, Türk Tarih Kurumu 2002, sayfa 252.

[9] Bartlett John ve Justin Kaplan, “Bartlett’s Familiar Quotations, Little, Brown and Company, 16 th Edition1992, Ali Ünlü, “Vecizeler, Öğütler, Parolalar” Şule Yayınları Aralık 2002, Ehrlich Eugene ve Marshall De Bruhl, “The International Thesaurus of Quotations” Reviswd and updated, HarperPerennial 1996.

[10] Athenian Education System, wikipedia.

[11] Eflatun, “Sokrates’in Savunması”, Şule Yayınları 3. Baskı 1999, sayfa 53.

[12] Eflatun, sayfa 56-57.

[13] Russel Bertrand, “A History of Western Philosohy”, A Clarion Book 13 üncü Paperback Basımı 1967, sayfa 82.

[14] Eflatun,sayfa 88-89 ve Russell, sayfa 88-89.

[15] Lloyd Llewellyn-Jones, “Aphrodite’s Tortoise- The Veiled Women of Ancient Greece”, The Classical Press of Wales 2010 Paperback edition.

[16] Homeros, “İlyada”, Arkadaş Yayınları 4. Baskı sayfa 281.

[17] Russell, sayfa 94.

[18] Russell, aynı sayfa.

[19] “Education in Ancient Greece”

[20] Filiz Doç Dr. Şahin, “Başörtüsü söyleminin Dinsel Temelsizliği ve İslam Felsefesi Açısından Eleştirisi”, Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Yayınları, İkinci Basım Şubat 2008,sayfa 55 (Talmud Bavli, Kethuboth, 726).

[21] Kitabı Mukaddes, İncil Bölümü, “Pavlusun Korintoslulara Birinci Mektubu” Bab11, 3-9.

[22] Deakin Michael A. B., “Hypatia of Alexandria”, Prometheus Books, 2007.

[23] Özakıncı Cengiz, “İslamda Bilimin Yükselişi ve Çöküşü 827-1107”, Otopsi Yayınları 11 Basım Eylül 2007, sayfa 323.

[24] Aydın Erdoğan, “Nasıl Müslüman Olduk?” Başak Yayınları 1 inci Baskı Mart 1994.

[25] Özakıncı Cengiz, y.a.g.e.

[26] Tekeli İlhan ve Selim İlkin, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Eğitim ve Bilgi Üretim Sisteminin Oluşumu ve Dönüşümü”, Türk Tarih Kurumu 2. Baskı 1999, sayfa 11.

[27] Beyaz Prof. Dr. Zekeriya, “İslam ve Giyim Kuşam” Sancak Yayınları Haziran 1999, sayfa 216.

[28] Beyaz, sayfa 216.

[29] Wikipedia John Wycliffe maddesi.

[30] Özakınci, y.a.g.e., sayfa 257.

[31] Cipolla Carlo M., “Before the Industrial Revolution- European Society and Economy: 1000-1700”, W.W. Norton Comp. 1980, sayfa 93.

[32] Lelievre François ve Claude Lelievre, “Histoire de la scolarisation des filles”, Nathan Yayınevi, Paris 1991.

[33] Tanilli Server, “Din ve Politika”, Cumhuriyet Kitapları 1. Baskı Nisan 2008, sayfa 24-25.

[34] Craig Gordon A., “Germany 1866-1945” Oxford University Press 1978 sayfa 189.

[35] Craig, y.a.g.e. sayfa 189.

[36] Craig, sayfa 207

[37] Özakıncı, y.a.g.e., sayfa 230.

[38] Bartlett ve Kaplan, y.a.g.e. sayfa 151.

[39] Wikipedia History of Education.

[40] Tolley Kim, The Science Education of American Girls”, Routledge Falmer 2003, sayfa 6.

[41] Ergin Osman, “Türk Maarif Tarihi”, Kültür Yayınları 1977 İkinci Bası. Sayfa XII.

[42] Tekeli-İlkin, sayfa 7.

[43] Ergin, Cilt 1 sayfa 155.

[44] Ergin, Cilt 1, sayfa 97.

[45] Tekeli-İlkin, sayfa 11.

[46] Tekeli-İlkin, sayfa 12, Cahit Baltacı’nın XV-XVI Asırlarda Osmanlı Medreseleri, İstanbul 1976, sayfa 8 e atfen.

[47] Tekeli-İlkin, sayfa 12.

[48] Tekeli-İlkin, sayfa 9.

[49] Akdağ Mustafa, “Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası-Celâlî İsyanları”, YKY yayınları Birinci Baskı Ağustos 2009.

[50] Akdağ Mustafa, “Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası- Celâlî İsyanları”, Yapı Kredi Yayınları I. Baskı 2007, sayfa 148.

[51] Y.a.g.e., sayfa 150.

[52] Akşin Prof. Dr. Sina, “Şeriatçı Bir Ayaklanma-31 Mart Olayı” İmge Kitabevi 3. Baskı 1994.

[53] Ergin, sayfa 460.

[54] Ergin, sayfa 319

[55] Ergin, sayfa 458.

[56] Tekeli-İlkin, sayfa 64.

[57] Akşin, sayfa 59.

[58] Tekeli-İlkin, sayfa 19.

[59] Tekeli-İlkin, sayfa 10.

[60] Meydan-Larousse Ansiklopedisi Müteferrika (İbrahim) maddesi.

[61] Andıç Fuat ve Süphan Andıç, “Sadrazam Âli Paşa- hayatı, Zamanı ve Siyasi Vasiyetnamesi”, Eren Yayıncılık, 2000, sayfa 76-77.

[62] Ahmet Ağaoğlu’na atfen, Tekeli-İlkin sayfa 122.

[63] Tekeli-İlkin, sayfa 123.

[64] Çakır Serpil, “Osmanlı Kadın Hareketi” Metis Yayınları Birinci Basım Mayıs 1994, sayfa 28.

[65] Çakır, sayfa 29

[66] Çakır, sayfa 33.

[67] Çakır, sayfa 35.

[68] Çakır, sayfa 68.

[69] Çakır, sayfa 182.

[70] Wikipedia El Cezari maddesi.

[71] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri Cilt 2, Atatürk Araştırma Merkezi 1989, sayfa 19-21.

[72] Y.a.g.e. Cilt 2, sayfa 35-36.

[73] Y.a.g.e., Cilt 2, sayfa 46-49.

[74] Y.a.g.e., Cilt 2 sayfa 70-71

[75] Y.a.g.e., Cilt 2 sayfa 89-91.

[76] Y.a.g.e., Cilt 2 sayfa 178-179.

[77] Y.a.g.e., Cilt 2 sayfa 202-207.

[78] Y.a.g.e., Cilt 2, sayfa 242

[79] DİE, İstatistik Göstergeler 1923-1992.

[80] Sakaoğlu Necdet, “Cumhuriyet Dönemi Eğitim Tarihi” İletişim Yayınları Ekim 1993 sayfa 23.

[81] Y.a.g.e., sayfa 31.

[82] Y.a.g.e., sayfa 32.

[83] Çakır, sayfa 222.

[84] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt 2, sayfa 272-274.

[85] Sakaoğlu, sayfa 45.

[86] Meydan-Larousse 1970, “Dil Devrimi”  maddesi sayfa 695.

[87] Y.a.g.e. aynı sayfa.

[88] Afetinan Prof. Dr. A., “İzmir İktisat Kongresi” Türk Tarih Kurumu Yayınları XVI. Dizi Sa. 46a 2. Baskı 1989, sayfa 22.

[89] TÜİK, İstatistik Göstergeler 1923-2010.

[90] Akyüz Prof. Dr. Yahya, “Türk Eğitim Tarihi” Genişletilmiş 6 ncı Baskı İstanbul Kültür Üniversitesi Yayınları No.1, 1997, sayfa 339.

[91] Akyüz, sayfa 338.

[92] Akyüz, sayfa 342.

[93] T.C. Kültür Bakanlığı “Köy Enstitüleri 60. Yıl (1940-2000)” sayfa 7.

[94] Akyüz, sayfa 341-2.

[95] Wikipedia Arturo Toscanini maddesi.

[96] Beyaz Prof. Dr. Zekeriya, “İslam ve Giyim Kuşam” Sancak Yayınları Haziran 1999 ve Doç. Dr. Şahin Filiz ”’Başörtüsü’ Söyleminin Dinsel Temelsizliği ve İslam Felsefesi Açısından Eleştirisi”, Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Yayınları 2. Basım Şubat 2008.

Yorum bırakın